Dua, lügat olarak seslenmek, çağırmak, davet etmek, bir şey veya yardım istemek gibi manalara gelmektedir.[1] Kur’ân-ı Kerîm’de ibadet,[2] yardım istemek[3] nidâ etmek[4] gibi manalarda kullanılmıştır.
Dinî bir ıstılah olarak ise; insanın acizliğini anlayarak, mutlak kudret sahibi olan Allah’tan af ve mağfiret dilemesi, dünyevî ve uhrevî talebde bulunması manalarına gelmektedir.
Cenâb-ı Hakk birçok ayetin ifadesiyle duamıza ehemmiyet vermekte ve bizi duaya teşvik etmektedir. Dualarımızın makbuliyeti için maddî manevî dikkat etmemiz gereken bazı hazırlıklar olmalıdır.
Duanın Ehemmiyeti
“(Ey Resûlüm!) De ki: Eğer duanız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin?”[5]
Her Duaya Cevap Verilmesi
“Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size icabet edeyim (Duanıza cevap vereyim)! Şüphesiz benim ibadetimden (yüz çevirip) kibirlenenler, yakında zelil olan kimseler olarak cehenneme gireceklerdir!”[6]
“(Habibim, ya Muhammed!) Kullarım sana benden sorarsa, şüphe yok ki ben (onlara) pek yakınım.
Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyle ise (onlar da) benim (rızam) için (davetime) icabet etsinler ve bana iman etsinler. Ta ki hak yolu bulsunlar.”[7]
Duada Samimi Olmak
“Öyle ise kâfirlerin hoşuna gitmese de, (siz) dinde ona (karşı) ihlaslı (samimi) kimseler olarak Allah’a dua edin!”[8]
“Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin! Şüphesiz o, haddi aşanları sevmez.”[9]
Esmâü’l-Hüsnâ İle Dua Etmek
“Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) ise Allah’ındır! Öyleyse ona onlarla dua edin.”[10]
Duada Sesi Yükseltmemek
“(Duada) sesi yükseltsen de (yükseltmesen de onun için birdir, o her şeyi işitir!) Çünki şüphesiz o, gizliyi de, daha gizli olanı da bilir.”[11]
Izdırâb Hâlinde Dua Etmek
“(Onlar mı daha hayırlıdır) yoksa (bir sıkıntısından dolayı) kendisine dua ettiği zaman darda kalan (bir kulun)a icabet edip (ondan) fenalığı gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan (Allah) mı? Allah ile beraber (başka) bir ilâh mı var? Ne kadar az ibret alıyorsunuz!”[12]
Salih Amel İşleyenlerin Dualarına İcabet Edilmesi
“Ve iman edip sâlih ameller işleyenlere icabet eder (onların dualarına cevap verir) ve fazlından onlara (mükâfatlarını) arttırır.”[13]
Geceleyin Dua Etmek
“(Teheccüd namazı kılmak için) yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rablerine dua ederler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf ederler.”[14]
Duada İstenilen Şeylere Dikkat Etmek
“İnsan ise (bazen öfkelenerek, bazen bilmeyerek) hayra olan duası gibi (kendi aleyhine olarak) şerre dua eder. Çünki insan (işin sonunu düşünmez ve) çok acelecidir.”[15]
Duayı Her Zaman Yapmak
“Hem insana nimet verdiğimiz zaman (şükürden) yüz çevirir ve yan çizer. Ona kötülük dokunduğu zaman da bol bol dua eden bir kimse olur.”[16]
Kabul Olunmayacak Dualar
“Kim Allah ile beraber, hakkında hiçbir delil bulunmayan başka bir ilâha yalvarırsa, artık onun hesabı ancak Rabbinin katındadır. Şu şüphesiz ki kâfirler kurtuluşa ermez.”[17]
“İnsanlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz! Bize (nasibimizi) dünyada ver’ der. O takdirde onun için ahirette hiçbir nasip yoktur!”[18]
HADÎS-İ ŞERÎFLERDE DUA VE EHEMMİYETİ
Birçok âyet-i kerîmede olduğu gibi, gerek hadîs-i kudsîlerde, gerekse hadîs-i şerîflerde dua etmenin ehemmiyeti, hangi Duaların kabule şâyân olacağı ve dua etmemenin gazab-ı İlâhîye sebeb olması gibi hususlar açıkça zikredilmiştir.
Duanın İbadet Olması
“Dua ibadetin ta kendisidir.”[19] “Dua ibadetin özüdür.”[20]
Duaya Cevab Verilmesi
“Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum benden nasıl umarsa, ona göre muamele ederim. Kulum bana dua ettiği zaman onunla beraberim.”[21]
“Gecenin son üçte birinde her gün Rabbimiz dünya semasına tecelli eder ve: ‘Bana dua eden var mı, duasına icabet edeyim. Benden bir şey isteyen var mı, vereyim. Benden af dileyen var mı, affedeyim.’ der.”[22]
Dua Edilmemesinin Gazab-ı İlâhîye Sebep Olması
“Kim Allah’tan istemezse Allah ona gazab eder.”[23] “Dua, rahmetin anahtarıdır.”[24]
Duanın Neticesiz Kalmayacağı
“Kişi günah bir şey istemedikçe veya akrabalık bağlarının kopmasını arzulamadıkça ya da acele etmedikçe, Allah kendisine dua eden herkesin duasını kabul eder. Kulun istediği ya bu dünyada hemen verilir, ya ahirete saklanır yahut da dua ettiği miktarca günahı silinir.
Dediler ki: ‘Ya Resûlallah kişi nasıl acele eder?’ Şöyle buyurdu: ‘Rabbime dua ettim ama kabul etmedi’ der.”[25]
“Allah hayat veren ve çok cömert olandır. Kendisine ellerini kaldıran kulunu hayal kırıklığına uğratıp onun elini boş geri çevirmez.”[26]
Duada Her İhtiyacın İstenebileceği
“Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin. Hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin.”[27]
Duanın Çok Yapılması
“İnsanların en âcizleri duada acz gösterenlerdir. İnsanların en cimrileri de selâm vermekte cimrilik edenlerdir.”[28]
Duanın Çok Kıymetli Oluşu
“Allah katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur.”[29] “Dua müminin silâhı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur.”[30]
Duayı Terk Etmenin Günah Oluşu
“Duayı terk etmek günahtır.”[31]
Duanın Musibeti Engellemesi
“Sizden her kime dua kapısı açılmış ise ona Allah’ın rahmet kapıları açılmış demektir. Allah’ın en çok hoşuna giden istek, kendisinden âfiyet istenilmesidir. Dua, gelmiş olan musîbet için de, henüz gelmemiş olan musîbet için de fayda verir. Öyleyse ey Allah’ın kulları, dua ediniz.”[32]
“Başa gelecek belâya duadan başka hiçbir şey mâni’ olmaz. Ömrü de ancak iyilik ve ihsan uzatır.”[33]“Ana babaya iyilik ömrü artırır. Yalan söylemek rızkı eksiltir. Dua başa gelecek belâyı geri çevirir.”[34]
“Dualarının kabulünü; derd, sıkıntı ve musibetlerinin de başından gitmesini dileyen kişi, başı darda olanın sıkıntısını gidersin.”[35]
Duada Israr Edilmesi
“Allah’a dua ettiğinizde kabul olacağına inanarak dua edin. Hiç biriniz kesinlikle ‘Eğer dilersen ver ya Rabbi!’ demesin. Çünki Allah, kabul edeceğine inanarak dua etmenizi çirkin görmez.”[36]
“Allah duada ısrar edenleri sever.”[37]
Duanın Gafletle Yapılmaması
“Allah’a dua ettiğinizde kabul edeceğine inanarak dua edin. Bilin ki Allah gaflet ve oyalanma içerisindeki bir kalbin duasını kabul etmez.”[38]
Kabul Edilen Dualar
“Her Kur’ân hatminin ardından yapılan dua makbuldür.”[39]
“Kim bir farz namazı kılar da ardından dua ederse, duası kabul olunur. Kim de Kur’ânı hatmeder ve hemen ardından dua ederse, onun da duası makbul olur.”[40]
“Kulun Allah’a en yakın olduğu an secde ânıdır. Öyle ise secdede duayı artırın.”[41]
“Mazlumun bedduasından sakın! Çünki onun duasıyla Allah (cc) arasında perde yoktur.”[42]
Resûlüllah (sav)’e “Hangi dua en çok kabul edilir?” diye sorulunca “Gecenin son kısmında ve farz namazların hemen ardından yapılan dua” demiştir.[43]
“Üç dua makbuldür. Allah tarafından kabul edilmesinde şüphe yoktur: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evlâdına duası.”[44]
“Üç kişinin duası reddolunmaz: İftâr edinceye kadar oruçlunun duası, adaletli idarecinin duası ve mazlumun duası.”[45]
“Bir Müslümanın diğer bir Müslüman kardeşine gıyabında yaptığı dua kabul olur. O esnada başının üstünde vazifeli bir melek bulunur. Müslüman kardeşine dua ettikçe, vazifeli melek de: ‘Âmin, aynısı sana da verilsin’ der.”[46]
“İyilik görenlerin iyilik gördükleri kimseler hakkında yaptıkları dualar reddolunmaz.”[47]
Resûlüllah (sav) “Ezan ile kamet arasında yapılan dua reddolunmaz.” dedi. “Öyleyse, Ey Allah’ın Resûlü, nasıl dua edelim?” dediklerinde: “Allah’tan, dünya ve ahiret için âfiyet isteyin” buyurdu.[48]
“Acele edip de ‘Ben dua ettim ama duam kabul olmadı’ demediği müddetçe her birinizin duasına icabet edilir.”[49]
Kişinin Duada Nefsinden Başlaması
Allah Resûlü (sav) bir kişiyi andığında, kendinden başlayarak ona dua ederdi.[50]
Bütün Peygamberlerin Makbul Birer Dualarının Olması
“Her peygamberin Allah katında kabul edilecek bir duası vardır. Ben o duamı ahirette ümmetime şefaat etmek için saklamak istiyorum.”[51]
Duada Gözleri Semaya Dikmenin Yasak Olması
“Duada gözlerini semaya kaldıranlar bu âdetlerinden vazgeçmeli. Yoksa gözlerinin ziyası alınır.”[52]
Hazret-i Peygamber (sav)’in de Dua İstemesi
Hz. Ömer (ra) Peygamber (sav)’den umreye gitmek için izin istedi. O da şöyle buyurdu: “Ey kardeşim! Duana bizi de ortak et, bizi unutma!”[53]
Duada Vesile Yapmak
Hazret-i Ömer (ra) yağmur duasına çıktığında, Hazret-i Abbâs (ra)’ı vesile yaparak: “Ya İlâhî! Bu Nebî (sav)’in amcasıdır. Onunla sana yöneliyoruz” diyerek dua etmiş, Allah da yağmur göndermiştir.[54]
Duada Aşırı Gitmemek
Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın oğlunun şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Babam, benim: ‘Ya İlâhî! Senden cenneti, nimetlerini, güzelliğini, şunları ve şunları isterim. Cehennemden, cehennemin zincirlerinden, demir halkalarından, şunlarından ve şunlarından sana sığınırım’ dediğimi duydu.
Bunun üzerine: ‘Yavrucuğum! Ben Resûlüllah (sav)’i, duada haddi aşan bir topluluk gelecek, derken işittim. Sakın sen onlardan olma! Şüphesiz sana cennet verilirse içindeki hayırlarla birlikte verilir. Cehennemden korunursan ondaki şerlerden de korunursun’ dedi”[55]
Duada Helâl Rızkın Ehemmiyeti
Sa’d bin Ebî Vakkâs (ra) Resûlüllah (sav)’e: “Ya Resûlallah! Dua buyurun da Rabbim dualarımı kabul eylesin” deyince, Resûlüllah (sav):
“Ya Sa’d! Helâlinden ye, duası kabul edilenlerden olursun” buyurmuştur.[56]
Duada Salavat Getirmenin Ehemmiyeti
Resûlüllah (sav), namazda dua eden bir adamı işitti. Adam dua ederken Resûlüllah (sav)’e salavat getirmemişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav): “Bu adam acele etti.” dedi.
Sonra adamı yanına çağırıp ona ya da başka birine: “Biriniz namaz kıldığı zaman Allah’a hamd ve sena ile başlasın, ardından Peygamber (sav)’e salavat getirsin, ondan sonra da dilediği gibi dua etsin.” dedi.[57]
Hazret-i Ömer (ra) şöyle demiştir: “Muhakkak ki dua sema ile arz arasında durdurulmaktadır. Peygamberine (sav) salât etmedikçe, ondan bir şey yükselmez.”[58]
Duanın Kabulünde İrşadın Ehemmiyeti
Huzeyfe bin Yemânî (ra)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehy edersiniz, ya da Allah üzerinize katından bir azâb gönderir. Çokça dua edersiniz de duanız kabul edilmez.”[59]
Hazret-i Peygamber (sav)’in Duadaki Tarzı
Resûlüllah (sav) dua etmek için elini kaldırdığında, yüzüne sürmeden indirmezdi.
Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra) şöyle demiştir: “Resûlüllah (sav) dua etti. Ellerini öyle kaldırdı ki, koltuk altlarının beyazlığını gördüm.”[60]
Duaya Başlama
Resûlüllah (sav) Duaya, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَلِيِّ الْاَعْلَى الْوَهَّابِ “Yüce, çok yüce, bol bol ihsan edici olan Rabbimi her türlü noksanlıktan tenzih ederim” diyerek başlardı.[61]
Duanın Sonunda Âmin Demenin Ehemmiyeti
Ebû Hureyre (ra)’ın rivayetine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“Dua eden kişi ‘Âmin!’ dediği zaman, sizler de ‘Âmin!’ deyin. Çünki o sırada melekler de ‘Âmin!’ derler. Kimin ‘Âmin!’ deyişi, meleklerin ‘Âmin!’ deyişine denk gelirse, geçmiş günahları bağışlanır.”[62]
Duada Avuç İçini Aşağı Çevirmek
Enes bin Mâlik (ra)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resûlüllah (sav)’ı böyle ellerinin içi ile de, dışı ile de dua ederken gördüm.”[63]
*
Hallâd b. Sâib el-Ensârî (ra)’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Hazret-i Peygamber (sav) duada bir şey istediği zaman, avuçlarının içini kendine doğru çevirirdi. İstiâze ettiği (Allah’a sığındığı) zaman ise, avuçlarının dışını kendine doğru çevirirdi.”[64]
Yalnız Sıkıntıda Değil Rahatlıktayken de Dua Etmek
İbn-i Abbas (ra)’ın rivâyetine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
“Bolluk ve rahatlık içindeyken Allah’ı tanı ki, zorluk ve sıkıntıya düştüğünde de Allah seni tanısın.”[65]
DUAYA DÂİR RİSÂLE-İ NÛR’DAN BAHİSLER
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde dua ve ehemmiyetine dair bu hükümleri, birçok İslâm âlimi kitaplarında değerlendirmiş ve duanın ehemmiyetine yönelik nasihat ve tavsiyelerde bulunmuşlardır.
Bedîüzzaman Hazretleri de selefleri gibi dua hususuna titizlikle eğilmiş, eserlerinde dua üzerinde hassasiyetle durmuştur.
Îmân ile duanın birbirinden ayrılamaz bir bütünlük teşkil ettiğini açıkça beyan ederken, oldukça doyurucu izahlarda bulunmuştur. Dua ile alakalı akla gelebilecek sorulara verdiği ikna edici cevablarla da dua hususunda yol gösterici açıklamalar yapmıştır.
Duanın Mâhiyeti ve Ehemmiyeti
“Dua ubûdiyetin rûhudur ve hâlis bir îmânın neticesidir. Çünki dua eden adam duasıyla gösteriyor ki, bütün kâinâta hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılâı var ve bilir. En uzak maksûdlarımı yapabilir. Benim her hâlimi görür, sesimi işitir.
Öyleyse bütün mevcûdâtın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. İşte, duanın verdiği hâlis tevhîdin genişliğine ve gösterdiği nûr-u îmânın halâvet ve sâfîliğine bak.
قُلْ مَا يعبؤا بِكُمْ رَبّيx لَوْ لَا دُعَآؤُكُمْ sırrını anla. Ve وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونٓي x اَسْتَجِبْ لَكُمْ fermânını dinle. گَرْ نَه خَواهي x دَادْ نَه دَادِ خَواهْ
denildiği gibi, vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”[66]
Âlemin Yaratılış Sebeblerinden Biri de Duadır
“Duanın te’sîri azîmdir. Husûsan dua külliyet kesbederek devam etse netice vermesi galibdir. Belki dâimîdir.
Hatta denilebilir ki, sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de, duadır. Yani kâinâtın hilkatinden sonra, başta nev’-i beşer ve onun başında âlem-i İslâm ve onun başında Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muazzam olan duası, bir sebeb-i hilkat-i âlemdir.
Yani Hâlık-ı Âlem, istikbâlde o zâtı nev’-i beşer nâmına, belki mevcûdât hesabına bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esmâ-yı İlâhiye isteyecek bilmiş, o gelecek Duayı kabul etmiş, kâinâtı halketmiş.”[67]
Duanın Yalnız Rıza-yı İlâhî İçin Yapılması
“Ubûdiyet emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhîdir. Semerâtı ve fevâidi, uhreviyedir.
Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubûdiyete münâfî olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler.
Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubûdiyete ve o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubûdiyeti kısmen ibtal eder. Belki, o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.
İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faidesi bulunan Evrâd-ı Bahâiye’yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o faidelerin bazılarını maksûd-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri görmüyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur.
Çünki o faideler, o evrâdların illeti olamazlar. Ve onlardan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek.
Çünki onlar fazlî bir sûrette, o hâlis virdlere, talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâs bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çıkar ve kıymetten düşer.
Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için zayıf insanlar bir şevk ve bir müreccihe muhtaçtırlar.
O faideleri düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rıza-yı İlâhî için ve âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür.
İşte bu hikmet anlaşılmadığından, çokları, aktâbdan ve selef-i sâlihînden mervî olan faideleri göremediklerinden şübheye düşerler, hatta inkâr da ederler.”[68]
Duanın En Güzel Meyvesi
“Duanın en güzel, en latîf, en lezîz, en hazır meyvesi neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli, her şeye yetişir. Bu büyük dünya hânında o yalnız değil. Bir Kerîm zât var, ona bakar, ünsiyet verir.
Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def’ edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir inşirâh duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp ‘Elhamdü lillahi Rabbi’l-Alemin’ der.”[69]
Duanın Makbuliyeti
“Dua-yı kavlî-i ihtiyârînin makbuliyeti iki cihetledir: Ya aynı matlûbu ile makbul olur. Veyahud daha evlâsı verilir.
Meselâ, birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenâb-ı Hakk Hazret-i Meryem (r. anhâ) gibi bir kız evlâdını veriyor. ‘Duası kabul olunmadı’ denilmez. ‘Daha evlâ bir sûrette kabul edildi’ denilir.
Hem bazen kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. ‘Duası reddedildi’ denilmez. Belki ‘Daha enfâ’ bir sûrette kabul edildi’ denilir ve hâkezâ.
Madem Cenâb-ı Hakk Hakîm’dir. Biz ondan isteriz. O da bize cevab verir. Fakat hikmetine göre bizimle muâmele eder.
Hasta, tabîbin hikmetini ithâm etmemeli. Hasta bal ister, tabîb-i hâzık sıtması için sulfato verir.
‘Tabîb beni dinlemedi’ denilmez. Belki âh ü fîzârını dinledi, işitti, cevab da verdi. Maksûdun iyisini yerine getirdi.”[70]
Duanın Çeşitleri
“Dua, bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi dua üç nevi’dir:
Birinci nevi’ Dua: İsti’dâd lisânıyladır ki, bütün hubûbât, tohumlar, lisân-ı isti’dâd ile Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki: ‘Senin nukûş-u esmânı mufassal göstermek için bize neşv ü nemâ ver. Küçük hakîkatimizi sünbülle ve ağacın büyük hakîkatine çevir.’
Hem şu isti’dâd lisânıyla dua nev’inden birisi de şudur ki, esbâbın ictimâ’ı, müsebbebin îcâdına bir duadır. Yani esbâb bir vaz’iyet alır ki, o vaz’iyet bir lisân-ı hâl hükmüne geçer. Ve müsebbebi Kadîr-i Zülcelâl’den dua eder, isterler.
Meselâ su, hararet, toprak, ziya, bir çekirdek etrafında bir vaz’iyet alarak, o vaz’iyet bir lisân-ı duadır ki, ‘Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız!’ derler.
Çünki o mu’cize-i hârika-i kudret olan ağaç, o şuûrsuz, câmid, basit maddelere havâle edilmez, havâlesi muhâldir. Demek ictimâ’-ı esbâb bir nevi’ duadır.
İkinci nevi’ Dua: İhtiyâc-ı fıtrî lisânıyladır ki, bütün zîhayatların iktidar ve ihtiyârları dâhilinde olmayan hâcetlerini ve matlablarını ummadıkları yerden, vakt-i münâsibde onlara vermek için, Hâlık-ı Rahîm’den bir nevi’ duadır.
Çünki iktidar ve ihtiyârları hâricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasibde onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetişmiyor. Demek o ihsân, dua neticesidir. Elhâsıl, bütün kâinâttan dergâh-ı İlâhîye çıkan, bir duadır. Esbâb olanlar, müsebbebâtı Allah’tan isterler.
Üçüncü nevi’ Dua: İhtiyaç dâiresinde zîşuûrların duasıdır ki, bu da iki kısımdır. Eğer ızdırâr derecesine gelse veya ihtiyâc-ı fıtrîye tam münâsebetdâr ise veya lisân-ı isti’dâda yakınlaşmış ise veya sâfî, hâlis kalbin lisânıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür.
Terakkıyât-ı beşeriyenin kısm-ı a’zamı ve keşfiyâtları, bir nevi’ dua neticesidir. Havârik-i medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyâtlarına medâr-ı iftihâr zannettikleri emirler, mânevî bir dua neticesidir. Hâlis bir lisân-ı isti’dâd ile istenilmiş, onlara verilmiştir.
Lisân-ı isti’dâd ile ve lisân-ı ihtiyâc-ı fıtrî ile olan dualar dahi bir mâni’ olmazsa ve şerâit dâhilinde ise, dâimâ makbuldürler.
İkinci kısım, meşhur duadır. O da iki nev’dir: Biri fiilî, biri kavlî. Meselâ çift sürmek, fiilî bir duadır. Rızkı topraktan değil, belki toprak hazîne-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile çalar.”[71]
Bedîüzzaman Hazretleri buradaki ikinci kısmı, dua nev’lerini îzâh ettiği başka bir yerde dördüncü nev’ olarak ayırıp farklı bir tasnîf yapmıştır.
İlk iki nev’i aynı şekilde ifâde edip üçüncü nev’i lisân-ı ızdırâri duası olarak ele aldıktan sonra, “Dördüncü nev’i de meşhûr dua olan bizim duamızdır” diye îzâh etmiştir.
“Evet, hakîkat-i hâlde âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sâbit olan; bütün mevcûdât, her birisi birer mahsûs tesbîh ve birer hususî ibâdet, birer hâs secde ettikleri gibi bütün kâinâttan dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duadır.
Ya isti’dâd lisânıyladır. Bütün nebâtât ve hayvanâtın duaları gibi ki, her biri lisan-ı isti’dâdıyla Feyyâz-ı Mutlak’dan bir sûret taleb ediyorlar. Ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.
Veya ihtiyâc-ı fıtrî lisânıyladır. Bütün zî hayatın iktidarları dâhilinde olmayan hâcât-ı zarûriyeleri için dualarıdır ki, her birisi o ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla Cevvâd-ı Mutlak’dan idâme-i hayatları için bir nevi’ rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar.
Veya lisân-ı ızdırârî ile bir duadır ki, muzdar kalan her bir zî ruh kat’î bir ilticâ ile dua eder. Bir hâmî-i mechûlüne ilticâ eder, belki Rabb-i Rahîm’ine teveccüh eder.
Bu üç nevi’ dua bir mâni’ olmazsa, dâimâ makbuldür.
Dördüncü nevi’ ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır. Biri fi’lî ve hâlî; diğeri kalbî ve kâlîdir.
Meselâ, esbâba teşebbüs bir dua-yı fi’lîdir. Esbâbın ictimâı, müsebbebi îcâd etmek için değil, belki lisân-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Hakk’dan istemek için bir vaz’iyet-i marziye almaktır. Hatta çift sürmek, hazîne-i rahmet kapısını çalmaktır.
Bu nevi’ dua-yı fi’lî, Cevvâd-ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.
İkinci kısım, lisân ile, kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: dua eden adam anlar ki, birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir. Her şeye eli yetişir. Her bir arzusunu yerine getirebilir. Aczine merhamet eder. Fakrına meded eder.
İşte ey âciz insan! Ve ey fakîr beşer! Dua gibi, hazîne-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesîleyi elden bırakma. Ona yapış. A’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinâtın Dualarını, kendi Duan içine al. Bir abd-i küllî, bir vekîl-i umûmî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعينُ de! Kâinâtın güzel bir takvîmi ol.”[72]
Duanın Âdâbı
Dua samîmî olursa aynen veya daha güzel bir sûrette kabul olur. Edeb sınırları içinde Allah’tan taleb edilmeli. Suçlayıcı, nazlanarak veya kötü heveslerin arzuları istenmemelidir.
Allah’ın nizâm ve hikmetine zıd imkânsız şeyler taleb edilmemelidir. Sınırı, sayısı belli olan şeylerde sınırsızlığı veya sonsuzluğu istememelidir. “Bana en yüksek dereceleri ver” derken “Çokça ver” manası niyet edilmelidir.[73]
DUA İLE ALÂKALI BAZI SUÂLLER VE CEVAPLARI
Kat’î Olacak İşler İçin dua Edilmesi
“Eğer desen: Bazen kat’î olacak işler için dua edilir. Meselâ, husûf ve küsûf namazındaki dua gibi.
El-Cevab: Başka Sözler’de îzâh edildiği gibi, dua bir ibâdettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile i’lân eder. Zâhirî maksadlar ise, o duanın ve o ibâdet-i duaiyenin vakitleridir. Hakîkî faideleri değil.
İbâdetin faidesi âhirete bakar. Dünyevî maksadlar hâsıl olmazsa, ‘O dua kabul olmadı’ denilmez. Belki ‘Daha duanın vakti bitmedi’ denilir.”[74]
Çokça Salavat Getirmenin Hikmeti Nedir?
“Eğer desen: Madem o Habîbullâhtır. Bu kadar salavat ve duaya ne ihtiyacı var?
El-Cevab: O Zât (asm) umum ümmetinin saadetiyle alâkadâr ve bütün efrâd-ı ümmetinin her nevi’ saadetleriyle hissedardır. Ve her nevi’ musibetleriyle endişedârdır.
İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrâd-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ’-ı saadetlerini harâretle arzu eden ve hadsiz envâ’-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavât ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.”[75]
Çok Defa dua Ediyoruz, Acaba Kabul Edilmiyor mu?
“Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Hâlbuki âyet umûmîdir. ‘Her duaya cevap var’ ifade ediyor.
El-Cevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbi’dir.
Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: ‘Ya Hekim! Bana bak!’ Hekim: ‘Lebbeyk’ der. ‘Ne istersin?’ cevap verir.
Çocuk: ‘Şu ilacı ver bana’ der. Hekim ise ya aynen istediğini verir, yahud onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahud hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte Cenâb-ı Hakk, Hakîm-i Mutlak, hazır, nâzır olduğu için abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâ perestâne ve heveskârâne tahakkümü ile değil. Belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir. Veya hiç vermez.
Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi’ dua ve ibadetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil.
Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o Dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o Dua, o ibâdet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.
Nasıl ki güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsûsanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nûrânî âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi i’lâna medâr olduğundan Cenâb-ı Hakk, ibâdını o vakitte bir nevi’ ibâdete da’vet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişâfları için değildir.
Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istîlâsı ve muzır şeylerin tasallutu bazı Duaların evkât-ı mahsûsalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar. Dua ile niyâz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticâ eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, ‘Dua kabul olmadı’. Belki denilecek ki: ‘Duanın vakti kazâ olmadı’.
Eğer Cenâb-ı Hakk fazl ve keremiyle belâyı ref’ etse, nûrun alâ nûr. O vakit, dua vakti biter, kazâ olur. Demek dua, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisan livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, dua ile ona ilticâ etmeli. Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri ona bırakmalı. Hikmetine i’timâd etmeli. Rahmetini ithâm etmemeli.”[76]
“Gerçi yağmur namazının zâhir neticesi yağmurun gelmesidir. Fakat asıl hakîkî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki:
Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayinini veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayinini ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir zât, onu besliyor, ona rızkını veriyor.
Hatta en küçücük bir çocuk da daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki, bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, onların rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.”[77]
Müminin Mümine En İyi duası Nasıl Olmalıdır?
“Elcevab: Esbâb-ı kabul dairesinde olmalı. Çünki bazı şerâit dâhilinde dua makbul olur. Şerâit-i kabulün ictimâ’ı nisbetinde, makbuliyeti ziyadeleşir.
Ezcümle: dua edileceği vakit, istiğfar ile manevi temizlenmeli. Sonra makbul bir dua olan salavât-ı şerîfeyi şefaatçi gibi zikretmeli. Ve ahirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. Hem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona dua etmek, hem hadîsde ve Kur’ân’da gelen me’sûr Dualarla dua etmek, meselâ:
اَللّٰهُمَّ اِنّيx آَسْئَلُكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيةَ لىx وَلَهُ فِى الدّيxنِ وَالدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ رَبَّنَٓا اٰتِنَآ فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
‘Ya İlâhenâ! Senden kendim ve onun için dinde, dünyada ve ahirette af ve âfiyet istiyorum. Rabbimiz, bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından muhâfaza eyle’ gibi câmi’ dualarla dua etmek;
Hem hulûs ve huşû ve huzûr-u kalble dua etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevâkı’-ı mübârekede, husûsen mescidlerde; hem Cuma’da, husûsen saat-i icâbede; hem şuhûr-u selâsede, husûsen leyâlî-i meşhûrede, hem Ramazan’da, husûsen Leyle-i Kadir’de dua etmek, kabule karîn olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyen me’mûldür.
O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür. Veyahud dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, ‘Dua kabul olmadı’ denilmez. Belki ‘Daha iyi bir sûrette kabul edilmiş’ denilir.”[78]
Duaların Kabulüne Mâni Olan Bir Sır
“Geçen Ramazan-ı Şerîf’te, ehl-i sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebeb ihtâr edildi.
Bu asrın acîb bir hâssasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslam’ın fevkalâde safderûnluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi, binler seyyiâtı işleyen ve binler manevi ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse ona bir nev’i tarafdar çıkmasıdır.
Bu sûretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyân, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek ekseriyetin hatasına terettüb eden musîbet-i âmmenin devamına ve idâmesine, belki teşdîdine kader-i İlâhîye fetvâ verirler, ‘Biz buna müstehakız’ derler.
Evet, elması bildiği halde, yalnız zarûret-i kat’iye suretinde şişeyi ona tercih etmek rûhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamah ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstahak eder.
Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var. Yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.”[79]
Kabul Edilmiş Duaları Tekraren Yapmanın Hikmeti Nedir?
“Aynı Dua, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri, hâlbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca Duaları makbul olan zatlar musırrâne dua etmesi ve bilhassa o şey vaad-i İlâhîye iktiran etmiş ise, meselâ:
عَسٰىٓ اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا
‘Umulur ki Rabbin, seni övülmüş bir makam olan en büyük şefâat makamına kuvuşturur.’[80] Cenâb-ı Hakk va’d ettiği halde, her ezân ve kâmetten sonra edilen mervî duada:
وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًانِ الَّذى x وَعَدْتَهُ
‘Yâ İlâhî! Onu (sav), va’detmiş olduğun Makam-ı Mahmûd’a eriştir’[81] deniliyor. Bütün ümmet o va’di îfâ etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
Bu kadar tekrar ile kat’î verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey, meselâ, Makam-ı Mahmûd, bir uçtur. Pek büyük ve binler Makam-ı Mahmûd gibi mühim hakîkatleri ihtivâ eden bir hakîkat-i a’zamın bir dalıdır. Ve hilkat-i kâinâtın en büyük neticesinin bir meyvesidir.
Ve ucu ve dalı ve o meyveyi dua ile istemek ise dolayısıyla o hakîkat-i umûmiye-i uzmânın tahakkukunu ve vücûd bulmasını ve o şecere-i hilkatin en büyük dalı olan âlem-i bâkînin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinatın en büyük neticesi olan haşir ve kıyametin tahakkukunu; ve dâr-ı saadetin açılmasını istemektir.
Ve o istemekle, dâr-ı saadetin ve cennetin en mühim bir sebeb-i vücûdu olan ubûdiyet-i beşeriyeye ve daavât-ı insaniyeye kendisi dahi iştirâk etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksad için, bu hadsiz dualar dahi azdır.
Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Makam-ı Mahmûd verilmesi, umum ümmete şefâat-i kübrâsına işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadârdır. Onun için hadsiz salavât ve rahmet dualarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmettir.”[82]
“İ’lem eyyühe’l-azîz!
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın bazı âyetlerinin tekrarını iktizâ eden hikmetler, bazı ezkâr ve duaların da tekrarını iktizâ eder. Zira Kur’ân, hakîkat ve şeriat, hikmet ve ma’rifet kitabı olduğu gibi, zikir, dua ve da’vetin de kitabıdır. Duada tekrar, zikirde tezkâr, da’vette te’kîd lâzımdır.”[83]
Duaya Dâir Risâle-i Nur’dan Bazı Vecizeler
Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.[84]
Dua muhâl, hem ma’siyet olmamalı.[85]
Dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecâvüzâtını kırar.[86]
Niçin “Duam kabul olmadı” diye nazlanıyorsun? Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır.[87]
Yalnız biri iste. Yalnız biri çağır. Yalnız biri ara. Yalnız biri gör. Yalnız biri bil. Yalnız biri söyle.[88]
Kırık bir tahta parçası üzerindeki bir fakirin ve kalbi kırık bir masumun duasının hürmetine, denizin fırtınasının, şiddet ve hiddeti sükûnet bulur.[89]
DUADA TEVESSÜL
Sözlükte “Bir aracı vasıtasıyla maddî veya manevi derecesi yüksek birine yaklaşmayı arzu etmek, iyi amellerle Allah’a yaklaşmayı ummak” anlamındaki ‘vesl’ kelimesinden gelen tevessül, bir Müslüman’ın işlediği sâlih amelleri, Hazret-i Peygamber (sav)’i yahud velileri vesile yaparak Allah’a yakın olmaya çalışmasını ifade eder.[90]
Malumdur ki, İslâmiyet’e göre iki daire vardır: Birisi i’tikâd dairesidir ki, her şeyi Cenâb-ı Hakk’dan bilmektir.
Yani Allah’ın îcâdâtında ve terbiye ediciliğinde şeriki ve ortağı olmadığı gibi, icraatında ve işlerinde dahi ortağı olamaz. Evet, âlemde hakiki tesir yalnız onundur. Kâinatta hiçbir varlığın ve sebebin zerre kadar tesiri yoktur.
Nasıl ki güneşe karşı tutulan bir ayna, kendi kabiliyetine göre güneşin suretini içine alır, ışığını karşıya yansıtır. Hiçbir zaman o ayna, karşıya yansıttığı ışığın zerresine bile sahip olamaz. Belki o ışığın asıl kaynağı ve sahibi güneştir.
Aynen öyle de, bütün sebepler vasıtasıyla bize gelen her şeyin asıl kaynağı ve hakiki sahibi Cenâb-ı Hakk’dır. Sebepler ancak birer aynadır. O yaptıkları işlerin bir cüz’üne bile sahip olamazlar.
Binaenaleyh, i’tikâd dairesi ile esbap dairesini karıştırmamak icap eder. Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği üzere, her şeyin asıl sahibi Allah olduğunu kabul ettiğimiz yerde, sebeplere hakiki tesir vermemek gerektiği gibi, sebepleri tamamen devre dışı bırakmak, onlara sebeblik vazifesini vermemek de hatadır, Kur’ân-ı Kerîm’e muhalefettir.
Aynı zamanda o sebeplere müracaat ederken, onlara müracaat ettiğimiz gibi, onları sebep oldukları işlere sahip kabul etmek de şirk ve dalâlettir. Öyleyse şirk ve dalâlete düşmemek için, sebeplere müracaat etmekle beraber, asıl tesiri ve neticeleri de Cenâb-ı Hakk’tan bilmemiz gerekmektedir.
Bedîüzzaman Saîd Nûrsî Hazretleri bu hususta ‘Lemaât’ isimli eserinde özetle şöyle demektedir:
İslâm dininde Allah’tan başka yaratıcı olmadığını, sebep veya vasıtaların yaratma hususunda hiçbir tesirlerinin bulunmadığını kabul etmek temel bir esastır.
Çünki tevhîd inancı bu bakış açısını verir. Yalnızca Allah’a teslim olmak gerçeği bunu gerektirir. Allah’a tevekkül bu dersi verir. Allah’a kulluktaki samimiyet bunu gerektirir.
İslâm dininde evliyalar, bir ışık kaynağından yararlanan birer ayna gibidir. Kendi tabiatında bizzat ışığı olmayan fakat nurunu güneşten alan bir ayna olarak görülür. Demek Allah’ın sâlih kulları İlâhî nurların, feyizlerin ve tecellilerin yansıdığı birer aynadır.[91]
*
Her şeyi Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimizden bilmekle beraber âlimlerimiz bir kısım tevessül çeşitlerinin cevazına dair rivayetlerde bulunmuş ve hüsn-ü kabul göstermişlerdir. Şöyle ki:
Esmâ-yı Hüsnâ ile Tevessül
Bu tarz tevessül, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden birini veya bir kaçını vesile ederek bir şeyler istemek şeklindedir. ‘Ya Rab! Şâfî ismin hürmetine maddi-manevi hastalıklarıma şifa ver’ gibi. Bu nevi tevessüle Kur’ân-ı Kerîm bizi şöyle teşvik etmiştir:
“Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) ise Allah’ındır! Öyleyse ona onlarla dua edin.”[92]
*
Mevzua dair hadîs-i şerîflerden bir tanesi de şöyledir:
“Resûlüllah (sav), bir adamın şöyle dua ettiğini işitti:
‘Yâ İlâhî! Senin, kendisinden başka ilâh olmayan Allah olduğuna, bir olduğuna ve her şey her cihetle kendisine muhtaç olduğu hâlde kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Samed olduğuna, doğurmamış, doğurulmamış olduğuna, eşin ve benzerin olmadığına şehadet ederek senden istiyorum.’
Bunun üzerine buyurdular ki:
Nefsimi kudret elinde tutan zâta yemin olsun ki bu adam, Allah’tan İsm-i A’zam ile istedi. Onunla dua edildiğinde dualar kabul edilir, onun hürmetine istenildiğinde istekler yerine getirilir.”[93]
Salih Zât ile Tevessül
Tevessül hususunda bir kısım insanların itiraz ettiği tevessül, zât ile yapılan tevessül olmakla birlikte, bu çeşit tevessülün cevazı da yine hadislerle sabit olmuştur.
Aşağıdaki iki hadis buna en güzel iki misaldir.
Gözleri a’mâ bir sahâbî gelip, “Yâ Resûlallah! Dua et de, şifa bulayım” dedi.
Resûlüllah (sav): “İstersen dua edeyim şifa bul, istersen sabret sonu daha hayırlı olur” dedi.
Sahâbî: “Dua et” deyince, Resûlüllah (sav): “Güzelce bir abdest al, iki rekât namaz kıl ve şöyle dua et” buyurdular:
“Ya İlâhî! Senin peygamberin, Rahmet Peygamberi Muhammed (sav) hürmetine senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed (sav)! Şu ihtiyacım konusunda ben Rabbime senin adınla yöneliyorum. Rabbim! Bu ihtiyacımı gider. Ya İlâhî! O Peygamberini (sav) bana şefaatçi eyle.”[94]
Bu rivayete göre, Peygamberimiz (sav)’in şahsıyla yapılan tevessülde de hiçbir sıkıntı yoktur.
*
Diğer bir rivayet ise Hazret-i Ömer (ra)’ın Hazret-i Abbâs (ra)’ı vesile yapmasıdır. Burada dikkat çeken husus, Hz Ömer gibi bir şahsiyetin, duasında tevessülü doğrudan Hazret-i Peygamber (sav) ile değil de, amcası ile yapmış olmasıdır.
“Hazret-i Ömer (ra) yağmur duasına çıktığında, Hazret-i Abbâs (ra)’ı vesile yaparak: ‘Ya İlâhî! Bu Nebî (sav)’in amcası, onunla sana yöneliyoruz’ diyerek dua etmiş, Allah yağmur göndermiştir.”[95]
Kevserî bu rivayeti şöyle değerlendirmiştir:
Peygamberimiz (sav)’in amcası ile tevessül, Hazret-i Abbâs (ra)’ın Peygamber (sav)’e olan yakınlığı ve onun yanındaki kıymetiyle tevessül manasına gelir. Böylelikle bu tevessül, aynı zamanda Peygamber (sav) ile tevessül demek olur.
*
Şevkanî’nin değerlendirmesi ise şöyledir:
Gerçekten Peygamber (sav) ile hayatta iken tevessül sabit olmuştur. Ayrıca vefatından sonra ondan başkasıyla da sahabenin sükûtî icmâ’ı ile tevessül sabit olmuştur. Çünki sahabeden hiçbiri, Hazret-i Ömer (ra)’ın Hazret-i Abbâs (ra) ile tevessülünü yadırgamamıştır.
Tevessülün cevazını yalnız Peygamber (sav)’e tahsis etmenin, şu iki sebepten dolayı bir manası yoktur:
Birincisi, söylediğim gibi sahabe icmâ’ı vardır. İkincisi ise, ilim ve fazilet sahibi bir zât ile tevessül, gerçekte onun sâlih amelleriyle ve üstün meziyetleriyle tevessül demektir. Çünki fazilet sahibi olan kişi, ancak amelleriyle faziletli olur.
Bu durumda, “Ya ilâhî! Falan âlim ile ben sana tevessül ediyorum” diyen kimse, onun sahip olduğu ilim (ve amel) ile tevessül etmiş olmaktadır.[96]
Sâlih Amel ile Tevessül
Sâlih amelle tevessülün cevazı ise, Peygamberimiz (sav)’in bahsettiği mağarada kalan üç arkadaşın hikâyesinden anlaşılmaktadır.
Bu rivayet şöyledir:
“Resûlüllah (sav) buyurdular ki:
Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. Geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını kapadı. Aralarında:
‘Bizi bu kayadan, ancak sâlih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağınız dualar kurtarabilir’ dediler.
Bunun üzerine birincisi şöyle dedi: ‘Benim ihtiyar anne-babam vardı. Akşam olunca onlardan önce ne ailemden, ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün bir kısım işlerim beni uzaklara sevk etti. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü. Yâ ilâhî! Bunu senin rızan için yaptıysam, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!’
Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.
İkinci şahıs ise şöyle dedi: ‘Ya ilâhî! Benim bir amcakızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Onun nefsinden murâd almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim, kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada: Allah’ın mührünü gayr-i meşru’ olarak bozman sana haramdır, dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu hâlde onu bıraktım, verdiğim altınları da terk ettim. Ya ilâhî! Eğer bunları senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar.’
Kaya biraz daha açıldı. Ancak yine çıkabilecekleri kadar açılmadı.
Üçüncü şahıs dedi ki: ‘Ya ilâhî! Ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi az olan ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki malı çoğaldı. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve ‘Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde’ dedi. Ben de ‘Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür’ dedim. Adam, ‘Ey Abdullah, benimle alay etme’ dedi. Ben tekrar, ‘Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git, hepsini al götür’ diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü.
Ya ilâhî! Eğer bunu senin rızan için yaptıysam, bizi şu halden kurtar’ dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler.”[97]
Bu rivayetten İslâm âlimleri kişinin başına sıkıntı gelince samimi yaptığı amelleri vesile kılarak Allah’tan istenilebileceğini beyan etmişlerdir.
Vefat Etmiş Olanlarla Tevessül
Tevessül bahsinde en çok mevzu edilen ve ihtilâfa düşülen tevessül çeşitlerinden biri olmakla birlikte yukarıda Şevkânî’nin de ifade ettiği gibi bu tarzdaki tevessül de câizdir. Aşağıdaki rivayet ise buna delildir.
Hazret-i Ali (ra) der ki:
“Annem Fâtıma binti Esed vefat ettiği zaman, Resûlüllah (sav) kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı. Cenaze namazını kıldırdı ve cenazesinin üzerine 70 tekbir aldı. Peygamberimiz (sav) Fâtıma binti Esed’in kabrine indi. Genişletir gibi kabrin köşelerine işaret etti ve kabrin içine uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşarmıştı. Gözyaşları, kabre damladı.”[98]
Peygamberimiz (sav) Fâtıma binti Esed’i hayırla yâd ettikten sonra: “Ey Rabbim! Annem, Fâtıma binti Esed’i af ve mağfiret et! Ona hüccet ve delilini öğret. Girdiği yerini genişlet! Benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duamı kabul buyur. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah!’ diye dua etti.”[99]
Bu duada da kendi duasının kabulü için Peygamberimiz (sav) önceki peygamberleri vesile yapmıştır.
Câmid Varlıklarla Tevessül
Tâbiînden Zührî (ra) diyor ki:
“Doğruluğundan şüphe duymadığım Ensar’dan bir kişi bana şöyle anlattı: Resûlüllah (sav) abdest aldığı zaman sahabeler hemen koşuşur, onun abdest suyunun arta kalanından ve sıçrayanlardan alarak yüzlerine ve bedenlerine sürerlerdi.
Yine bir defasında Resûlüllah (sav) abdest almıştı. Sahabeler de onun abdest suyunu almak için koşuşturmuşlardı. Resûlüllah (sav) onlara: ‘Niçin böyle yapıyorsunuz’ diye sorunca sahabeler, ‘Bununla hayır ve bereket umuyoruz’ demişlerdi. Resûlüllah (sav) onların böyle yapmalarına kızmamıştı, ancak şöyle buyurdu: ‘Kim, Allah ve Resûlünün kendisini sevmesini istiyorsa doğru konuşsun, kendisine verilen emaneti korusun ve komşusuna eziyet vermesin.’[100]
Başka bir rivayette ise şöyle gelmektedir:
Hâlid b. Velid (ra) Yermuk Savaşı’nda sarığını kaybetti. Askerlerine “Onu arayın!” diye emretti. Aradılar bulamadılar. Aramaları için tekrar emredince bu sefer buldular. Baktılar ki eski bir sarık imiş.
Bunun üzerine hazreti Hâlid (ra) şunları söyledi: “Resûlüllah (sav) saçını kesmişti. Ashâb saçlarını aldılar, ben de perçeminden birkaç kıl aldım, bu sarığın içine koydum. Bunu yanıma alarak girdiğim bütün savaşları kazandım.”[101]
Yukardaki meselelerden anlaşıldığı üzere tevessül İslâmiyet’te yasaklanmamış, aksine hadîs-i şerîflerden de anlaşılacağı üzere teşvik edilmiştir.
Tevessüldeki hassas nokta, vesile kılınanı kesinlikle vesilelikten çıkarmamak, istediğimiz şeyi verecek zatın Allah olduğuna kat’î inanmaktır.
[1] Râgıp el-İsfahânî, Müfredât-ü Elfâzı’l-Kur’ân
[2] Yunus, 106
[3] Bakara, 23
[4] İsrâ, 52
[5] Furkân, 77
[6] Mü’min, 60
[7] Bakara, 186
[8] Mü’min, 14
[9] A‘râf, 55
[10] A‘râf, 180
[11] Tâhâ, 7
[12] Neml, 62
[13] Şûrâ, 26
[14] Secde, 16
[15] İsrâ, 11
[16] Fussılet, 51
[17] Mü’minûn, 117
[18] Bakara, 200
[19] Tirmizî, Deavât, 1, hn: 3372; Ebû Dâvûd, Salât, 358, hn: 1481
[20] Tirmizî, Deavât, 1, hn: 3371
[21] Ahmed, Müsned, c. 2, s. 445
[22] Buhârî, Teheccüd, 14
[23] Tirmizî, 2, Deavât, hn: 3373
[24] Kenzu’l-Ummâl, c. 2, s. 62, hn: 3116
[25] Câmiu’l-Usûl, c. 4, s. 163, hn: 2133
[26] Tirmizî, Deavât, 105, hn: 3556
[27] İbn-i Hibbân, c. 3, s. 177, hn: 894
[28] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, c. 11, sh 193, hn: 8392
[29] Tirmizî, Deavât, 1, hn: 3370; Hâkim, Müstedrek, c. 1, s. 490
[30] Hâkim, Müstedrek, c. 1, s. 492
[31] Taberânî, Mu‘cemu’s-Sağîr, c. 2, s. 21, hn: 708
[32] Tirmizî, Deavât, 102, hn: 3548
[33] Taberânî, Mu‘cemu’l-Kebîr, 6, s. 251, hn: 6128
[34] Kenzu’l-Ummâl, c. 16, s. 466, hn: 45475
[35] Ahmed, Müsned, c. 2, s. 23
[36] Buhârî, Tevhîd, 31
[37] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, c. 2, s. 364, hn: 1073
[38] Tirmizî, Deavât, 66, hn: 3479
[39] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, c. 3, s. 433, hn: 1919
[40] Taberânî, Mu‘cemu’l-Kebîr, c. 18, s. 259, hn: 647
[41] Müslim, Salât, 215, hn: 482
[42] Buhârî, Mezâlim, 9
[43] Tirmizî, Deavât, 79, hn: 3499
[44] Tirmizî, Birr, 7, hn: 1905; İbn-i Hibbân, c. 6, s. 416, hn: 2699
[45] Tirmizî, Deavât, 129, hn: 3598
[46] Müslim, Zikir ve Dua, 88, hn: 2733
[47] Kenzu’l-Ummâl, c. 2, s. 98, hn: 3315
[48] Tirmizî, Deavât, 129, hn: 3594
[49] İbn-i Hibbân, c. 3, s. 256, hn: 975; Ebû Dâvûd, Salât, 358, hn: 1484
[50] Tirmizî, Deavât, 10, hn: 3385
[51] Buhârî, Deavât, 1
[52] Müslim, Salât, 118, hn: 429
[53] Tirmizî, Deavât, 110, hn: 3562
[54] Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 334
[55] Ebû Dâvûd, Salât, 358, hn: 1480
[56] Taberânî, Mu‘cemu’l-Evsât, c. 6, s. 310, hn: 6495
[57] Ebû Dâvûd, Salât, 358, hn: 1481
[58] Tirmizî, Vitr, 21, hn: 486
[59] Ahmed, Müsned, c. 38, s. 332
[60] Buhârî, Deavât, 22
[61] Hâkim, Müstedrek, c. 1, s. 498
[62] Buhârî, Deavât, 63; İbn-i Mâce, İkametu’s-Salât, 14, hn: 852
[63] Ebû Dâvûd, Vitr, hn: 1487
[64] Ahmed, Müsned, c. 27, s. 98
[65] Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 541; Taberânî, Mu‘cemu’l-Kebîr, c. 11, s. 223, hn: 11560
[66] Mektûbât 1, s. 131
[67] Mektûbât 1, s. 129
[68] Lem‘alar, s. 138
[69] Mektûbât 1, s. 131
[70] Mektûbât 1, s. 131
[71] Mektûbât 1, s. 128 – 129
[72] Sözler, s. 109-110
[73] Sözler, s. 377
[74] Mektûbât 1, s. 130
[75] Mektûbât 1, s. 130
[76] Sözler, s. 108-109
[77] Emirdağ Lâhikası, 14.Mektûb
[78] Mektûbât 1, s. 123
[79] Kastamonu Lâhikası, s. 26
[80] İsra, 79
[81] Buhârî, Ezan, 8
[82] Şuâ‘lar 1, s. 91-92
[83] Mesnevî-i Nûriye, Şu‘le
[84] Mesnevî-i Nuriye, s. 96
[85] Sözler, s. 377
[86] Tılsımlar, s. 86
[87] Sözler, s. 151
[88] Tılsımlar, s. 148
[89] Mesnevî-i Nuriye, s. 65
[90] Diyânet İslâm Ansiklopedisi, Tevessül maddesi
[91] Sözler, s. 368
[92] A‘râf, 180
[93] Tirmizî, Deavât, 64, hn: 3475
[94] Tirmizî, Deavât, 119, hn: 3578; Ahmed, Müsned, c. 4, s. 138
[95] Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 334
[96] Zekeriya Güler, Vesile ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri, İlam Araştırma Dergisi, c. 2, s. 1, 1997
[97] Buhâri, Edeb 5; Müslim, Zikir 100
[98] Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 108
[99] Mu‘cemu’l-Kebîr, c. 24, s. 351, hn: 871
[100] Abdürrezzâk, el-Musannef, c. 11, s. 7, hn: 19748
[101] Heysemî, c. 9, s. 582, hn: 15882
Alıntıdır
Bir yanıt yazın