Rabbimiz insanın yaratılış gayesini kendini yaratana kulluk olarak tayin etmiştir. Enfüsi dairede en mühim mesele tayin edilen bu hali muhafaza etmektir. Dolayısıyla insan ilgi ve alaka kurduğu şeylerde, “Bu şey beni Allah’a kulluğa yakınlaştırıyor mu, yoksa uzaklaştırıyor mu?” sorusunun cevabını aramalıdır. Esas mevzudan hiçbir zaman uzaklaşmamanın gayreti içerisinde olmalıdır.
İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın en nazik ve nazenin bir kudret mûcizesidir ki; insanı, bütün isimlerinin cilvesini gösterecek ve kâinata bir küçük örnek olacak surette yaratmıştır. İnsan, kendi dar dairesiyle alakası olmakla birlikte, yaratılışının gereği olarak, âfâkla yani bütün kâinatla da alakadardır. Yani insanın alakalarını temelde iki şekilde değerlendirebiliriz. Birisi, enfüsî denilen kendi dar dairesidir. Diğeri, âfâkî denilen dış dünyadır.
Evet, insanın alaka ve sorumlulukları kendisinden başlar ve bu dalga dalga her tarafa yayılır. Burada ehemmiyetli olan bir husus var ki; o da şudur: İnsanın ilgi ve alaka duyduğu alan ne kadar genişlerse, oradaki sorumluluğu o derece azalır. Fakat kendi dairesi dar olmakla birlikte, o dairedeki sorumlulukları en üst seviyededir. Bundan dolayıdır ki, -hangi türden olursa olsun- problemlerin de, çözümlerin de kaynağı, insanın bizzat kendisi ve kendi dairesindeki sorumluluklarıdır.
Bu mevzu Risâle-i Nur’da şu şekilde izah edilmiştir: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil (iç içe geçmiş) daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib (ters orantı)- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.” (1)
Rabbimiz insanın yaratılış gayesini kendini yaratana kulluk olarak tayin etmiştir. (2) Enfüsi dairede en mühim mesele tayin edilen bu hali muhafaza etmektir. Dolayısıyla insan ilgi ve alaka kurduğu şeylerde, “Bu şey beni Allah’a kulluğa yakınlaştırıyor mu, yoksa uzaklaştırıyor mu?” sorusunun cevabını aramalıdır. Esas mevzudan hiçbir zaman uzaklaşmamanın gayreti içerisinde olmalıdır.
İnsan dünyaya sınırlı bir zaman diliminde gönderilmiştir ki, buna ömür denilir. Ömür sermayesi belirli zaman aralıklarına ayrılmıştır. İnsan, bu sınırlı ve geçici olan zamanını yani ömür sermayesini çok akıllı kullanmak ve asli olan vazifelerini aksatmamak mecburiyetindedir. Hem de hayatında kapılarını her şeye açıp kendisini lüzumsuz, malayani şeylerle meşgul etmek, son derece zararlıdır. Dünyanın imtihan meydanı olduğunu hatırdan çıkarmadan, zamanını mükellef olduğu işlerle geçirmeli; meyve kabilinden olan veya olacak meselelerle çok vakit kaybetmemelidir.
BÜYÜK/KÜÇÜK-ÖNEMLİ/ÖNEMSİZ-ÖNEMLİ/DAHA ÖNEMLİ
Yukarıdaki konuya katkıda bulunacak güzel bir deney anlatılır:
Öğretmen, her biri birer meslek erbabı olan öğrencilerine pratik bir ders vermeyi düşünür ve masanın üzerine büyükçe bir kavanoz koyar. Sonra, bir torbadan irice kaya parçaları çıkarır, dikkatlice üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirir. Kavanozda taş parçaları için yer kalmayınca, sınıfa sorar: “Kavanoz doldu mu?”
Sınıftaki herkes, “Evet, doldu” cevabını verir.
“Demek doldu” der öğretmen. Hemen eğilip bir kova küçük çakıl taşı çıkarıp kavanozun tepesine boşaltır. Sonra kavanozu eline alıp sallar. Böylece, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşirler.
Öğretmen, yeniden sorar: “Kavanoz doldu mu?”
İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler, bu kez, “Hayır” cevabını verirler. “Hayır, tam da dolmuş sayılmaz.”
Zamanı verimli ve doğru kullanma dersi veren öğretmen, “Doğru” diye tasdik eder onları. Sonra da, masanın altından bir kova dolusu kum çıkarır. Kumu, kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar döker. Ve yeniden sınıfa yönelir: “Kavanoz doldu mu?”
Yine, “Hayır, dolmadı” cevabını alır.
Tekrar, “Doğru” diyerek onları tasdik eder ve bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlar.
Kavanoz artık dolmuş ve iş ‘kıssadan hisse’ye kalmıştır. Öğretmenin “Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?” sorusuna, atılgan bir öğrenci, hemencecik şu karşılığı verir: “Şu dersi çıkardık: Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabilirsiniz.”
Bu, yabana atılır bir ders değildir. Ama öğretmenin vermek istediği ‘asıl ders’ bu değildir. Öğrenciye “Hayır” dedikten sonra, şunu söyler: “Çıkarılması gereken asıl ders şudur: Eğer büyük taş parçalarını baştan kavanoza koymazsanız, daha sonra asla koyamazsınız.”
Bazen önemli gördüğümüz şeyler de daha önemlilere engel olduğundan zararlı olabilirler. Bunun için nefsimiz bizi kandırıp, “bu da önemli” gibi ilcaatlarla ehemmiyetli işlerimize zarar vermesin. Geniş dairelerin işleri cazip gelebilir, fakat aldatır. “Gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususen böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.” (3)
Bedîüzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa Mecmuası, Osmanlıca Nüsha, sh. 11
Zâriyat Sûresi 56
Emirdağ Lâhikası-I, sh. 36
Bir yanıt yazın