İslam tarihini incelediğimizde, sevgili peygamberimizden (asm) sonra Müslümanların bazı konularda fikir ayrılığına düştüklerini görürüz. İtikadi ve ameli, diğer bir deyişle inanç ve İslam’ı yaşama hususundaki fikir ayrılıkları bazen bir zenginlik bazen de haktan sapma olarak değerlendirilmiştir. İslam’ı hayata tatbik etme hususundaki farklı görüşler mezheplerin doğuşuna sebep olmuştur. Ehl-i sünnet ve’l-Cemaat ekolü içinde dört mezhep, İslam dünyasında büyük kabul görüp, yayılmıştır. Bu mezhepler farklı görüşleriyle Müslümanların dini yaşantılarını ciddi anlamda kolaylaştırmış, ameli hükümlere zenginlik katmıştır. İtikadi ihtilaflar ise sapkın fikirli batıl mezhepleri yani “firak-ı dâlle” denilen dalalet fırkalarını tarih sahnesine çıkarmıştır. Bu yazıda “İtikadi fikir ayrılıkları hakkında İslam’ın ölçüsü nedir, Müslümanların sapkın düşünce akımlarına ve batıl inanç sahiplerine karşı nasıl davranmaları gerektiği” üzerinde durulacaktır.
Müslümanların içinden çıkan firak-ı dâlle dediğimiz batıl fikirli grupları incelediğimizde onların tamamen dinden çıkmadığını görürüz. Sadece bazı konulardaki görüşlerinin Kur’an ve Sünnet ölçülerinin dışına çıktığını söyleyebiliriz. Yani bu grupların her söylemi yanlış veya batıl değildir. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir: “Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi (hayat düğümü) hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlûb ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur. İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslam’daki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, her biri bir hakka istinâd edip gitmiş. Fakat menfî ciheti ya garaz (kötü niyet) veya inâd gibi bir sebeble o mesleğin âsârı (eserleri, neticeleri) dalâlet hesabına çalışmıştır.”
Burada akla şu soru geliyor: Peki bu tarz batıl fikirleri nasıl tespit edeceğiz? Ölçümüz ne olacak? Günümüzde de bir takım batıl fikirler sinsice topluma enjekte edilmeye çalışılıyor. Bu tarz fikirleri yayanlar bazen din adamı kisvesinde toplumda saygın bir yer edinmiş olabiliyor. Bunlarla nasıl baş edebiliriz?
Ölçümüz Öncelikle Kur’ân ve Sünnet Olmalı
Hâris İbnu Amr İbni Ahî’l-Mugîre İbni Şu’be, Muâz radıyallahu anh’tan naklen anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm, Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman kendisine sorar:
¬- Sana bir dâva geldiği vakit nasıl hükmedeceksin?
– Allah’ın kitabıyla hükmedeceğim.
– (Meseleyi Kitabullah’ta) bulamazsan?
– Resûlullah’ın sünnetiyle hükmedeceğim.
– Ne Kitabullah’ta ve ne de Resûlullah’ın sünnetinde bulamazsan?
– Kendi reyimle ictihad edeceğim, (hüküm vermekten) geri durmayacağım.
Hz. Muaz der ki: “Bu cevabım üzerine Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm (memnun kaldı), göğsüme eliyle vurup:
‘Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisini memnun edecek usulde muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!’ buyurdular.”
Ölçü: Yukarıdaki Hadis-i Şerifte beyan edildiği gibi herhangi bir fikri veya inancı tartmak için ilk müracaat edilecek kaynaklar Kur’an ve Sünnettir. Kur’an ve Sünneti en iyi anlayanlar hiç şüphesiz “Selef-i Salihîn” Efendilerimizdir. Yani Sahabe-i Kiram, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn (radıyallahu anhum acmain) Hazeratıdır. Onlarla birlikte Âlem-i İslam’da makbul olmuş itikat ve ameldeki mezhep imamlarımızdır. Tabi bütün bu saydıklarımızı takip ederken her hükmün veya fikrin Kur’an ve Sünnette yeri olduğuna dair delil isteriz. Delilsiz hiçbir fikir ve hüküm körü körüne teslimiyetle kabul edilmemelidir. Zaten Ehl-i Sünnet Ve’l-cemaatin en bariz özelliği, bütün meselelerini Kur’an ve sünnetteki delillere dayandırmalarıdır.
Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şu ikazı yapıyor: “Biz Kur’ân şâkirdleri olan Müslümanlar, burhana (delile) tâbi’ oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi rûhbânları taklîd için burhanı bırakmıyoruz.”
Üstad Hazretleri “koyun postuna bürünmüş kurt” görünümlü, batıl fikirlerin taşıyıcısı olan müfsitler için de şu uyarıyı yapıyor: “Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Dâimâ sûret-i hakdan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez, ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zîrâ çok silik söz, ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabûl etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsâd ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise, kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”
Ölçü: Müslümanlar batıl fikirlerden etkilenmemek için öncelikle dini temel altyapılarını çok sağlam inşa etmelidir ki aldanmasınlar. İslam’ın tarif ettiği “Sırat-ı Müstakim” dosdoğru yolu bulanlar/bilenler her fikri, her hükmü kendi dini ölçüleriyle mukayese edebilir, tartabilirler. Mevlana hazretlerinin pergel misalinde dediği gibi: “Bir ayağım sağlam bir şekilde şeriat üzerinde, diğer ayağım 72 milleti dolaşır” bir kemale erişirler. Zaten batıl fikirler çoğunlukla dini ölçülerden habersiz insanları etkisi altına alır. Bu durumda Müslümanların olmazsa olmazı Kur’an ve Sünnet ölçülerini iyi bilmeleridir.
Ölçü: Tarih boyunca dinimizi tahrif etmek için müfsit (bozguncu) insanlar çok çaba harcamıştır. İçeriden ve dışarıdan Müslümanlar arasında ihtilaflar çıkarmak için batıl fikirler halka dayatmak, kabul ettirilmek istenmiştir. Bu müfsitler, kimi zaman din adamı kisvesiyle, kimi zamanda otoriteyi emellerine alet ederek halka baskı yaparak batıl fikirlerini yaymaya çalışmışlardır. Bütün bu ifsat fikir ve hareketleri İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnet ölçüleriyle çürütülmüş ve bertaraf edilmişlerdir. Burada Hazret-i Üstad’ın dikkat çektiği husus müfsitlerin kendilerini takdim etme usulleridir. “Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i hakdan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez, ayranım ekşidir.”
Batılın sözcüleri kendilerini halka önce sevdirirler. Halkın sevgisini kazanıncaya kadar “hak söz” söylerler. Onları kendilerine tamamen inandırıp güvenlerini kazandıktan sonra sinsice zehirlerini akıtırlar. Bazen batılı hak zanneden ve kendi fikrini en doğru görüş olarak kabul eden ilim erbabı da insanları ifsat edebilir. İster bilerek ister bilmeyerek olsun ifsat edicilerden davalarına Kur’an ve Sünnetten delil getirmelerini istemeliyiz. Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer (ra) halife olduğunda minberden halka şöyle der: “Ey müminler! Eğer bilerek veya bilmeyerek Peygamberin sünnetinden ayrılırsam ne yaparsınız? Sahabelerden biri ayağa kalkarak: “Ya Emire’l-Müminin, o zaman şu eğri kılıcımızla seni doğrultmasını biliriz.” dediğinde Hz. Ömer (ra) bu durumdan son derece memnun olup Allah’a şükreder.
Bizim inancımıza göre peygamberlerden başka herkes hata yapabilir. Hiç kimse hatasız değildir. Buna göre her fikrin Kur’an ve Sünnet eleğinden geçirilmesi elzemdir. Ancak bu şekilde ifsadın önüne geçilir. Zaten hiçbir müfsit fikir, delile dayanmaz. Ya zann-ı galiptir ya fikr-i batıldır yahut yalandır. Üstadın Hakikat Çekirdekleri’nde dediği gibi: “Bir tane sıdk (doğruluk), bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayâlâta müreccahtır (tercih edilir).”
Son olarak teknolojinin ve iletişimin altın çağını yaşadığı şu dönemde, müfsit fikirler her tarafta kolaylıkla yayılabiliyor. Sosyal medya aracılığıyla bir anda bütün dünyaya bir bilgiyi aktarabildiğimiz zamanda yaşıyoruz. Bu imkânları hak namına kullanmak noktasında Müslümanlara büyük vazifeler düşüyor. Hakkı hakikati her alanda neşretmenin çabası içinde olmamız gerekmektedir. O sahaları Hak ile doldurmazsak, batıl o yerleri kolaylıkla istila edecektir.
Nur talebeleri Bediüzzaman Hazretlerinin özellikle işaret ettiği: “Risâle-i Nûr, yalnız bir cüz’î tahrîbâtı ve bir küçük hâneyi ta’mîr etmiyor. Belki küllî bir tahrîbâtı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal’ayı ta’mîr ediyor. Yalnız hususî bir kalbin ve hâs bir vicdanın ıslahına çalışmıyor. Belki bin seneden beri terâküm eden (biriken) ve tedârik edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen (yaralanan) kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin istinâdgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyânlar ve şeâirler kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umûmîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla; ve geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve îmânın ilaçlarıyla tedâvi etmeye çalışıyor.” İfadesindeki vazifelerini, her sahada ciddiyetle yapmaları gerekiyor. Çünkü mesele iman olunca vazife ihmal kaldırmıyor.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın