Doç. Dr. Muhammed Mustafa Salih
Sudan Hartum Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslami İlimler Bölümü Öğretim Görevlisi ve Risale-i Nur Araştırmaları İlmi Dergisi Yayın Kurulu Üyesi
بسم الله الرحمن الرحيم
İslam dini ilim ve marifetten uzak olan geri kalmış, ümmi bir topluma geldi ve toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkardı. Kendi aralarında savaş halindeyken, ihtilaf içindeyken birleştirdi. Maalesef güçlü zayıfı eziyordu, mal ve servet sahibi başkalarına zülüm edip mallarını haksız yere faiz ile yiyordu. Hatta Arap kabileleri birbirilerine zülüm etmekte iftihar ediyorlardı. Yaygın ve meşhur bir söz olarak şunu söylüyorlardı: “Kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et.” Çok basit sebeplerden dolayı Dahis, Besûs gibi savaşları çıkarıyorlardı.
Arap kabilelerini o zamanda saran siyasi, ekonomik, toplumsal zulümleri az çok hepimiz duymuşuzdur. Bu tarz problemler veya hayal dahi edemeyeceğimiz tarzda zulümler sadece Arap yarımadasında değil, o zamandaki birçok devlette benzer durumlar vardı. Dünya tarihi, İslam dini gelmeden önce süreli gaddar savaş olayların ve meliklerin, ordu komutanlarının kendi şehvet duygularını doyurmak için şiddetli çatışmaların yaşandığı bir kayıt cihazından ibaretti.
İnsanlığın bi’setten önce sıkıntı çektiği en bariz olaylar, toplumun en ince damarlarına kadar yerleşmiş olan asabiyetten ve tabakalaşmadan neş’et etmekteydi. Eşrafın, efendilerin, meliklerin olduğu bir tabaka vardı ve hemen altında üst tabakayla sürekli bağlantıda olup onların nüfuzundan istifade etmek isteyen askerler, tacirler… Bu toplumsal tabakalaşmanın en altında olan ve sürekli zulme maruz kalan zayıflar ve masumlar vardı. Herhalde hepimiz, toplumsal hayatı çok sıkıntılara sürükleyen Hindistan’daki toplum tabakalaşmalarını, yakın zamana kadar Güney Afrika’da olan şimdi ise Avrupa ülkelerinde ve kuzey Amerika’da renkten dolayı toplumda yaşanan olumsuzları duymuşuzdur. Bu tarz toplumsal sıkıntılar cahiliye döneminin kalıntıları olarak zikredilmektedir.
İslamiyet’ten önce insanlık toplumlarında bulunan bütün bu olumsuz durumlar, insanın fıtratıyla hiçbir şekilde örtüşmemekteydi. Çünkü Allah insanı şerefli ve yüce bir gaye için yarattı. O da Allah’a kul olmak ibadet etmektir. İbadet kapsayıcı manasıyla yeryüzünün halifeliği demektir. Yeryüzünün halifeliği ise yeryüzünü imar etmeyi içine alan bir manadır. Bu yüce ve şerefli gaye ve hedefler insanlıktan ilk andan itibaren istenmektedir. O gaye ve hedef Âdem (as)’ı cennetten çıkarıp yeryüzüne yerleştirdi. Ve yine o hedef ve gaye Hz. Âdem’in tövbe ve yalvarışı için o kutsi kelimelerin inmesine vesile olup bir ümmet olmasını sağlamıştır. Kur’an-ı Kerim insanların أمة واحدة tek ümmet ve Allah’ın razı olduğu din üzere olduğuna işaret etmektedir. Fakat insan Allah’a verdiği sözü unutup bazen Sırat-ı Müstakimden ayrılıyordu. İşte burada iman yerine Şirk ortaya çıkıyor ve Allah’ın muradı olan İttihat ve birlik yerine tefrika ve ayrılıklar başlıyor.
Nübüvvet-i Muhammedî’nin Bi’seti ve İttihadın Başlaması
Peygamber Efendimiz (asm) insanlığa gönderilmesi, insanlık tarihi için yeni bir dönemin başlangıcıydı. Peygamberlerin sonuncusu ve diğer peygamberliklere sınır koymuştur. İnsanlığa, bu uzun yolculukta saadeti ve mutluluğu getirecek bir kitap getirmiştir. Bu kutsi nübüvvet sadece bir kavim ve topluluk için değildi. Siyahıyla beyazıyla bütün insanlık için gönderilmiş ilahi bir mesajdı. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah bütün insanlık için şöyle buyurmaktadır:
( يا أيها الناس إنا خلقناكم من ذكر وأنثى وجعلناكم شعوباً وقبائل لتعارفوا إن أكرمكم عند الله أتقاكم)
Ve yine müminler için:
( إنما المؤمنون إخوة فأصلحوا بين أخويكم), ( واعتصموا بحبل الله جميعاً ولا تفرّقوا)
bu kutsi ilahi hitaba mazhar olmuşlardır. İşte Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (asm), müminlerden bir vücut gibi olmalarını istemektedir. Eğer bir organ sıkıntıya maruz kalırsa diğer uzuvlar onu hissedip sıkıntısına ortak olurlar. Ve aynı zamanda kardeş olmalarını istiyor. Bu hakiki ve tam uhuvvet ile Âlemlerin Rabbi olan Allah’a tam kulluklarını yerine getirebilirler.
Peygamber Efendimizin oluşturduğu örnek Peygamber toplumu uhuvvet, birlik, yardımlaşma ve birbirine destek olma esaslarının tecessüm etmiş hali idi. Efendimiz (asm)’ın yanında yeryüzünün çeşitli milletler toplanmıştı. Arap, fars, Rum, Habeşli milletler aynı mecliste oturup aynı hakikatleri konuşuyorlardı. Hatta cahiliye döneminde satılıp alınmakta olan Habeşli bir köle Efendimizin getirdiği toplum biçimi ile Tevhit kelimeleri haykıran bir münadi olmuştu. Medine-i Münevvere’nin en yüksek yerine çıkıp tevhit hakikatini bütün âleme haykırmaktaydı. Farslı Selman için Al-i Beyt’ten olma şerefini vermiştir.
Aynı zamanda İttihat-ı İslam’ın ehemmiyeti o meşhur şamil ve cami’ olan veda hutbesinde çok açık bir şekilde görünmektedir. O beliğ ve şümullü hutbede Efendimiz (asm) bütün insanların Rableri bir, babaları bir… Her insan Âdem’dendir (as). Âdem (as) ise topraktandır. Vefatından (asm) sonra cahiliyeye dönüp toplumsal tabakalaşma ve düşmanlık yapmamalarını tavsiye buyurmuştur.
Müslümanların Bugünkü Durumu
Efendimiz (asm) gecesi gündüz gibi parlak olan tek bir ümmet bıraktıktan sonra refik-i alaya intikal etti. Kendisinden sonra tek ümmet, tek devlet ve tek toplum bırakmıştır. Bu örnek toplum, Efendimizin (asm) vefatından sonra şeriata münasip bir tarzda halifeyi seçmiştir. Hülefa-yı Raşidin dönemi, peygamber menheci/yolu üzere hareket etti. İnsanların kalpleri bu hilafet ve seçilen halife üzerine ittihat etti. Hilafetin bitmesiyle İslam toplumunda birçok hayır da gaib olmaya başladı. Buna rağmen İslam birliği zaman zaman kendini gösterip bu hayırlara vesile olmuştur. Şam’da Emevi Devleti, Bağdat’ta Abbasi Devleti, Kurtuba’da Endülüs Devleti, İstanbul’da Osmanlı Devleti… Bütün bunlar İttihat-ı İslam’ı ve tevhidi temsil etmekteydi. Bütün dünya İslam Devletlerine ve Müslümanlara saygı göstermekteydi.
Tarih Harun Reşid’i altın sayfasına gökyüzündeki buluta şöyle derken kaydetti: “Nerde istersen yağmuru indir. Neticesindeki bitkiler ve meyveler bana gelecektir.”
Yine tarih Abbasi Halifesi Mu’tesimi de altın sayfasına Rumlarla savaşa çıkarken kaydetti. Zulme maruz kalan Müslüman bir hanımın yardım talep etmesi üzerine orduları harekete geçirip meşhur Umuriye savaşına giren Abbasi Halifesi. Bu hadiseyi Şair Ebu Temmam meşhur bir kasidesinde dile getirmiştir.
Ve yine tarih Adalet ve Gücü bir arada toplayıp kalpleri ve devletleri fetheden Osmanlı Sultanlarını altın sayfasına kaydetti. Devletleri fethetmeden kalpleri fethederlerdi. İslam devletinin sınırlarını ufuklara kadar götürüp mescitler inşa edip kalplere iman kalelerini nakşettiler.
Ancak vuku bulan hadiseler, Müslümanların durumlarını çeşitli zamanlarda sıkıntıya sokmuştur. Tehlikeler birçok yerden İslam’a hücum etmeye başladı. Haçlı birlikleri İslam Âlemine fırsatını buldukça zarar vermiştir. Mısır’ı, Şam’ı ve Anadolu’yu işgal edip küçük küçük devletler kurmuşlardı. Moğol tehlikesi giderek büyüyüp Abbasi Devletinin başkenti olan Bağdat’ı işgal etti. Ve yavaş yavaş Şam’a ilerledi. Mısır’a da ulaşmak istedi yalnız Memluklerin gücü engel oldu. Sonra sömürge, misyonerlik, oryantalizm gibi fikri akımlar tek vücut olup Osmanlı Hilafetini sona erdirdiler. Asya, Afrika kıtasında İslam topraklarını devletçiklere ayırdılar. Birçok Afrika ülkesi İngiliz ve Fransız sömürgesi altına girdi. Sömürgeler bittikten sonra bile birçok İslam ülkesi fikri, siyasi ve kültürel sömürüye maruz kalmış durumdalar. Batı esaretinden tam bağımsızlık ile kurtulamadılar. Bazen Arap birliği veya İslam birliği için çeşitli çalışmalar yapıldı ama tam bir itikat ve sağlam İslam esaslarına dayanmadığı için onlar da başarılı sonuçlar elde edemediler.
Bilindiği üzere sömürge ülkeleri, İslam birliğini bozmak için çalışmaktadır. Bu çok açık bir şekilde Lawrence raporunda görülmektedir. Bu raporu hazırladıktan sonra 1916 yılında İngiliz istihbaratına vermiştir. Raporda şu cümle nasıl bir çaba içinde olduklarını göz önüne sermektedir: “Bizim asıl hedefimiz Osmanlı Devletini yıkmakla İslam birliğini dağıtmaktır. Eğer Araplarla nasıl muamele edeceğimizi bilirsek, onları her zaman siyasi istikrarsızlıkların ve bir diğer İslam devletine karşı kin ve nefret edecek bir boyuta getirebiliriz.”
İşte bu ibareler çok açık bir şekilde Batının özellikle İngiltere’nin Osmanlı Hilafetini yıkmak için ne kadar çalıştığını gözler önüne seriyor. Çünkü o hilafet, bütün Müslümanların bir selamet limanı ve dayandıkları noktaydı. Sonrasında herkesçe malum olan entrikalar ile Türkiye’yi de karıştırmakta ve hilafetin ana esası ilan ittihadı, birliği yıkmaya çalışmaktadır.
İttihat-ı İslam’ın Faktörleri
İttihat-ı İslam’ın, Müslümanların geleceği için gerekliliğin ve ehemmiyetini anlayıp, idrak edebilip bunun gerçekleşmesi için hemfikir isek, şöyle bir soru akla geliyor: Bu İttihadın, birliğin faktörleri nelerdir? Bu İttihadı nasıl gerçekleştirip de Asya’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da bulunan İslam ülkelerini bir çatı altında toplayacağız?
İslam âlemi olarak yaşadığımız en büyük problem ayrılık ve ittifaksızlıktır. Bu problem ise öncelikle fikri ve anlayış problemi olup akıl, kalp ve maneviyat ile doğrudan bağlantılıdır. Bu da şu manaya gelmektedir; bu problemi bizler iman ve itikat mahallinde çözebiliriz. Yani İttihadın en önemli faktörleri hedefte ittihat, akidede ittihat, liderde ittihat ve kanunlarda ittihat ve birliktir. (Bakınız: Ahmet bin Saad Elğamıdı- İslam Birliği Ve Esasları- Medine- 1405- s. 55)
Dr. Nadiye Şerif Elumri ise İslam Kültürüne Bakış adlı kitabında şöyle demektedir: “Müslümanlar bir Rabb’e ibadet ediyorlar, bir kıbleye yöneliyorlar, bir amaç ve hedef olan Allah’ın rızasına yönelik çalışıyorlar, işte bunlar İttihadın en önemli gereklilikleridir. Meşhur İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bir dersinde şöyle söylediğini Muhammed Kutup Muasır Fikri Mezhepler adlı kitabında naklediyor: “Doğrudur, İslam birliği şu an uykudadır; ama uyuyan her an uyanabilir.”
İttihat-ı İslam’ın Esası İmandır
Görünüşe göre ayrılık ve ittifaksızlık sosyal ve siyasi bir hastalık olarak görünebilir, ancak temel sebebi yukarıda da ifade ettiğim gibi akideyle alakalı anlayış ve fikir problemidir. Toplumsal, ekonomik ve siyasi bütün problemler bu tarz manevi hastalılardan ortaya çıkmaktadır. Hal böyleyken yapılacak kısa ve maddi ilaçlar bu hastalıkları tedavi etmemektedir. İşi kökünden çözüp ittihadı sağlamak için hastalığın temel taşlarına inmek gerekir. Bu hastalığın temeli ise iman zayıflığıdır. Veya Malik Bin Nebi’ hazretlerinin ifade ettiği gibi: “Sıcaklığını, faaliyetini kaybetmiş bir taklidi iman, müspet iman himmetini de kaybettirir.” (Malik Bin Nebi’- Tefekkürler- Düşünce Yayınları- 1979- s. 41)
İman himmeti, insani harekete geçirir. Zayıflıktan kuvvete intikal ettirir. Ayrılıktan, ittifaksızlıktan ittihada sevk eder. Ve yine bu himmet maneviyatta büyük geçişi gerçekleştirip, taklidi imandan -İmam Bediüzzaman Hazretlerinin risalelerinde çoklukla- tahkiki imana geçirir. Bu kıymetli risaleler insanın imanını derin bir tefekkür ile her an ziyadeleştirmektedir. Bu tahkiki iman yerleştikçe ve Marifetullah dairesi genişledikçe, ittihat ve birlik hissi daha da artacaktır. Müminler arasındaki ittihat ile birlikte büyük bir medeniyeti ortaya koyacaktır. Çünkü iman manevi bir yakıt ve motor mesabesinde insanın vücudundaki ruh gibidir. Ruhsuz vücut nasıl bir mana ifade etmeyecekse zayıf imanlı bir mümin de öyle bir mana etmez.
Bu noktada Risale-i Nur’un iman üzerinde bu kadar durması dikkate şayandır. Hatta bazen insanın aklına geliyor: İman meselesi bu kadar önemli mi ki Risale-i Nur bu kadar üzerinde duruyor? Müslümanların sıkıntı çektiği başka problem yok mu ki Risale-i Nur bu kadar buna ehemmiyet veriyor? Bunun en kolay cevabını Risale-i Nur lisan-ı haliyle veriyor: Bütün problemler iman ve tahkiki iman ile çözülür. İman zayıflığı ve gevşekliği Müslümanların sıkıntı çektiği bütün problemlerin temelini oluşturur. İmam Nursi, bütün bu problemler ve manevi hastalıklar için manevi bir doktor hükmündedir. Manevi bir doktor olarak Risale-i Nur gibi bir reçeteyi Kur’an eczanesinden bu asrın insanlarına takdim etmiştir. Tahkiki imandan başka ittihat-ı İslam’a ulaştıracak başka bir yol yoktur. Bu vesileyle Cenab-ı Erhamürrahim’den bu kıymetli eserlerin ümmetin hastalıklarına ilaç olması temenni ediyorum. İttihat-ı İslam’ı bizlere en kısa zamanda nasip ve müyesser eylesin.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın