Nebi’yi kurtaran, bir kurbanın kesilmesi oldu
Ama koçun bağırtısıyla, insanın konuşması nasıl bir olur?
Halbuki Yüce Allah bizim için veya kendisi için koçu yüceltti
Bilmem ki bu yüceltme nedendir?
Kuşku yok, diğer kurbanlıklar ağırlığınca daha değerlidir
Ne var ki, kurban olarak kesilen koçtan daha aşağı oldular.
Bilmek isterdim, küçücük bedeninden ibaret bir koçun
Rahman’ın Halifesi’nin yerini nasıl tutabildiğini.
Bilmez misin ki, bu kurban işinde bir düzenleniş vardır:
Kârda çoğalma ve kayıpta azalmadır o.
İmdi, cansızlardan daha yüce yaratılışta olan yoktur
Ondan sonra değerce yüksek olan bitkilerdir.
Bitkilerden sonra, his sahibi hayvanlar gelir,
Yaratıcılarını bildikleri keşf ve açık delil ile sabittir.
Ve “Âdem” denilen yaratılışa gelince:
O, akıl, fikir ve imanıyla kayıtlıdır.
Sehl el-Tusteri ve benzerimiz olan tahkik ehli böyle dedi,
Çünkü biz ve onlar ihsan makamındayız.
İmdi, işi benim müşahede ettiğim gibi müşahede eden
Gizlide ve açıkta benim söylediğim gibi söyler
Ve bizim sözümüze aykırı olan söze bakma
Ve buğdayı çorak yere ekme!
Onlar, Masum Olan’ın, Kur’an’da söz ettiği sağırlar, dilsizlerdir.
Bil ki –Allah bizi de seni de güçlendirsin– Halil İbrahim aleyhisselam oğluna
(İshak’a) şöyle dedi: “Rüyada seni kurban ettiğimi gördüm” [Saffat Suresi, 37/102].
Ve rüya alemi hayal hazretidir. İbrahim, gördüğü bu rüyayı tabir etmedi. Halbuki,
rüyasında kendisine oğlu (İshak) suretinde görünen (ve dolayısıyla asıl kurban
edilmesi gereken) koçtan başkası değildi. Ama İbrahim’in, gördüğü rüyayı (tabir
etmeksizin) olduğu gibi kabul etmesi (ve İshak’ı gerçekten de kurban etmeye
yeltenmesi) üzerine, İbrahim’in bu vehminden dolayı, Rabb’i, İshak’a koçu [zibh-i
azim] feda etti; ki bu (koçu kurban etmesi) İbrahim’in gördüğü rüyanın –her ne
kadar kendisi bundan haberdar olmasa da– Allah katındaki tabiriydi.
Demek ki, hayal hazretinde görülen suretlerden Allah’ın murad ettiği şeyin ne
olduğunu anlamak için bir başka ilme ihtiyaç vardır. Görmez misin ki, Ebubekir (ra)
rüyayı tabir ettiğinde Resulallah (sav), “Bir kısmını doğru, bir kısmını da yanlış tabir
ettin” buyurdu. Ebubekir, nerede yanlışlık yaptığını sorduysa da Resulallah
Efendimiz bunun hangisi olduğunu söylemedi.
Hak Teala İbrahim aleyhisselam’a seslendiğinde, ona, “Ey İbrahim! Sen rüyada
gördüğünü doğruladın” [Saffat Suresi, 37/104] dedi; yoksa, “rüyada gördüğün
doğruydu,” yani, “rüyanda gördüğün gerçekten de oğlundu” demedi. Çünkü
İbrahim, rüyasını tabir etmeyip, gördüğü şeyi kendisine göründüğü şekilde aldı.
Halbuki rüyanın tabir edilmesi gerekir. Ve bundandır ki (Mısır firavunu) Aziz,
yanındakilere, “Eğer rüya tabir etmeyi biliyorsanız..” [Yunus Suresi, 12/43] demişti.
Tabir, rüyada görülen suretten başka bir şeye izin [cevaz] demektir. Ve (Aziz’in
rüyasında gördüğü) öküzler, kıtlık ve bolluk yıllarıydı.
İbrahim’in rüyasında gördüğü doğru olsaydı, oğlunu kurban etmesi kaçınılmaz
olurdu. Ama o, sadece rüyada gördüğünün oğlu olduğunu doğruladı — ve Allah
indinde ise oğlu suretinde görünen şey gerçekte koçtan [zibh-i azim] başkası değildi.
Bundandır ki, İbrahim’in zihninde oğlunu kurban etme düşüncesi doğunca, koçu
İshak için feda etti. Ama (gerçekte kurban edilmesi emrolunan İshak olmadığından)
bu koç Allah indinde (İshak’a karşılık olarak) feda edilen bir şey değildi (çünkü
kurban edilmesi gereken zaten koçun kendisiydi). İmdi, his (kurbanı) koç olarak
biçimlerken, hayal de İbrahim’in oğlu olarak biçimledi. Eğer hayalde bir koç görmüş
olsaydı, onu oğlu olarak veya bir başka şey olarak tabir ederdi.
Ve sonra Hak Teala şöyle buyurdu: “Bu, apaçık bir imtihandır” [Saffat Suresi,
37/106]. Yani bu, İbrahim’in, rüya durağının [mevtın] tabir gerektirdiğini bilip
bilmediği konusunda bir imtihandır; çünkü O, rüya durağının [mevtın] tabir
gerektirdiğini bilir. Ama İbrahim, gördüğü rüyayı tabir etmesi gerektiğini
düşünemedi [gaflet] ve (bu şekilde) rüya durağının [mevtın] gereğini yerine
getiremediğinden dolayı da, rüyasında gördüğünü doğruladı.
Aynı şekilde, Müsned (yani, Hadis derleme kitabı) sahibi bir imam olan Taki bin
Mahled de düşüncesizlik etti [gaflet]. Resul’ün (sav) şöyle dediğini işitmişti: “Her
kim rüyasında beni görürse, uyanıklıkta beni görmüştür; çünkü şeytan benim
suretime giremez.” Ve Taki bin Mahled rüyasında Resul’ü gördü; ve bu rüyada
Resul kendisine süt içiriyordu. (Uyandığında) rüyada gördüğünü doğruladı; (ve
bunu kendisine kanıtlamak için de) kusarak, içmiş olduğu sütü çıkardı. Eğer rüyasını
tabir edecek olsaydı, içtiği süt kendisinin sahip olacağı birçok ilim olacaktı. (Böyle
yaptığı için,) içtiği süt kadar ilimden Allah onu mahrum kıldı.
Görmez misin ki, Resul (sav) rüyasında kendisine bir kap dolusu süt verildiğini
söyleyerek şöyle buyurdu: “İyice kanıncaya kadar içtim ve kalanını Ömer’e verdim.”
Kendisine, “Ya Resulallah, içtiğiniz sütü ne olarak yorumladınız?” diye
sorulduğunda ise, “İlim” diyerek karşılık verdi. Ve rüya durağının [mevtın] tabir
edilmeyi gerektirdiğini bildiğinden, gördüğü bu sureti süt olmaklığında bırakmadı.
Ve hiç kuşkusuz Nebi’nin (sav) duyularla müşahede edilen sureti Medine’ye
defnedilmiştir. Ve onun ruhunu ve latifesini hiçbir kimse ne başkasında ne de
kendisinde müşahede etmemiştir. Diğer bütün ruhlar için de bu böyledir. İmdi,
Nebi’nin (sav) ruhu, rüyada kendisini gören bir kimseye, toprağa defnedilen
bedeninin suretinde görünür. Ve rüyada görülen sureti, onun bedeninin aynısıdır,
herhangi bir eksiklik sözkonusu değildir. Ve Allah’ın rüya gören kişiyi
korumasından dolayı, şeytanın onun suretine girmesi mümkün değildir. Bundandır
ki, her kim onu bu şekilde görecek olursa; kendisine emrettiği, sakındırdığı veya
bildirdiği ne varsa, bunların hepsini onun kendisinden almış olur. Tıpkı, Nebi (sav)
hayattayken onu görseydi –anlamı ister açık ister örtük olsun, veya hangi şekilde
olursa olsun– söylediklerini nasıl ki ondan almış olacaktıysa, öyle. Ve eğer Nebi
(sav), ona bir şey verecek olsa, bu şeyin hiç kuşkusuz tabir edilmesi gerekir. Ama
eğer hayaldeki şeyin aynısı duyumsal olarak da görülecek olursa, böylesi bir rüyanın
tabir edilmesi gerekmez — işte Halil İbrahim ve Taki bin Mahled bu şekilde,
gördükleri surete, gördükleri kadarınca güvendiler.
