İlyas –Nuh’tan önce nebi olan– İdris aleyhisselam’dır. Ve Allah, İdris’i yüce mekâna
yükseltti. İdris göklerin kalbinde, yani güneşte bulunuyordu. Sonra Baalbek şehrine
gönderildi. “Baal” bir putun, “Bek” de bu yerin hükümdarının adıydı. Ve “Baal” adlı
bu put, yörenin hükümdarına aitti. Ve İdris olan İlyas, “gereksinim” [hacet]
anlamına gelen “lübanet” kökünden türetilerek “Lübnan” adı verilen dağın
yarılmasıyla (misal aleminde) ateşten bir at gördü — her tarafı ateşten bir attı bu. Atı
görüp üzerine bindiğinde, şehvet kendisinden uzaklaştı. Böylece, içerisinde hiçbir
şehvet barındırmayan akıl haline geldi ve nefsin garazlarıyla hiçbir ilişkisi kalmadı.
(Akıl makamında olmasıyla) Hak İlyas’ta münezzeh olunca, ilahi marifetin yarısını
elde etmiş oldu. Çünkü akıl, kendi başına olduğunda, ilimleri kendi aklî
kurgulamasından alması dolayısıyla, Allah’ı teşbih yoluyla değil, tenzih yoluyla bilir.
Ve Allah’a ilişkin marifeti ancak O’nun tecellisi ile kusursuz hale gelir. (Böyle bir
durumda) tenzih edilmesi gereken yerde –biçimsel tenzih ile değil– gerçek tenzih ile
ve teşbih edilmesi gereken yerde de şuhudî ve keşfî teşbih ile teşbih eder; ki böylece
tabii suretler ve unsurlarda Hakk’ın varlığının yayınımını görür ve kendisi için,
ayn’ını Hakk’ın ayn’ı olarak görmediği hiçbir suret kalmaz. Ve işte bu, Allah’ın
indirdiği şeriatların getirdiği en kusursuz marifettir — ve bütün vehimler bu marifet
yoluyla hükmederler. Bundandır ki, vehim bu insan oluşumunda akıldan daha
büyük bir güce sahiptir. Akıl sahibi bir kimsenin aklı her ne kadar olgun olsa da, bu
akıl vehmin kendisine hükmetmesinden ve aklettiği şeyde tasavvurdan kurtulamaz.
Vehim, insanın kâmil suretinde bulunan en büyük hükümrandır. Ve indirilen
şeriatlar da bu yolla (yani, vehim yoluyla) geldi. Ve bu şeriatlar, bir yandan tenzih
ederken, bir yandan da teşbih etti. Tenzih durumunda, vehim ile teşbih etti ve teşbih
durumunda da, akıl ile tenzih etti. Böylece her ikisi bir bütün olarak birbirine
bağlandı. Dolayısıyla, tenzihin teşbihten, teşbihin de tenzihten ayrık olması mümkün
değildir. Bundandır ki, Allahu Teala, “O’nun benzeri yoktur” [Şura Suresi, 42/11]
diyerek hem tenzih, hem de teşbih etti. “O, işitendir, görendir” [Şura Suresi, 42/11]
diyerek de teşbih etti. Yukarıda anılan ilk ayet, tenzihe ilişkin olarak inen ayetlerin
en büyüğü olmakla birlikte, “benzer” sözüyle, teşbihten arınık değildir. Allah’ı en iyi
bilen yine Kendisi’dir ve O, Kendini bizim sözünü ettiğimiz şekilde nitelemiştir.
Daha sonra şöyle der: “Erişilmez olan Rabb, onların niteledikleri şeyden
münezzehtir” [Saffat Suresi, 37/180]. Böylece, Kendini onların tenzihlerinden tenzih
eder. Çünkü onlar, tenzih ederek, Hakk’ı sınırlamaktadırlar. Akılların Allah’ın
benzer-olmaklığını anlama eksikliğinden dolayı böyledir bu.
Sonra, bütün şeriatlar, vehimlerin hükmettiği şeyle geldiler. Ve dolayısıyla da,
Hakk’ı, Kendisi’ni zahir kılan sıfatlardan ayrık kılmadılar — (tenzih ve teşbih
hakkında) böyle dediler ve (vehimlerin hükmettiği şeyle) böyle getirdiler. Ve
ümmetler (bu şeriatlar yoluyla) bu şekilde bildiler; Hak da onlara (marifet) tecellisini
bağışladı. Böylece vâris olarak resullerin ardınca geldiler ve Allah’ın Resulleri ne
söylediyse, onu söylediler. (Ve resullerin söylediği şey ise, vehimlerin hükmettiği
şeydir, çünkü şeriatlar vehimlerin hükmettiği şeyle gelmiştir; ve bunun böyle olduğu
şu ayette de görülür:) “Allah risaletini nereye yerleştireceğini çok iyi bilir” [En’am
Suresi, 6/124]. Bu ayetteki “çok iyi bilir” sözü (ayetin Arapça’daki sözdizimi
bakımından) iki şekilde ele alınabilir. Öncelikle “Allah resulleri”nin yüklemi olarak
ve ikinci olarak da “risaletini yerleştireceği yer”in öznesi olarak — ve bunların her
ikisi de doğrudur. Bu nedenledir ki, tenzihte teşbihten, teşbihte de tenzihten
sözediyoruz.
Bunu ortaya koyduktan sonra, eleştiride bulunanın [müntekit] ve itikat sahibinin
üzerine perdeleri indirir ve örtüleri örteriz. Her ne kadar bu kimseler Allah’ın
kendilerinde tecelli ettiği birer suret olsalar bile, suretlerin (tecelliyi kabul etme
yönündeki) istidadları arasındaki üstünlük farklılığının ve bir surette tecelli edenin
ancak o suretin istidadı hükmünce tecelli ettiğinin zahir olabilmesi için örtmekle
emrolunduk. Dolayısıyla, (tecelli istidada göre olduğundandır ki) bir suretin
hakikatinin ve gereklerinin [levazım] verdiği şey, tecelliye (yani, tecelli eden Hakk’a)
nisbet olunur. Bu, kaçınılmaz olarak böyledir.
Uykusunda, inkar olunamaz bir şekilde Hakk’ı gören kimsenin durumu bunun
gibidir. Ve hiç kuşkusuz ki, Hak, bu görülen suretin ta kendisidir [ayn]. Ve Hakk’ın
(uykudayken) tecelli ettiği suretin gerekleri (yani, şekil ve tarz ve varlık gibi şeyler)
ve hakikatleri Hakk’a tabidir. Uykudan uyanınca, uykuda görülenden başka bir şeye
geçilir — ki bu, akıl yoluyla Allah’ın (görülen suretin ötesinde) tenzih edilmesini
gerektirir. Tabir eden kişi keşf ehli veya iman sahibi ise, yalnızca tenzih etmekle
kalmaz, o surette zahir olanın da hakkını vererek, aynı zamanda teşbih eder. Böyle
olunca, “Allah” sözü, işareti anlayan kimse için, eğer tahkik edecek olursa bütünlük
mertebesinden [mertebe-i külliye] ibarettir. Ve bütünlük mertebesi de, etkin [faal]
olan İlahi İsimler’in toplamını [cem’iyyet] ve edilgin [münfail] olan mümkün zuhur
mahallerinin toplamını kendinde toplayan [cami] uluhiyet mertebesidir.
Ve bu hikmetin (yani, inasiyye hikmetinin) ruhu ve özeti şudur: Herşey, etkidebulunan
[müessir] ve etkide-bulunulan olarak ikiye ayrılır ve bunlar iki
kavramdırlar. Etkide-bulunan, nereden bakılırsa bakılsın ancak Allah’tır. Ve etkidebulunulan,
nereden bakılırsa bakılsın her hal ve hazrette ancak alemdir. İmdi, sana
bir şey (ilahi hazretten veya imkan aleminden) eriştiğinde sen onu uygun düşen
aslına (ilahi kemalata veya kevnî kusurluluğa) katıştır. Çünkü, ortaya çıkanın bir
asıldan dallanması kaçınılmazdır. (Yani, erişen şey, etkide-bulunan veya etkidebulunulan
külli asıldan bir dal olur ve her ikisinin de aslı Hak’tır ve eğer Hakk’ın
etkide-bulunulan olması nasıl olur dersen bil ki…) İlahi sevgi [muhabbet] kulun
nafilelerinden ortaya çıktı. Bu, etkide-bulunan (nafileler) ile etkide-bulunulan (Hak)
arasında ortaya çıkan bir etkidir. Hak, bu ilahi sevgiyle, kulun işitmesi, görmesi ve
yetileri oldu. Dolayısıyla bu, yerleşik bir etkidir ki, şer’i olarak olumlanmış
olmasından [sübut] dolayı –eğer iman sahibi isen– bu etkiyi inkar edemezsin.
Ve akl-ı selime gelince; akl-ı selim sahibi bir kimse ya tabii tecelli mahallinde
(bulunan insan suretinde) ilahi tecellinin mahalli olup, bizim söylediğimiz şeyi
ariftir; ya da iman sahibi bir müslüman olup, ona iman eder. Ki bu duruma, (kıyamet
günü Alemlerin Rabbinin tecellisine ilişkin) sahih bir hadiste işaret edilmiştir. İmdi
vehim sultanının, (Hakk’ın) bu surette tecelli ettiği kendisine (hadis yoluyla) söz
edilmiş akıl üzerine hükmetmesi kaçınılmazdır — çünkü buna (yani, Hakk’ın
suretlerde tecelli ettiğine) iman etmektedir.
İman sahibi olmayan kimseye gelince, vehmi vehim ile altetmeye çalışır. Böyle
olunca, düşünsel kurgulamasıyla, gördüğü rüyada, kendisine bu surette tecelli
etmesinin Allah için olmayacak bir şey olduğunu tahayyül eder. Halbuki, böyle
yaparken, kendi nefsini bilmediği, bilincinde olmadığı için, vehim kendisinden
ayrılmış değildir.
Ve Allahu Teala’nın, “Bana dua edin ki, kabul edeyim” [Mü’min Suresi, 40/60]
buyurması bundandır (yani, etkide-bulunan ve etkide-bulunulan arasındaki
ayrımlaşmadan dolayıdır). Hak Teala, “Kullarım sana Beni sorarlar: Ben yakınım ve
bana dua eden olduğunda, dua edenin duasını kabul ederim” [Bakara Suresi, 2/186]
buyurdu. Çünkü, ancak dileyişte-bulunan olduğunda (bu dileği) kabul edici olan
vardır — her ne kadar dua edenle kabul edenin ayn’ı bir ise de, bu böyledir. İmdi,
suretlerin birbirinden farklı olduğu apaçıktır. Dua eden ve duayı kabul eden hiç
kuşkusuz iki ayrı surettir; ve bütün bu suretler, Zeyd’in uzuvları gibidir. Zeyd, kişi
olarak tek bir hakikattir [hakikat-ı vahid] ve eli hiç kuşkusuz; ayağından, başından,
gözünden ve kaşından başka bir surettedir. Aynı şekilde Hak, çok [kesir] olan bir’dir
[vahid]: Suretler ile çok, ayn ile bir’dir — ve hiç kuşkusuz ayn’ı ile bir [vahid] olan
insan gibidir. Ve biz Amr’ın Zeyd olmadığına, Halid veya Cafer de olmadığına
şüphe etmeyiz — ve hiç kuşkusuz bu bir-olan-ayn’ın [ayn-ı vahid] şahısları varlık
olarak bitimsiz sayıdadırlar. İmdi insan (kavramı), her ne kadar ayn ile bir ise de,
suretler ve şahıslar olarak çoktur.
Eğer iman sahibi isen, kesinlikle bilirsin ki, Hak Teala kıyamet günü bir surette tecelli
ettiğinde, tecelli ettiği bu suret yoluyla bilinir. Sonra değişik bir surette tecelli edip
(bu kez de) bu suret yoluyla bilinir. Ama her iki surette de tecelli eden O’dur; her iki
suret de O’ndan başkası değildir; ve bilinir ki, ilk suret diğer suretten başkadır.
Böylelikle, (Hakk’ın ayn’ı olan) Bir-olan-ayn [ayn-ı vahid], sanki bir ayna
konumundadır. O aynaya bakan kişi, onda Hakk’a ilişkin itikadının suretine
baktığında, onu tanır ve onu onaylar. Ve o aynada itikat ettiğinden başka bir şey
gördüğünde, o gördüğünü (yani, gördüğünün Hak olduğunu) inkar eder. Nitekim,
(aynaya bakan kimse) ayna içerisinde hem kendi suretini, hem de başkalarının
suretini görür. Ayna bir ayn [ayn-ı vahid] olduğu halde, bakan kimse aynada birçok
suretler görür. Aynanın suretlerde bir yanıyla etkisi vardır ve bir yanıyla da etkisi
yoktur. Bununla birlikte aynada suret bütünlüğü içerisinde yoktur. Aynanın etkisi,
sureti, daha küçük, daha büyük, daha uzun veya daha geniş yansıtabilir olmasıdır.
Dolayısıyla ayna (aynaya düşen), suretin ölçüsüne etkide bulunur ve bu etki
aynadan kaynaklanır. Ve aynadan kaynaklanan bu başkalaşmalar, ancak aynaların
ölçülerinin birbirinden farklı olmasından dolayı ortaya çıkar. O halde, (şekilleri
başkalaştıran) aynaların toplamına bakma da, (her sureti özgün haliyle yansıtan) bir
olan aynaya bak. Ki bu bakışın, Hakk’ın zatına yönelik bakışındır — ve O’nun Zat’ı
alemlerden ganidir. Ve İlahi İsimler yönünden O, aynalar gibidir. Sen, hangi İlahi
İsme bakarsan veya her kim bir İlahi İsme bakarsa, bakan kimseye ancak o İsmin
hakikati zahir olur. İş böyledir — eğer anlayabilirsen. O halde (nefsini öldürmekten
yana) sıkıntıya düşüp korkuya kapılma, çünkü Allahu Teala yılanı öldürmek için bile
olsa, cesareti sever. Ve yılan senin nefsinden başkası değildir; ve bir yılan, kendi nefsi
için, sureti ve hakikati ile yılandır. Ve bir şey, her ne kadar duyumsanan sureti
bozunsa bile, kendi nefsinden (zatı ve hakikatı itibarıyla) öldürülemez. Çünkü ilahi
ilim [hadd] onu korur ve hayal (yani, misal alemi) onu ortadan kaldırmaz.
İş böyle olunca, bu, zatlar üzerine (yokolup gitme bakımından) emniyet ve izzet ve
korumadır. Çünkü sen, ilahi ilimdeki suretlerin [hudud] bozunmasına güç
yetiremezsin. Bundan daha büyük bir izzet olabilir mi? Dolayısıyla sen, vehminle,
öldürdüğünü tahayyül edersin. Halbuki Allah’ın ilminde [hadd] var-olan sureti, akıl
ve vehim ortadan kaldıramaz. Ve bunun delili, şu ayet-i kerimedir: “Sen atmadın
attığın zaman; ama Allah attı” [Enfal Suresi, 8/17]. Göz ise, duyumsal olarak atanın
Muhammed’in sureti olduğunu algıladı. Halbuki o, Allah’ın, ayetin başında (“sen
atmadın” diyerek), onun atmaklığını değillediği bir surettir. Sonra, atma eylemini –
ayetin ortasında (“attığın zaman” diyerek)– onun sureti için doğruladı [isbat]. Ve
ayetin sonunda da, Muhammed suretinde atan’ın ancak Allah olduğunu söyledi. Ve
buna iman edilmesi gerekir.
Bu etkiyiciye [müessir] bak ki, Hakk’ı Muhammed’in suretine indirdi [inzal]. Ve
Hak, Kendini kullarına bu şekilde bildirdi. Bunu Kendisi söyledi, biz değil. Ve O’nun
bildirdiği doğrudur. Ve dediği şeyin ilmini ister anla, ister anlama, buna iman etmek
zorunludur. Dolayısıyla, ya alimsindir ya da iman sahibi bir müslümansındır. Aklın,
“sebeb, kendine ‘sebeb’ olan sonucun sebebi olamaz” biçiminde hükmetmesi, aklî
kurgulamanın düşünüşü yönünden aklın zayıflığına delalet eder. Halbuki tecelli
ilmine göre, bilinir ki: “Sebeb, kendine ‘sebeb’ olan sonucun sebebi olur.” (Yani, varolmayan
ayan-ı sabite –ki sebeb olan zat-ı ahadiye’nin sonucudur– istidad ve
kabiliyetleri ile İlahi İlim’deki değişmezlikleri halinde, sebeb olan zat-ı ahadiyeden
kendilerinin varedilmesini isterler.)
Ve akıl, düşüncesini (sebeb ve sonuç arasındaki nisbetten) soyutlayarak yaparsa,
doğru bir hükme varır. Ve işin, kurgusal delilin ona verdiği şeye aykırı olduğunu
(tecelli ile) gördüğünde, aklın varabileceği son nokta şöyle demesidir: “Ayn’ın bu çok
olanda [kesir] bir [vahid] olduğu kesinlendikten sonra, bu ayn, bu suretlerden bir
surette bir sonuç için ‘sebeb’ olması dolayısıyladır ki, kendi sonucuna ‘sebeb’ olması
halinde sonuç olmaz; onun ‘sebeb’ olması hükmü, bu hükmün başka bir surete
geçmesiyle değişir. Dolayısıyla, kendi sonucu için sonuç olur ve kendi sonucu da,
onun için ‘sebeb’ olur.” İşte, işi ne ise o olarak takdir edip, kendi düşünsel
kurgulamasıyla kalmadığı zaman, aklın varabileceği son nokta budur. Eğer sebebiyet
meselesinde durum böyleyse, daha zor meselelerde aklî kurgulamanın ne kadar
geniş olabileceğini sanırsın?
Ve resullerden Allah’ın selamı onların üzerine olsun– daha akıllı olan yoktur. Ve
onların getirdiği, hiç kuşkusuz, Cenab-ı İlahi’nin bildirdiğidir. Böylece, aklın
doğruladığını doğruladılar; ve buna, aklın anlamakta yetersiz kaldığı ve kendi
açısından olmayacak bir şey olarak gördüğü ve (ancak) tecellide onayladığı şeyi
eklediler. Ve akıl, tecelliden sonra, görmüş olduğu şeyden dolayı hayrete düşer. Eğer
Rabb’in kulu ise, aklı O’na havale eder ve eğer kurgulamasının kulu ise, Hakk’ı
aklının hükmüne indirger. Ve bu ikinci durum, bu dünyada, ahiret oluşumundan
perdeli bir şekilde bu dünyevî oluşumda olunduğunda sözkonusudur. Ve arifler
üzerinde dünya ahkamının yürürlükte olmasından dolayı, dünyada –görünüş
itibarıyla– dünyevî surette zahir olurlar. Ama hiç kuşkusuz ki, Allah onları (arifleri)
kendi batınlarında ahiret oluşumuna geçirdi. Dolayısıyla onlar, suret ile bilinmez
olup, ancak Allah’ın basiret örtülerini kendisinden kaldırdığı [keşf] kimse için
bilinmez değildirler — arifleri ancak böylesi kimseler idrak edebilirler. İlahi tecelliye
mazhar olmalarından dolayı, Allah ariflerinin bütün hepsi ahiret oluşumu üzre bir
halde olmaklıkları içerisinde, kendi dünyalarında haşredilmiş ve kendi kabirlerinden
neşredilmişlerdir. Bu şekilde o, Allah’ın bazı kullarına bir inayeti olarak, görülmeyen
şeyi görür ve müşahede edilmeyen şeyi müşahede eder.
Her kim, İdris/İlyas’ın hikmetini anlamak isterse –ki Allahu Teala onu iki oluşumda
oluşturdu [inşa]; Nuh aleyhisselam’dan önce nebiydi, daha sonra göğe yükseltildi ve
daha sonra da resul olarak (yeryüzüne) indi; böylece Allahu Teala (biri nübüvvet ve
diğeri de risalet olmak üzere) iki farklı menzili onda birledi– aklının hükmünden
şehvetine inerek mutlak hayvan olsun (yani, eşyada tasarruf konusunda aklı karşıgelici
olmayıp, rahmanî varidata teslimiyet gösteren hayvan gibi olsun), öyle ki,
insanlar ve cinlerin dışında kalan herbir yürüyücü’nün [dabbe] keşfettiği şeyi
keşfedebilsin. Ve böylesi bir keşf sırasında, hayvaniyet makamını gerçeklediğini bilir.
Hayvaniyet makamının iki alameti vardır. Birisi, (sözünü ettiğimiz) bu keşiftir,
böylece kabirde kimlerin azaba uğradığını ve kimlerin nimete eriştiğini görür; ölü bir
kimseyi yaşıyor olarak, susan bir kimseyi (kelimat-ı ruhaniyye-i melekutiyye ile)
konuşuyor olarak, oturan bir kimseyi de (manevi ve hayalî hareket ile) hareket
ediyor olarak görür. Ve hayvaniyet makamının ikinci alameti ise dilsizliktir, öyle ki,
bir kimse gördüğü bir şeyi söylemek istese buna güç yetiremez — işte bu
durumdadır ki hayvaniyet makamında (tümüyle) gerçeklenir. Dilsizlik olmaksızın
kendisinde bu keşfin ortaya çıktığı bir izleyicimiz vardı — bundandır ki, hayvaniyet
makamını (tümüyle) gerçekleyemedi. Allah beni bu makama yerleştirdiğinde
[ikame] hayvaniyet makamını tümüyle gerçekledim. Görüyor ve gördüğüm şeyi
söylemek istiyordum, ama buna güç yetiremiyordum. Dolayısıyla, konuşamayan
dilsizlerle aramda fark bulamıyordum.
Bizim bu söylediğimiz şeyi gerçekleyen kimse, tabii madde olmaksızın, saf
[mücerred] akla geçer. Dolayısıyla, tabii suretlerde zahir olan şeylerin asılları olan
birtakım şeyleri müşahede eder. Böyle olunca, bu hükmün (yani, tabii suretlerde
zahir olan çeşitli hükümlerin) tabii suretlere nereden zahir olduğunu (yani, değişmez
aynlardan zahir olduğunu) deneyimleme yoluyla (yani, zevk ilmiyle) bilir. Eğer
tabiatın Rahman’ın Nefesi olduğunu keşfedecek olursa, kendisine büyük bir hayır
bağışlanmış demektir. Eğer, bizim sözünü ettiklerimizle yetinecek olsa bile aklına
egemen olan marifetin bu kadarı kendisine yeter ve bu kimse, arifler arasına katılır.
Ve deneyimleme yoluyla [zevkan], “Onları öldüren siz değilsiniz, Allah öldürdü
onları” [Enfal Suresi, 8/17] ilahi kelamını bilir — onları ancak demir, vuran
(müminler) ve bu suretleri yaratan öldürmüştür. İşte “öldürmek” ve “atmak” bütün
bunlarla birlikte ortaya çıktı. Böylece, arif olan kişi, şeyleri, asılları ve suretleriyle
müşahede eder ve böylece marifeti eksiksiz olur. Ve eğer Nefes’i (yani, Rahman’ın
Nefesi’ni) de müşahede edecek olursa, yalnızca marifeti eksiksiz olmakla kalmaz,
aynı zamanda da kâmil bir kimse olur. Görenin, görülenin ta kendisi [ayn] olduğunu
görerek, gördüğünün ancak Allah olduğunu görür. Bu kadar yeter — Allah başarıya
erdirici ve doğru yola ileticidir.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın