Bil ki, “Allah” olarak adlandırılan, Zat’ıyla Tek [Ahad] ve İsimleri’yle bütündür
[küll]. Herbir varlığın kendi özgül Rabb’i [rabb-i has] vardır ve bu Rabb’in bütünün
kendisi olması olanaksızdır. Ama ilahi ahadiyette, hiç kimse için yer yoktur. Çünkü,
“bir şeyde ilahi ahadiyetten bir şey vardır; ve diğerinde de ondan bir şey vardır”
denilemez; çünkü O, bölünme kabul etmez. İmdi, O’nun ahadiyeti açığa çıkmamış
olan İsimlerin tümünün toplamıdır.
Said, Rabb’i (terbiye edicisi) indinde razı-olunandır. Ve varlık hazretinde, Rabb’i
indinde razı olunmayan yoktur. Çünkü o Rabb, onun üzerinde rabb-olmaklığını
[rububiyet] sürdürür. Böyle olunca da razı olunandır ve dolayısıyla said’dir.
Bu konuda Sehl (Sehl bin Abdullah Tusterî) şöyle der: “Rububiyetin bir sırrı vardır
— bu sır sensin.” Sehl, “sen” sözüyle herbir ayn’a (yani, herbir varolan-ayn’a)
seslenir. Ve şöyle sürdürür: “Eğer o sır ortadan kalkabilecek olsaydı, elbetteki
rububiyet geçersiz hale gelirdi.” Sehl, “ortadan kalkabilecek olsaydı” sözüyle
söylediği şeyin olanaksızlığına işaret etmiştir. Çünkü bu sır ortadan kalkmayacağı
gibi, rububiyet de geçersizleşmez. Çünkü ayn’ın varlığı ancak Rabb’i ile
sözkonusudur ve ayn her zaman için varolduğundan, rububiyet hiçbir zaman
geçersiz hale gelmez.
Ve her razı olunan sevgilidir; ve sevgilinin her yaptığı şey sevgilidir. Çünkü ayn’ın
bir fiili yoktur; olsa olsa bu fiil o ayn’daki, Rabbinin fiilidir. Böylelikle, ayn, işlediği
fiilin kendisine dayandırılmasından kurtuldu. Bu durumda, ayn, Rabbinin
fiillerinden ve kendisinde olan ve kendisinden zahir olan şeyden razı oldu. Bu fiiller
razı olunmuştur. Çünkü her fiil işleyen ve sanatçı kimse, kendi fiilinden ve
sanatından razıdır. Çünkü her fiil işleyen ve sanatçı kimse, kendi fiilinin ve sanatının
hakkını kusursuz bir şekilde verdi. “O, her şeye halkını verdi ve ona doğru yolu
gösterdi” [Taha Suresi, 20/50]. Böylece her şeye halkını verdiğini beyan etti — ve
(yaratılmış olan her şey, kendi istidadıyla talep ettiği şeyde) eksiklik veya fazlalık
kabul etmez.
İsmail, sözünü ettiğimiz şeyi keşfetmesinden dolayı Rabbinin indinde razı-olunan
oldu. Bunun gibi, herbir varlık Rabbinin indinde razı-olunandır. Ve herbir varlığın
söylediğimiz gibi, Rabb’i tarafından razı olunması, başka bir kulun Rabb’i tarafından
razı olunması gerektiği anlamına gelmez. Çünkü (varolan-aynların herbiri)
rububiyeti bir’den [vahid] (yani, tek bir İlahi İsim’den) değil, olsa olsa bütünden
(yani, bütün İsimleri kendisinde toplayan uluhiyet mertebesinden) almıştır.
Böylelikle ona bütünden ancak kendisine uygun olan şey tayin olundu, ki bu da o
şeyin Rabbidir. Ve hiçbir kimse rububiyeti, Hakk’ın ahadiyeti dolayısıyla almaz; ve
bunun içindir ki, Ehlullah’tan olanlar, ahadiyette tecellinin sözkonusu olmadığını
söylediler.
İmdi sen (fenâ makamında) O’na, O’ndan doğru bakarsan, O, Kendi nefsine bakar —
ve böylece O, (zuhurun sözkonusu olmadığı ahadiyette) Kendi nefsine, Kendi
nefsiyle bakıyor olmaktan hiçbir zaman geri kalmaz. Ve eğer sen O’na seninle (kendi
nefsin ve kayıtlı varlığınla) bakarsan, ahadiyet ortadan kalkar (ve Hak, vahidiyet ile
tecelli eder). Ve eğer sen (Muhammedî vârisler gibi) O’na O’nunla ve seninle (Hak
halka ve halk da Hakk’a örtü olmaksızın) bakarsan yine ahadiyet ortadan kalkar.
Çünkü “sen bakıyorsun” sözündeki “sen” zamiri bakılan’ın kendisi değil, ondan
başkasıdır. Burada, “bakan” ve “bakılan” olarak iki şeyin gerektirdiği bir ilişkinin
varlığından dolayı, ahadiyet ortadan kalkar. Ama (O’na seninle bakışında ve O’na
O’nunla ve seninle bakışında) yine de, O Kendi nefsiyle Kendi nefsine bakmaktadır
ve bu vasıfta (yani, senin varlığın ile ve Kendi varlığı ile bakmada), bakan da O’dur,
bakılan da.
İmdi, bir kimsenin mutlak olarak razı-olunan olması, ancak o kimsede zahir olan
fiilin, Razı-olan’ın onun yoluyla olan fiili olmasıyla sözkonusu olabilir (ve bu durum
ancak İnsan-ı Kâmil için geçerlidir). İmdi, Hak Teala’nın İsmail’i Rabb’i indinde razıolunmaklıkla
nitelemesiyle İsmail, diğer aynlardan üstün oldu. Ve, kendisine, “Ey
nefs, Rabb’ine dön!..” denilen her mutmain nefsin durumu da böyledir. İmdi, Hak
Teala, mutmain nefse, kendisini davet eden Rabbine dönmeyi emretti. Ve “..razı
olmuş olarak kullarım arasına katıl..” — ki bu makam bu kullarımın mülküdür. Şu
halde, burada sözü edilen kullar, Rabbini bilen ve O’nunla yetinen ve ondan başka
bir Rabb’e bakmayan kullardır. “..Ve gir cennetime” [Fecr Suresi, 89/27-30] — ki, Ben
Kendimi onunla örterim [setr]. Ama Benim cennetim senden başkası değildir. Çünkü
sen, zatın ile Beni örtersin. İmdi, Benim bilinmem ancak seninledir ve sen de ancak
Benimle varsındır. Böylece seni bilen Beni bilir. Ve Ben (hakikatimle) bilinmem, sen
de (hakikatinle) bilinemezsin.
Ve Rabbinin cennetine girdiğinde, kendi nefsine girmiş olursun. O zaman, kendini
bildiğinde Rabbini bildiğin marifetten başka bir marifetle kendini bilirsin. Böylelikle
iki tür marifete sahip olursun: öncelikle O’nu, kendini biliyor olarak, bu sayede
bilirsin ve ikinci olarak, nefsinden dolayı değil ama Rabb’inden dolayı ve Rabb’ini
biliyor olman nedeniyle nefsini bilirsin.
Sen (kendi özgül Rabbin için) kulsun
Ve sen (istidadınla hükmettiğin özgül İsim için) Rabb’sin
O kimse ki, O’nun için ve O’nda kulsun
Sen (sende zahir olan huviyet itibarıyla) Rabb’sin
Ve sen (“Elestü bi Rabbikum?” seslenişinde“Beli—Evet” diyerek)
Sözleşme yaptığın Rabb için (taayyünün ve kayıtlanmışlığın itibarıyla) kulsun
Herbir belirli Rabb-kul sözleşmesi
Başka bir Rabb-kul sözleşmesi karşısında geçersizleşir
Böyle olunca, Allah kullarından razı oldu, kulları da razı olunanlar oldu. Ve kulların
hepsi O’ndan razı oldu ve O da böylece razı olunan oldu.
İmdi, iki hazret (yani, rabb-olmaklık hazreti ve kul-olmaklık hazreti), benzerlerin
birbirine karşılık gelmesi gibi birbirine karşılık geldi. Ve benzer olanlar, birbirlerine
karşıttırlar. Çünkü iki benzer birlenemez, aksi halde aralarında bir ayrım kalmazdı.
Varlıkta ise diğerlerinden ayrışık olmayan bir şey yoktur. İmdi, bir-olan-hakikatte
[hakikat-ı vahid] benzer yoktur. Böyle olunca varlıkta benzer yoktur ve varlıkta
karşıt da yoktur. Çünkü varlık bir-olan-hakikattır ve bir şey kendisine karşıt değildir.
Hak’tan başkası baki değildir, yaratılmış olan baki değil
Ulaşma diye bir şey yoktur, ayrı olma diye bir şey yok
Apaçık delil bununla geldi
Böylece ben gözlerimle gördüğüm ve incelediğim zaman
O’nun ayn’ından başka bir şey görüyor değilim
Bu, (yani, Hakk’ın kulundan ve kulun da Rabb’inden razı olması) ancak, kendini
Rabb’in varlığı olarak görme konusunda Rabb’inden korkan kimselere özgüdür,
çünkü onlar (rabb-olmaklık hazreti ve kul-olmaklık hazreti arasındaki) ayrışmayı
bilirler. Bazılarının cehaleti, bizi, bilenlerin yaptığı bu ayrımı yapmaya yöneltti.
Gerçekte kullar arasında ayrım vardır ve Rabb’ler arasında ayrım vardır. Herhangi
bir ayrım olmasaydı, o zaman hiç kuşkusuz İlahi İsimler’in herbiri, tıpkı diğerleri
gibi bütün vecheleriyle yorumlanırdı. Ama “Muiz” (Aziz-kılıcı) İsmi, “Muzill” (Zelilkılıcı)
İsminin yorumlandığı gibi yorumlanmaz ve diğerleri için de bu böyledir. Ne
var ki, ahadiyet yönünden bakıldığında durum başkadır. Bütün İsimler’e ilişkin
olarak diyebilirsin ki, her İsim, kendi huviyeti yönünden hem Zat’a, hem de kendi
hakikatine götürür, çünkü adlandırılan Bir’dir. Böylelikle Muiz, adlandırılan Bir
yönünden Muzill’le aynıdır ve öte yandan Muiz, kendine özgü hakikati yönünden
Muzill’den farklıdır, çünkü her ikisinden farklı kavramlar anlaşılır.
Halk’tan ayrı tutarak Hakk’a bakma!
Ve Hak’tan başka olmaklık giysisine büründürerek halk’a bakma!
Ve Hakk’ı tehzih ve teşbih et;
Ve dosdoğru olmaklık [sıdk] makamında dikil.
Ve ister cem makamında, istersen fark makamında ol!
Eğer sana bunlardan biri zahir olursa, diğerine yönel ki,
İkisiyle birden zafere eresin!
Sen ne (hakikat yönüyle) fani olur, ne de (halkiyet yönüyle) baki kalırsın,
Ne yokedebilir ne de baki kılabilirsin.
Ve vahiy (ilham) senin üzerine
(sen Hakk’ın sureti olduğundandır ki) başkasından verilmez;
ve sen de onu (“gayr” olmadığından) başkasına vermezsin.
Yüceltme [senâ], verilen söze sadık olunmasına yapılır. Ve ilahi hazret övülen
[mahmud] yüceltmeyi talep eder. Dolayısıyla O, verdiği sözde sadık olması [sıdk-ı
va’d] yönünden yüceltilir, tehdidinde sadık olması [sıdk-ı vaîd] yönünden değil.
Allahu Teala, “Allah’ın resullerine verdiği sözde sadık olmayacağını sanma”
[İbrahim Suresi, 14/47] dedi — (“söz” yerine) “tehdit” demedi. Hatta, onları
(işledikleri suçlardan dolayı) tehdit etmiş olmasına rağmen, şöyle dedi: “Biz onların
günahlarından geçeriz” [Ahkaf Suresi, 46/16]. Ve Allah, İsmail’i, sözüne sadık
olmasından dolayı övdü ve böylece, gerçekte Hak için tehdidin gerçekleşmesi imkanı
ortadan kalktı.
İmdi geriye yalnızca Sözüne Sadık Olan kaldı
Ve Hakk’ın tehdidi açısından incelenebilecek tek bir ayn yoktur
Ve her ne kadar şeka yurduna girseler de onlar
Şeka yurdundan bir tat alırlar; o da farklı bir nimettir
Yani ebedilik (huld) cennetlerindekinden farklı bir nimet
Halbuki alınan lezzet birdir
Ve aralarında (istidadların farklılığıyla) tecelli bakımından farklılık vardır
Çekilen azab, (“lezzet” anlamına gelmesi yönünden)
Tadının tatlılığından dolayı “azab” olarak adlandırılır.
Ve (“eziyet” anlamına gelmesi yönünden) “azab” sözü,
(Azabın gerçek anlamı olan) lezzete kabuk gibidir ve kabuk
(Azabın hakikatini, örtülü olan gafillerden) koruyucudur.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın