Kur’ân-ı Kerîm, Allahu Teâlâ’nın kelam (konuşma) sıfatının en yüksek mertebede bir tecellisidir. İsm-i Azam’dan ve bütün isimlerin en azamî mertebelerinden gelmiştir. Bu yüzden önceki semavî kitaplar da dâhil hiçbir söz Kur’ân’a yetişemez. Mucizelikleri, hârikalıkları saymakla bitmez. Mânâları, edebiyat ve belâgatı mucize olduğu gibi harfleri de mucizedir ve pek çok gizli sırları taşır.
İslâm dünyasında asırlardır “Şu âyet okunursa filan derde iyi gelir” veya “yazılıp boyunda taşınırsa şöyle bir faydası olur” gibi rivâyetlerin veya hastaların üzerine şifa âyetleri okuyup üflemek gibi uygulamaların dayandığı bir hakîkat elbette vardır. Bu makalemizde, Üstad Bedîüzzaman’ın 28. Lem’a Kef-Nun bahsindeki izahlarına dayanarak,bu hakîkatin üzerindeki perdeyi bir nebze de olsa aralamaya çalışacağız.
Kur’ân âyetlerinin, harflerinin, hangisinin neye karşı okunacağı hakkında pek çok hadis-i şerif rivâyetleri olduğu gibi sırf bu konuda yazılmış bazı kitaplar vardır. Hadislerden bazıları şöyledir:
Ebû Saîd el-Hudrî (ra) rivâyet ediyor ki, bir gün yolculuk esnasında sahâbelerden bir grup bir kabileye rast geldiler. İçlerinden biri, zehirli bir hayvan tarafından ısırılmış olan kabile reisine Fâtiha Sûresi’ni okuyarak şifa bulmasına
vesile oldu. Daha sonra bunun karşılığında aldıkları bir miktar koyun sürüsüyle Resûlullah (asm)’ın huzuruna gelip durumu anlattılar. Peygamber (asm) güldü ve “Sana bu sûrenin bir rukye (okuma tedâvisi) olduğunu bildiren
nedir? Bu sürüyü alın, bana da bir pay ayırın!” buyurdu. (Buharî, Tıp, 51)
Hz. Aişe (ra) şöyle rivâyet etmiştir: “Ailesinden biri hastalandığı vakit Resûlullah (asm) Felak ve Nâs sûrelerini okuyarak onun üzerine üfürürdü.” (Müslim, Selam, 50)
İmran bin Husayn (ra) Allah Resûlünden (asm) şöyle rivâyet etmiştir: “Okuyarak tedâvinin (en faydalısı) ancak
nazar değmesi ve zehirlenmeler içindir.”(Ebû Dâvûd, Tıp, 18)
Sahih hadis kitaplarında hastaların okuyarak tedâvi edilmesine dâir bunlar gibi pek çok rivâyetler ve bu konulara ayrılmış bâblar vardır. Bütün bu rivâyetler gösteriyor ki, harfler de maddî ilaçlar gibi hastalıkları tedâvi edebilecek bir etkiye sâhiptir.
ALLAHU TEÂLÂ’NIN KELÂM SIFATI HAKKINDA
Allah (cc) Yâsîn Sûresi’nde şöyle buyurur: “Bir şeyi(n olmasını) dilediği zaman, O’nun emri, ona sâdece “Ol!” demektir, (o da) hemen oluverir.” (Yâsîn, 82)
Âyetten anlaşıldığı üzere, Allahu Teâlâ’nın, her bir şeyi yaratırken ona “ol” demek gibi bir İlâhî âdeti vardır. Bu “ol emri” ise Allah’ın kelâm sıfatının bir tecellisidir. Bu ve benzeri âyetlerdeki ol deyince oluvermek, ifadelerinin ne anlama geldiği hakkında Bedîüzzaman Hazretleri meâlen şöyle der: “Kur’ân’da bazen, kudret eserini (yaratmayı),
irâde ve kelâmdan (emir bir kelâmdır) geliyormuş gibi tâbirler, gâyet süratle yaratmayı ve varlıkların (yaratmaya) itaatini gösterdiği gibi aynı zamanda, o emir, kudret gibi hükmediyor demektir. Yani, emr-i tekvînîden (ol emrinden) gelen harfler, maddî kuvvet hükmünde varlıkların vücuda gelmesinde hükmeder. Ve emr-i tekvînî (ol emri), âdeta, ayn-ı kudret ve ayn-ı irâde olarak görünür.” (Osmanlıca Lem’alar, 28. Lem’a)
Hz. Üstadın bu paragrafta kasdettiği ânânın izahı için Allah’ın sübûtî sıfatlarından olan kelâm sıfatı hakkında bazı açıklamalarda bulunmak gerekir. Şöyle ki: Ehl-i Sünnet kelâm âlimlerinin bildirdiğine göre, Allah’ın ezelî kelâmı, yani sözü, kelimelerden, harflerden ve parçalardan oluşmaz. O’nun kelâmı, diğer sıfatları gibi mahlukların sıfatlarına benzemez.
Maturidiye Akâidî kitabında, İmam Nureddin Es-Sabûnî (ra) kelâm sıfatını şöyle anlatır: “Allahu Teâlâ ezelî ve ebedîdir, tek bir kelâm ile konuşucudur. Bu kelâm O’nun zâtı ile kâim (var) olup O’nun ne aynıdır, ne de O’ndan gider. Allah’ın kelâm sıfatı harflerden ve seslerden oluşmadığı gibi parçalara ve kısımlara ayrılması da mümkün değildir.”
Evet, Allah’ın kelâmı harflerden oluşmaz ve Allah’ın zâtından parçalar hâlinde ayrılıp bir tarafa doğru gitmez. Fakat onun kelâm sıfatının tecellisi ile yaratılan ve onu temsil eden emr-i tekvînîden gelen harfler eşyanın yaratılmasında maddî kuvvetler gibi tesir ederler.
Ehl-i Sünnet büyükleri, kelâmı (konuşmayı); kelâm-ı nefsî ve kelâm-ı lafzî olarak ikiye ayırmışlardır. Allah’ın ezelî sıfatı olan kelâm, ancak kelâm-ı nefsîdir. Bunun tecellisi olarak oluşan harfler, sesler ise kelâm-ı lafzîdir ki bu kelâm ezelî değil, hâdis ve mahluktur.
Bu konuda büyük ilm-i kelâm âlimi Sadeddin Taftazânî (ra) Şerhu’l-Akaid’deki uzun açıklamalarının ardından şöyle der: “Hâdis (sonradan, mahluk) olan kelâm-ı lafzînin (ses ve harfle olan sözün) Allahu Teâlâ’nın zâtı ile kâim (var) olması da imkânsız olduğuna göre, (O’nda, yalnız ezelî olan) kelâm-ı nefsinin varlığı sâbit olur.”
“OL EMRİNDEN” GELEN HARFLERİN MADDÎ TESİRİ
Bedîüzzaman Hazretleri’nin “Allah’ın ol emrinden (emr-i tekvînîden) gelen harfler, maddî kuvvet gibi varlıklar üzerinde tesir eder.” mealindeki ifadesinden anlaşıldığına göre, Allah, ezelî kelâmı ile “ol” diye emrettiğinde,
bu ol emrinden gelen, yani onun vesilesiyleortaya çıkan lafzî harfler, Arş’tan yere doğru zamansız olarak, âniden
iner ve yaratılacak şeye temas ederek onun yaratılmasında maddî bir güç gibi iş yapar. Arştan yere doğru inen bu kudsî harfler, yukarıda geçtiği gibi, bizzat Allah’ın kelâmı değil, o kelâmın tecellisiyle yaratılan kelâm-ı lafzînin harfleridir. O’nun kelâmı harflerden oluşmaktan münezzehtir.
Harflerin, yaradılıştaki bu rolleri meleklerin vazifesine benzer. Melekler de Allah’ın yaratmasında zâhiren bazı görevler yaparlar. Mesela Kur’ân’da rüzgârları meleklerin estirdikleri ve hadis-i şerifte her bir yağmur tanesini bir meleğin indirdiği bildirilmiştir.
Hâlbuki asıl iş gören Allahu Teâlâ’nın kudretidir, melekler değildir. Aynen bunun gibi, emr-i tekvînîden (ol emrinden) gelen harfler, bazı şeylerin yaratılmasında zâhiren görev yaparlar. Fakat hakîki iş gören harfler değil bizzat Allah’ın kudretidir.
Bedîüzzaman Hazretleri aynı risâlede, bahar mevsimi başında, bademlerin çiçek açması zamanında, bahar rüzgârının tomurcuklara temas etmesi ile gelen ol emri harflerinin çiçeklerin açılmasına vesile olduğunu ve kendisinin bizzat bu manevî hâdiseyi müşâhede ederek gördüğünü anlatır.
Bu hâdise, normalde görülebilecek bir şey olmadığı halde, Allah’ın bir lütfu olarak “ol der ve oluverir” âyetinin mühim bir mânâsının, yani tekvînî harflerin yaradılıştaki rollerinin bilinmesi için Hz. Üstad’a gösterildiği anlaşılmaktadır.
İşte, bütün âlemde cereyan eden faâliyetlerde, Allah’ın kurduğu, harflere dayalı böyle bir yaratma düzeni vardır.
Devamlı bir surette Allah’ın ol emrinin tecellisinden gelen harfler, varlıklar üzerine iner ve onları şekillendirir, üzerlerinde işler yapar. “Gökten yere (her) emri, (O) tedbir (ve idâre) eder” (Secde, 5) âyeti bu mânâyı ifade eder gibidir. Yani, İlâhî emir ve o emrin harfleri gökten yere sürekli olarak iner…
Diğer bir âyette de “Yaratmak ve emir Allah’ındır” (Araf, 54) buyrularak yaratmak emirle birlikte zikredilmiş, kelâm sıfatının bir nevi olan emrin yaratmakla olan ilgisine dikkat çekilmiştir. Fakat tekrar vurgulayalım. Bütün bu işleri yapan aslen kudret-i İlahiyedir. Harfler sırf zâhirî bir sebebdir, Allah tarafından kurulmuş yaratma düzeninde kullanılan melekler gibi zâhirî vesilelerdir, hakîki tesir yalnız Allah’a âittir.
Mesnevî-i Nuriye’de denildiği gibi لا مؤثرفي الكون الاالل , yani Allah’tan başka, kâinatta gerçek tesir sâhibi bir şey yoktur…
KUR’ÂN HARFLERİNİN MADDÎ TESİRLERİ
İşte burada, Kur’ân harflerinin tesir ve etki sâhibi olması mevzusu devreye giriyor ve iki kısım harf söz konusu oluyor. Biri, tekvînî emirlerden gelen ve gökten inen harfler; ikincisi, yerde insanlarca okunan ve yazılan Kur’ân harfleri.
Bu iki kısım harflerin aralarında şöyle bir münâsebet vardır: Yerde okunan Kur’ân harfleri hangi maddî faydaya sâhip ise gökten o konuda İlâhî emrin inmesine sebeb olur ve o inen harfler ile bu Kur’ân harfleri birleşir. Yani Hz. Üstadın tabiriyle Kur’ân harfleri âhizelik yaparak tekvinî emirden gelen harfleri içine alır.
Mesela ağrının iyileşmesi için okunan bir âyet ise, Allah’tan şifa emrinin inmesine vesile oluyor ve bu âyetin harfleri, şifa için gelen İlâhî emrin harflerini içine alarak, yani âhizelik (alıcılık) yaparak kuvvet kazanıyor ve maddî
ilaç gibi o hastalığa şifa oluyor.
Hastalıklara şifa için okunan şifa âyetlerini, nazardan korunmak ve şifa bulmak için okunan nazar âyetini, düşmanlardan korunmak için okunan Âyete’l-Kürsî’yi, sihirden korunmak ve kurtulmak için okunan Felak ve Nâs sûrelerini burada numune olarak sayabiliriz.
Üstad Bedîüzzaman bu mânâyı, hulâsa olarak şöyle anlatır:
“Kur’ân’ın kudsî harfleri, hususan sûre başlarında bulunan “elif-lam-mim” gibi İlahî şifrelerin harfleri, Allah’tan gelen muntazam (düzenli) ve nihâyetsiz, hassâs ve zamansız emirleri dinliyorlar ve yapıyorlar.” (28. Lem’a)
“İlâhî şifreler olan sûre başlarındaki harfler, havanın zerreleri içinde, zamansız, gizli ve incecik bağlantı tellerini harekete getirecek birer düğme harfi olduklarını ve yerden Arş’a manevî telsiz telefon gibi kudsî bir haberleşmeyi yerine getirmeleri, o İlâhî kudsî şifrelerin (Kur’ân harflerinin) vazîfesidir.” (28. Lem’a)
Netice olarak: Bir mümin, Kur’ân harflerindeki kudsiyete yakışan hâlis bir niyetle ve doğru bir nazarla bir Kur’ân âyetini veya harfini okuduğu zaman, sanki bir haberleşme düğmesine basmış gibi olur. Veya onun ağzından çıkarak havada oluşan harf, sanki bir haberleşme ağının düğmesi imiş gibi havadaki gizli İlahî düzeneği çalıştırarak bir mesaj çekmiş gibi olur.
Bunun üzerine, derhal ve zamansız bir şekilde, ol emrinin harfleri bu Kur’ân harflerinin üzerine inerek onlara karşılık verir ve o harfleri tesir ve kuvvet sâhibi yapar. İşte kurulan bu manevî düzen sâyesinde, okunan veya yazılan Kur’ân harfleriyle pek çok maddî işler yapılabilir ve tarih boyunca yapılmıştır.
Harflerin okunarak, yazılarak, hatta zihinden geçirilmekle dahi bu özelliklere sâhip olabileceğini Hz. Üstad aynı risâlede şu mealde ifade etmiştir: “Harflerin havadaki varlıkları bu özelliğe sâhip olduğu gibi, insan zihnindeki
varlıkları, hatta kâğıt üzerine yazılmış şekilleri dahi bu özelliğe sâhiptir. Demek o kudsî harflerin okunmasıyla ve yazılmasıyla, maddî ilaç gibi şifâ ve başka maksadlar elde edilebilir.” (28. Lem’a)
Günümüzde hâkim olan maddeci felsefenin bakış açısı, gözüyle görmediği ve aslını bilmediği şeyleri hurâfedir deyip inkâr etse de işin aslı budur.
Rabbimizden niyazımız, insanlığın içine düştüğü madde sarhoşluğundan ayılarak, gözünü mâneviyata açması, akıl ve kalplerin Kur’ân’ın hidâyetiyle nurlanmasıdır.
Bir yanıt yazın