Şefkatle yapılan nasihat tesir eder
Hem ehl-i kemâl ve selef-i salihînin siyerlerine dikkat ettiğimizde, ekserîyetle onların, fazîlet ve kemâlâtlarının vesîlesi ve rızâ-yı ilahî’ye sebep olan, “Nefis her şeyden ednâdır, hizmet her şeyden âlâdır.” düsturunu ve “Topluma hizmet eden, toplumun efendisidir.” hadîsini kendilerine rehber yaparak, birer çekirdek gibi hizmet toprağında çürüdüklerini, fakat her birisinin derecesine göre feyiz ve bereketleriyle bütün mü’minlerin kalplerine uzanan ve onların muhabbetlerini celb eden, asırlarca belki ebede kadar yaşayan, mânevî birer ağacı sümbül verdiklerini görüyoruz.
Nasihatin müessir olmasının sebeplerinden birisi, şefkat ve muhabbettir. Evet, bir cemaati severek ve onlara acıyarak yapılan bir ders, tesir eder. Çünkü topluma kendini sevdirmeyen bir zâtın, onlara istediklerini kabul ettirmesi, çok müşkil olur. Eğer her şeyden evvel o zât, o topluma kendini sevdirirse, nasihatini onlara kabul ettirmesi de o nispette kolay olur. Çünkü genellikle insan, sevdiğinin kusur ve hatasını görmek istemez, görse bile tevil eder. Sevmediğinin ise hasenât ve iyiliğini görmek istemez, görse bile fenâlık şeklinde yorumlamaya çalışır. Bir şairin dediği gibi; “Muhabbet gözü, bütün ayıplara karşı zayıftır, görmez. Fakat dargınlığın gözü, bütün hatâları ortaya çıkarır.” Cemaatin sevgisini temin etmek ise yapmacık değil, belki Allah’ın rızasına uygun, hakîki bir şekilde o cemaati sevmek ile mümkün olabilir. “Kalpten kalbe yol vardır.” cümlesi de bu hakîkati ifade ediyor.
Demek, kendilerine faydalı olmaya çalıştığımız insanlara, ne kadar şefkat edip onları seversek, o kadar onların sevgilerini kazanıp, onlara faydalı olabiliriz. Eğer peşin bir hükümle “Bunlardan bir hayır gelmez!” deyip öyle muamele edersek, “Kulum beni nasıl düşünürse, ben ona öyle muâmele ederim.” hakîkati tahakkuk eder, gerçekleşir ve biz o cemaatten bir hayır göremeyiz.
Asr-ı saadette ashâb-ı kirâmdan iki zât bir arada otururken, başka bir sahâbe gelip, selam verip önlerinden geçtikten sonra, onlardan birisi demiş ki: “Vallâhi bu zât beni çok sevdi.” Diğeri: “Neden yemin ediyorsun, seni sevdiğini nereden bildin?” diye sormuş. Arkadaşı cevaben: “Çünkü, ben onu çok sevdim” demiş.
Demek insan, Allah için kimi severse, şüphesiz o da onu sevecektir. Zaten “El-hubbu lillâh”, mü’minin mü’mini Allah için sevmesi, Rahmanî bir düsturdur. Âyette, meâlen, “Gerçekten müminler, ancak kardeştir.” buyrulmuştur. Kardeşliğin şe’ni ise, birbirini sevmektir. Cenâb-ı Hakk’ın bu emri dahi, mü’minleri sevmenin ne kadar lüzûmlu, belki o sevginin vahdet-i ictimaîyeye, toplumun birlik ve beraberliğine vesîle olması cihetiyle, dünya ve âhiret saadet ve selâmetinin bir temel taşı olduğunu gösterir.
Elhâsıl; nasihatin müessir olması, cemaatin sevgisini kazanmakladır. O da ancak cemaati sevmekle mümkün olabilir.
Zaten cemaati sevmemek, o cemaate bir değer ve kıymet vermemek demektir. Kıymetini bilmediğin bir toplum ise seni dinlemez, dinlese de ekseriyetle dediğini yapmaz. Bu da “Herkesi kendinden iyi bil!” şeklinde ifâde edilen mütevâzilik ölçüsüne ve “Her mü’min, hüsn-i zanla memurdur.” düsturuna muhâlif ve o cemaate karşı İslâmiyetçe yasak olan bir sû-i zan olur.
HİZMET HER ŞEYDEN ÂLÂ
“İyiliği Allah’tan, fenâlığı kendinden bil!” diye ifâde edilen, âlî hakîkate binâen, cemaate faydalı olamıyorsak, kusuru cemaatte değil, kendimizde aramamız îcab eder. “Evet, her kim ihlâs ile ne isterse, Allah verir.” Biz de bu kaidenin şumûlüne dâhiliz. Eğer azm ile, ihlâs ile cemaatin istifâdesini gâye-i maksat yapsak, Allah isterse ve hikmetine de uygun olursa, cemaate de kabul ettirir.
Hem bu ümmetin bütün ümmetler arasında en hayırlı ümmet olması da, bu ümmetin ne kadar âlî bir kıymete sahip olduğunu gösterir.
Hem ehl-i kemâl ve selef-i salihînin siyerlerine dikkat ettiğimizde, ekserîyetle onların, fazîlet ve kemâlâtlarının vesîlesi ve rızâ-yı ilahî’ye sebep olan, “Nefis her şeyden ednâdır, hizmet her şeyden âlâdır.” düsturunu ve “Topluma hizmet eden, toplumun efendisidir.” hadîsini kendilerine rehber yaparak, birer çekirdek gibi hizmet toprağında çürüdüklerini, fakat her birisinin derecesine göre feyiz ve bereketleriyle bütün mü’minlerin kalplerine uzanan ve onların muhabbetlerini celb eden, asırlarca belki ebede kadar yaşayan, mânevî birer ağacı sümbül verdiklerini görüyoruz.
Zâten Resûlûllah’ın dünyaya gelirken “Ümmetî! Ümmetî!” demesi ve ruhunu Rahmân’a teslîm ederken “Ümmetî! Ümmetî!” demesi ve yine haşirde kabrinden kalkerken “Yâ Cebrâil ümmetimin hâli ne oldu?” diye, ümmetini Cenâb-ı Hakk’dan dilemesi, bu ümmetin ne kadar değer ve kıymete, merhamet ve şefkate lâyık olduğunu ve Allah için, insanlığa ve bilhassa bu ümmete hizmet, şefkat ve muhabbet ise, bütün kemâlât ve fazîletlerin vesîlesi olduğunu ispât eder.
Bu azîm ve eşsiz şefkat ve merhameti yaşamaya çalışan Resûlûllah’ın mağara arkadaşı Ebûbekir Sıddîk (ra) da: “Yâ Rab, beni cehenneme gönder ve cehennemde cesedimi o kadar büyüt ki, ümmet-i Muhammed’e yer kalmasın!” diyerek, ümmet-i Muhammedîye’ye olan büyük şefkatini göstermiştir. Resûl-i Ekrem (asm) ile Ebûbekir Sıddîk (ra)’ın bu azîm şefkat ve merhametlerinin bir nebzesini göstermek için, Bedîüzzamân Hazretleri, “Ben cemiyetin îman selameti yolunda, âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne cennet sevdâsı var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin îmanı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindân olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücûdum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.” sözleriyle, şefkat ve muhabbetini gösterdiği gibi, Ahmed Husrev Efendi de: “Bu millet cennete giderse, biz de cennete; eğer bu millet cehenneme giderse biz de cehenneme…” diyerek, bu ümmete ne kadar muhabbet lâzım geldiğini, lisân-ı kaal ve halleriyle ifâde edip, en güzel örneği teşkil etmişlerdir.
İNSANLARIN İMANINA HİZMET
İşte bu ümmetin kıymetini idrâk edip, ümmete muhabbet ve şefkat ile hizmet etmek husûsunda başta Resûlullah (asm) olmak üzere, bütün ehl-i kemâli rehber etmek lâzımdır. Hem bu asrın insanlarına karşı, şefkatli bir vâlidenin, evlâdına yaptığı gibi muamele etmek gerekiyor. Nasıl ki hasta bir çocuk, acı olan ilaçların vesilesiyle, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan edeceği şifâyı bilmediğinden, o ilaçları içmek istemiyor. Şefkatli anne, ise işin farkındadır. Bu durumda çocuğa: “Haydi ne hâlin varsa gör!” demiyor. Belki şefkatinin muktezâsı olarak, her imkânı değerlendirerek, azm ve samîmiyetle o ilaçları çocuğa vermeye çalışıyor. O azm ve samîmiyetin bir kerâmeti olarak, çocuğa ilaç içirmeye, Rabb-ı Rahîm’in izniyle muvaffak oluyor.
Aynen öyle de, birçok insanımız, ibâdeti terk etmenin ve günâhları işlemenin, dünyevî ve uhrevî sıhhat ve saadetlerini yok eden hastalıklar olduklarının farkında değiller. Onun için Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmiyorlar ve yasaklarını da terk etmiyorlar. Öyle ise bu durumu fark eden ehl-i ilim ve kemâlin, o insanları kendi hallerine bırakmamaları; belki şefkatli anneler gibi her türlü fırsatı değerlendirerek, onları bu halden alıkoymaya çalışmanın, kendilerini mes’uliyetten kurtarmaya vesîle olduğu gibi, o ilim ve kemâlin de terakkîsine ve inkişâfına sebep olur, diye düşünerek o insanların ellerinden tutmaları; ve fazîletin muktezâsı olarak, onların kurtuluşu için keyiflerini bir parça terk etmeleri îcab ediyor. Çünkü bid’aların ve haramların istilâ ettiği böyle bir zamanda cihâd-ı mânevî denilen, insanların imanına hizmet, muzâaf bir farz-ı ayn olmuştur.
Cenâb-ı Erham’ûr-Râhimîn, selef-i sâlihînin ve ehl-i kemâlin, bu ümmete karşı gösterdikleri sevgi, fedâkârlık ve şefkati bizlere de ihsân eylesin ve bizleri onların zümresine ilhâk eylesin. Âmin.
“Ben cemiyetin îman selameti yolunda, âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne cennet sevdâsı var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin îmanı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindân olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücûdum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.” Bedîüzzamân Hazretleri
Bir yanıt yazın