Rüya için bu iki yön (yani, tabir etmek ve etmemek) sözkonusu olduğundan,
nübüvvet makamını verdiği İbrahim’e yaptığı ve söyledikleriyle bize edebi öğretti.
Ve bizler de (öğrendiğimiz bu edeb sayesinde) Hakk’ı aklî delilin kabul etmediği bir
surete bürünmüş olarak gördüğümüzde, görülen sureti –ya gören kişinin hali ve
Hakk’ın görüldüğü mekân açısından veya her ikisi açısından– şeriata uygun olan
Hak (anlayışı) doğrultusunda tabir etmemiz gerektiğini bildik. Ve eğer aklî delil,
gördüğümüz şeyi reddetmezse, onu gördüğümüz suret ne ise, o şekilde alıkoyarız —
tıpkı ahirette Hakk’ı gördüğümüzde, O’nu gördüğümüz suret üzre kabul etmemizde
olduğu gibi.
Her bir mevtında Rahman olan Bir’in suretleri vardır — gizli ve açık
Eğer “bu Hak’tır” dersen doğruyu söylemiş olursun
Yok eğer, “bu Hak’tan başka bir şeydir” dersen
Öbür yana (yani, yaratılışa) geçmiş olursun.
O’nun hükmü bir mevtını içerip, diğerini dışlamak değildir
Ve O, kendi hakikatıyla yaratılışta seyrini sürdürür.
Kendini gözler önüne serdiğinde, akıllar
Alışageldikleri aklî delillerle O’nu reddederler
Ama gerçek akıl sahipleri, akıl hazretinde
ve “hayal” denilen şeyde, O’nu kabul ederler.
Ebu Yezid Bistamî bu makamda (yani, keşf-i tam ve şuhud-i âmm makamında) şöyle
demiştir: “Eğer Arş ve onun içerisinde olan her şey, yüzbinlerce kez daha büyük
olsaydı, arifin kalbinin bir köşeciğinde olurdu ve onun farkına bile varmazdı” — ve
bu Ebu Yezid’in (kalbinin) cisimler alemindeki genişliğidir. Ne var ki ben şöyle
diyorum: Varlığı bitimli olmayan şeyin (yani, varoluşsal taayyünatın) bitimli olduğu
varsayılarak, kendisini var eden ayn (ayn-ı vahid) ile birlikte arifin kalbinin bir
köşeciğinde ortaya çıksaydı onun farkına bile varmazdı. Çünkü kalbin, Hakk’ı
kendisine sığdıracak genişlikte olduğu (kudsî hadisle) ortaya konmuş ama
kanmaklıkla nitelenmemiştir. Eğer dolacak olsaydı, kanardı. Nitekim Ebu Yezid de
böyle dedi. (“Muhabbet şarabını kadeh kadeh içtim; ne şarap tükendi, ne de ben
kandım.”) Biz de sözümüzle hiç kuşkusuz bu makama dikkat çektik.
Ey eşyayı Kendi nefsinde yaratan
Yarattığın her şeyi Kendinde toplarsın
Varlığı bitimli olmayan şeyi, Kendi varlığında yaratırsın
Ve Sen hem genişsin, hem de darsın
Eğer Allah’ın yarattığı şey benim kalbimde olaydı
Bütün bu şeyler kalbimde sönük kalırdı
Eğer kalbim Hakk’ı sığdıracak kadar genişse,
Yaratılış onu nasıl daraltsın
Ey bana kulak veren, bu nasıl bir iştir?
İnsan, hayal gücünde, varlığı olmayan ve yalnız hayal gücünde varlık kazanan şeyi
vehimle yaratır. Ve arif, himmetiyle, himmet mahallinin dışında varlığı ortaya çıkan
şeyi yaratır. Ama arifin himmeti, onu korumaktan geri kalmaz. Ve onun yarattığı
şeyi koruması, himmete bir yük oluşturmaz. Arif yarattığı şeyi korumaktan gaflete
düşecek olduğunda, eğer bütün hazretleri zaptetmiş değilse, yarattığı bu şey yok
olur. Bütün hazretleri zaptettiği durumda, böylesi bir gaflet sözkonusu değildir,
yarattığı şeyi hiç kuşkusuz (herhangi) bir hazretten müşahede eder. İmdi, arif bütün
hazretleri kuşatmış olarak, himmetiyle bir şey yaratacak olsa, o yaratılan şeyin sureti
herbir hazrette zahir olur. Bu durumda, (herbiri başka bir hazrette bulunan) suretleri
(belli bir hazretteki) diğer suretlerle korur. Arif, bir hazretten veya birkaç hazretten
gaflete düşse ve fakat yarattığı sureti koruduğu hazretlerden birini müşahede etmeyi
sürdürse, gaflete düşmediği hazretteki bu bir suretin korunmasıyla, bütün suretler
korunmuş olur. Çünkü gerçekte gaflet –ister bütün alemler için, isterse bazı alemler
için olsun– hiçbir zaman genel değildir.
Ve hiç kuşkusuz, burada öyle bir sır açıkladım ki, ehlullahtan olanlar böylesi bir sırrı
açığa vurmaktan kaçınırlar. Burada, kendilerinin Hak oldukları yolundaki
davalarının reddi vardır. Çünkü, Hakk’ın hiçbir zaman hiçbir şeyden gafil olması
sözkonusu olmadığı halde, kulun bir şeyden gafil değilken, başka bir şeyden gafil
olması kaçınılmazdır. İmdi, yarattığı şeyi korumasından dolayı “ben Hakk’ım”
demesi sözkonusudur. Ne var ki, o şeyin suretini koruması, Hakk’ın koruması gibi
değildir. Ve işte biz bu farkı ortaya koyduk. Ve herhangi bir suretten ve bu suretin
bulunduğu hazretten gafleti dolayısıyla, kul hiç kuşkusuz Hak’tan ayrılır. Ve
suretlerin tümünü korumayı sürdürmesine sürdürür de, bunu, bu hazretlerin tümü
içerisinde gafil olmadığı hazrette bu sureti koruyarak yapması nedeniyle, kulun
Hak’tan ayrılması kaçınılmazdır. Çünkü kulun yarattığı sureti gafil olduğu
hazretlerde koruması zımnen sözkonusudur. Ama Hakk’ın yarattığı şeyi koruması
böyle değildir. Çünkü O, yarattığı her sureti ale’t-tayin korur.
Ve bu mesele bana bildirildi. Bu meseleyi, bu kitaptan başka hiçbir yerde hiçbir
kimse yazmamıştı; ne ben, ne de bir başkası. Dolayısıyla bu mesele vaktin benzersiz
incisidir. İmdi, sakın ola ki bundan gafil olma! Çünkü, bir suret ile huzur üzre
olduğun hazret, Hak Teala’nın “Ben Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadım” [En’am
Suresi, 6/38] dediği, olmuş ve olmamış olan herşeyi kendinde toplayan Kitab’ın
(yani, levh-i mahfuz’un) benzeridir.
Bizim söylediklerimizi ancak nefsinde Kur’an olan kimse (yani, bütün hazretleri
kendinde toplamış olan İnsan-ı Kâmil) bilir. Çünkü, takva sahibi bir kimse için
Allahu Teala bir furkan kılar [Enfal Suresi, 8/29] (yani, Hak ve batılı, ve dolayısıyla
da Hak ile halk’ı ayrımlama yeteneği kazandırır). Ve (İnsan-ı Kâmil’e ait olan) bu
furkan da, kendisiyle kulun Rabbinden ayrışık oluşuna ilişkin olarak bu meselede
sözünü ettiğimiz furkan gibidir. Ve bu, en büyük ayrımdır [furkan].
İmdi bir zaman olur ki kul, hiç kuşkusuz Rabb olur
Ve bir zaman olur ki kul, kesinkes kul olur
Ve kul olduğunda Hak’la geniştir
Ve Rabb olduğunda ise darlıktadır
Kul olarak nefsinin gerçekte ne olduğunu görür
Ve Hak’tan istedikleri çoğalır, genişler.
Rabb olarak, mülk ve melekut hazretlerinde
Bütün yaratılışın kendisinden taleplerde bulunduklarını görür
Ama o, zatı itibarıyla, onların isteklerini karşılayamaz
Bundandır ki, bazı arifleri ağlar görürsün
İmdi sen Rabb’in kulu ol; O’nun kulunun Rabb’i olma
Yoksa ateşe ve erimeye düşersin.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın