Allah doğru yol [sırat-ı müstakim] üzerindedir
Ve bu genelde apaçıktır, gizli değildir
Büyükte ve küçükte, bilende ve bilmeyende
Allah’ın ayn’ı zahirdir
Bunun içindir ki, Allah’ın rahmeti
İster hakîr ister yüce olsunlar her şeyi içine aldı.
“Hiçbir hayat sahibi yoktur ki, Allah onu alnından yakalamış olmasın; benim
Rabbim hiç kuşkusuz doğru yol üzerindedir” [Hud Suresi, 11/56]. Her şey kendi
Rabbinin doğru yolu üzerinde yürür; bu bakımdan gazaba uğramış ve dalalete
düşmüş değillerdir. Dalaletin gelip geçici olması gibi, ilahi gazab da bunun gibi gelip
geçicidir. Ve sonunda varılacak olan, herşeyi kaplayan rahmettir ve rahmet gazabın
önüne geçmiştir.
Hak’tan başka olmaklıkla nitelenen herşey yürüyücüdür, çünkü ruh sahibidir. Ve
hiçbir şey kendi nefsiyle hareket etmeyip, ancak nefsinden başka olanla hareket eder.
Dolayısıyla her şey, doğru yol üzerinde olanın (yani, kendisinin zuhur mahalli
olduğu, özgül rabbi olan İsmin) hükmüne tabi olarak hareket eder. Yol, eğer
üzerinde yürünmüyor olsaydı, yol olmazdı.
Halk sana uyduğu zaman, sana uymuş olan Hak’tır
Ve eğer Hak sana uyarsa, bazen halk sana itaat edip, uymaz
O halde, ne dediğimizi iyi anla! Çünkü Hak’tır benim sözüm
Ve varoluşta, konuşmayan hiçbir varlık yoktur
Gözünle gördüğün her yaratılmış olan, Hakk’ın ayn’ı ve zatıdır.
Gerçekte O, yaratılmış olanlarda gizlidir
Ve yaratılmış olanların suretleri kılıftan ibarettir.
Bil ki, ehlullahın sahip olduğu ilahi deneyimleme [zevk] ilimleri, yetilerin birbirinden
farklı olmasından dolayı, farklılık gösterirler — her ne kadar bir-olan-ayn’a [ayn-ı
vahid] dönücü olsalar bile, bu böyledir. Allahu Teala şöyle der: “Ben onun işitmesi
ve görmesi, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum.” Bu sözüyle Hak, kendi
huviyetinin, kulun kendisi olan uzuvların ta kendisi olduğunu söyler. Huviyet
bir’dir [vahid], uzuvlar ise birbirinden farklıdır. Ve herbir uzvun deneyimleme
[zevk] ilimlerinden, kendisine özgü olan farklı bir ilmi vardır. Bu, suyun durumu
gibidir: Su, tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] olduğu halde, aktığı yerlerin bir
diğerinden farklı olması nedeniyle, tadı farklılaşır — kimisi acı olur, kimisi de tatlı.
Halbuki o, bütün bu hallerde, yine de sudur. Tadı çeşitli olsa da, suyun hakikatı
değişmez olarak kalır.
Ve bu ahadiyet hikmeti “ayaklar ilmi” [ilm-i ercül] ile ilintilidir. Ve bu ayaklar ilmi,
O’nun kitaplarına uyan kavimlerin (ilahi ilimle) beslenmelerine ilişkin olarak Allahu
Teala’nın, “..ayaklarının altından beslenirlerdi..” [Mâide Suresi, 5/66] sözünden
türetilmiştir. Üzerinde yürünen yolda yolculuk etmek ve ilerlemek, ancak ayaklar
yoluyla olur. Doğru yol [sırat-ı müstakim] üzere olan Rabb’in eliyle alınların
yakalanmış olduğu, ancak, deneyimleme [zevk] ilimlerinden biri olan bu özel ilim
(yani, ayaklar ilmi) ile müşahede edilebilir.
İmdi, Allahu Teala suçluları sevkeder. Ve onlar, Allahu Teala’nın batı rüzgarıyla
sevkettiği bir makamı hakeden bir kavimdir. Ve Hak, bu batı rüzgarıyla (yani, kendi
nefslerinin hevalarıyla) onların nefslerini helak etmiştir. Şu halde Rabb, onların
alınlarından tutar ve üzerinde sabit oldukları hevalarının ta kendisi olan batı rüzgarı
onları vehmettikleri uzaklık olan cehenneme sevkeder.
Onları bu durağa [mevtın] sevkettiğinde, yakınlığa [kurb] eriştiler ve onların
cehennem olarak adlandırdıkları uzaklık ortadan kalktı. Ama suçlu olduklarından
dolayı, ancak hakettikleri kadarıyla yakınlık nimetine [naim-i kurb] eriştiler. Hak
onlara bu hoşnutluk verici makamı gönül yüceliğinden dolayı vermiş değildir; onlar
bu makamı, ancak yaptıkları amellerle, hakikatlerinin bu makamı haketmesiyle
aldılar. Ve amellerini sürdürürken, Rabb’in doğru yolu üzerindeydiler. Çünkü
alınları, bu şekilde sıfatlanmış olanın (yani, özgül Rabb’in) elindeydi. Böylece onlar
nefsleriyle yürümediler; yakınlığın kendisine ulaşıncaya kadar (kendi ayn-ı
sabitelerinden gelen) zorlamanın hükmü altında yürüdüler.
“Biz ölmekte olan kişiye sizden daha yakınızdır, ama siz bunu görmezsiniz” [Vakıa
Suresi, 56/85]. Ölünün görmesi, kendi üzerindeki perdenin kalkmış olmasındandır ve
onun bu görüşü keskindir. Ve Hak Teala bir ölüyü diğer ölüden ayırmadı, yani
yakınlık bakımından said ve şaki arasında bir ayrım yapmadı. Yine, “Biz insana
şahdamarından daha yakınız” [Kaf Suresi, 50/16] dediğinde de, insanlar arasında bir
ayrım gözetmedi. Kulun ilahi yakınlık içerisinde olduğu, bu ilahi haberde apaçık bir
şekilde ortaya konmuştur. İmdi, Hakk’ın huviyetinin, kulu kendisi yapan uzuv ve
yetilerin ta kendisi olmasından daha öte bir yakınlık sözkonusu olamaz. Böyle
olunca kul, vehmolunan halk’ta müşahede olunan Hak’tır. Nitekim, iman sahipleri
ve keşf ehli indinde, halk akılla-kavranabilir olan ve Hak da duyumsanan ve
müşahede olunandır. Bu iki sınıfın dışında kalanlar için ise Hak akılla-kavranabilir
olan ve halk da müşahede olunandır — dolayısıyla onlar, acı su menzilesindedir.
Ama iman sahipleri ve keşf ehli ise içeni kandıran tatlı ve lezzetli su
menzilesindedirler.
İmdi, insanlar iki kısımdır: Kimileri, üzerinde yürüdükleri yolu ve o yolun sonunu
bilirler. Dolayısıyla da bu yol, kendileri için doğru yoldur [sırat-ı müstakim].
Kimileri de üzerinde yürüdükleri yolu ve o yolun sonunu bilmezler. Halbuki bu yol
diğer sınıfın bildiği yoldur. İmdi, arif olan kişi basiret üzere Allah’a davet ederken;
arif olmayanlar ise, taklid ve cehalet üzere Allah’a davet ederler. Bu özel ilim (yani,
ayaklar ilmi), aşağının aşağısından [esfel-i safilin] ortaya çıkar — çünkü ayaklar,
kişinin aşağısındadır ve bu aşağı olanın da aşağısında ise yolun ta kendisi vardır.
Dolayısıyla, Hakk’ın, yolun ta kendisi [ayn] olduğunu bilen kişi, işin hakikatini bilir.
Ve (Hakk’ın varlığından başka bir varlık olmadığından) yolda yürüyen ve yolculuk
eden hiç kuşkusuz Hak’tır. Çünkü, bilinen ancak O’dur. Ve O, yolda yürüyen [süluk]
ve yolda olanın [müsafir] ta kendisidir. Böyle olunca alem ancak O’dur.
Öyleyse kim olduğunu, hakikatını ve yolunu [tarik] bil (ki o, Hak’tır)! Çünkü iş,
tercümanın (Resulallah’ın) diliyle sana açıklandı — eğer anlayabildiysen. Ve onun
sözü Hakk’ın sözüdür ve bunun böyle olduğunu, anlayışı Hak olan anladı. Öyle ya,
Hakk’ın birçok nisbetleri ve birbirinden farklı vecihleri vardır.
Sen Hud aleyhisselam’ın gönderildiği Âd kavmini işitmedin mi? Onlar, “Bu,
üzerimize yağmur indirmek üzere gelen bir buluttur” dediler [Ahkaf Suresi, 46/24].
Böyle diyerek, Hakk’a yönelik iyi bir zan beslediler — ki Allahu Teala, kullarının
Kendisi hakkındaki zannına göredir. Böyle olunca, Hak onların bu sözlerine karşılık
olarak, onlara yakınlık bakımından daha kusursuz ve daha yüce olan şeyi haber
verdi. Eğer Hak Teala onlar için yağmur yağdıracak olsaydı, bu yağmur toprağın
yüzünü güldürecek ve taneler sulanmış olacaktı. Ne var ki, onlar bu yağacak
yağmurun sonucuna (yani, ekinlerin bitmesine) ancak çok zaman sonra
kavuşacaklardı. Allahu Teala (onların sözlerine karşılık) şöyle dedi: “Belki o
sabırsızlandığınız şey, içerisinde elemli azab olan bir rüzgardır” [Ahkaf Suresi,
46/24]. Ve rüzgarın onlara rahatlık verecek bir şey olduğunu sezindirdi. Çünkü Hak
Teala bu rüzgarla onları, bu karanlık beden-suretlerinden [heykel], zor yollardan ve
karanlık örtülerden [hicab] kurtarıp rahatlığa kavuşturdu. Ve bu rüzgarda azab
vardır. Yani, bu azabı tattıklarında, her ne kadar alıştıkları şeyden (yani, cisimler
aleminden) ayrılmakla elem içine düşseler de, bu azab içerisinde lezzet bulacakları
bir şey vardır.
Azab onlara gelip çattı. Böylece iş (yani, bekledikleri hayır), onlara tahayyül
ettiklerinden daha yakın oldu. Rüzgar, Rabbinin emriyle her şeyi yok etti. Evlerinden
başka hiçbir şey görünmeksizin sabahladılar. Ve onların evleri, hakiki ruhlarının
[ervah-ı hakkıyye] mamur kıldığı bedenleridir. Böyle olunca, bu özgül nisbetin
[nisbet-i hassa] hak olmaklığı [hakkıyyet] (yani, Hakk’ın ilahi sıfatlar ile tecellisi)
ortadan kalktı. Ve beden-suretlerinde [heykel], Hakk’ın kendilerine özgü kıldığı
hayat baki kaldı — ki deriler, eller, ayaklar, kamçıların uçları ve uyluklar sahip
oldukları bu hayat ile konuşurlar. Ve bunun böyle olduğu, ilahi haber yoluyla
bildirilmiştir.
Allahu Teala kendi nefsini kıskanç olmaklıkla [gayret] nitelendirdi. Ve kıskanç
olmaklığından dolayıdır ki, taşkınlığı (yani, Kendisi’nin şeylerin ayn’ı olduğu
sırrının açığa vurulmasını) haram kıldı. Ve taşkınlık [fuhş], zahir olandan başkası
değildir. Ve batın olan taşkınlık, indinde taşkınlık zahir olan varlık (yani, Hak ve
arifler) içindir. İmdi, Hak Teala taşkınlıkları, yani sözünü ettiğimiz şeyin hakikatını
bilmekten, yani Hakk’ın şeylerin ta kendisi olmaklığını bilmekten sakındırarak,
taşkınlıkları haram kıldı ve bu hakikati “başka olmaklık” [gayret] yoluyla örttü — ve
bu başka olan, sensin. İmdi başka olan, “İşitme, Zeyd’in işitmesidir” der. Arif ise,
“Zeyd’in işitmesi, Hakk’ın ta kendisidir [ayn]” der. Geri kalan bütün uzuv ve yetiler
için de bu böyledir. Herkes Hakk’ı (sözünü ettiğimiz şekilde) arif olmadığından;
insanlar birbirinden üstün ve mertebeler birbirlerinden ayrışık oldu. Bu şekilde,
üstünlük zahir oldu.
Bil ki, Hak Teala Âdem’den Muhammed’e (sav) kadar beşerden olan bütün resul ve
nebilerin aynlarını bana gösterdi. Bu olay (hicrî) 586 yılında Kurtuba’da
bulunduğum sırada gerçekleşti. Onların arasından yalnızca Hud aleyhisselam
benimle konuştu ve bana toplanmalarının sebebini söyledi. Ve ben onu, orada
bulunanlar arasında; yapılı, güzel görünümlü, konuşması latif ve keşf işlerini arif
olan bir kimse olarak gördüm. Onun keşf işlerini bildiğine ilişkin delilim, Hak
Teala’nın, “(Hud dedi ki:) Hiçbir hayat sahibi yoktur ki, Allah onu alnından
yakalamış olmasın; benim Rabbim hiç kuşkusuz doğru yol üzerindedir” [Hud Suresi,
11/56] sözüdür. Ve yaratılış için, bundan büyük ve bundan kusursuz bir müjde var
mıdır? Ve Hakk’ın, Hud aleyhisselam’ın bu sözünü Kur’an yoluyla aktararak bize
bildirmesi, bize bir ihsanıdır.
Sonra, bütün herşeyi toplayıcı [cami’-i küll] olan Muhammed (sav), Hud
aleyhisselam’ın diliyle söylenen bu ilahi sözü, Hak’tan bize bildirdiği şeyle
tamamladı — buna göre, Hak işitmenin ve görmenin ve elin ve ayağın ve dilin ta
kendisidir [ayn], yani duyuların ta kendisidir. Ruhani yetiler (Hakk’a) duyulardan
daha yakın olduğu halde, Resul (sav), daha yakın olup da sınırları bilinmez olan
ruhani yetiler yerine, daha uzak olan ama sınırları bilinen duyusal yetileri dile
getirmekle yetindi.
İmdi, Hak, Hud aleyhisselam’ın kavmine söylediği sözü bir müjde olarak bize
tercüme etti. Ve Resul (sav), Hud aleyhisselam’ın sözünü bize bir müjde olarak
Hak’tan tercüme etti. Böylelikle ilim, kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde [sadr]
kâmil hale geldi. “Ve Bizim ayetlerimizi ancak kafirler bile bile inkar ederler”
[Ankebut Suresi, 29/47]. Çünkü onlar, bilseler de, nefslerindeki çekemezlik ve
kıskançlık [nefaset] ve zulümden dolayı Hakk’ın ayetlerini örterler. Ve biz, Hak
Teala’nın gerek indirdiği ayetlerdeki, gerekse (Resul’ün dilinden söylediği kudsi
hadisler yoluyla) bize ulaştırdığı haberlerdeki, Kendisine ilişkin hem tenzih
yönünden ve hem de teşbih yönünden nitelemelerinde hiçbir zaman bir
sınırlamadan [tahdid] başka bir şey görmedik. Haber verdiği ilk şey, “altında ve
üstünde havanın olmadığı Ama”dır. Hak, yaratılmış olanları yaratmadan önce
Ama’daydı. Sonra, Allahu Teala, Arş üzerine oturduğunu söyledi. Bu da, tıpkı
önceki gibi sınırlamadır. Daha sonra, Hakk’ın dünya semasına indiğini söyledi, ki bu
da bir sınırlamadır. Ondan sonra, sınırlı (varlıklar) olduğumuz halde, biz nerede
olursak olalım bizimle birlikte olduğunu söyledi — ta ki, bizim ta kendimiz [ayn]
olduğunu bize haber verene dek. Böylece Hak, Kendisini ancak sınırlama yoluyla
niteledi.
Allahu Teala’nın, “Leyse ke-mislihi şey’ün” [Şura Suresi, 42/11] sözü de, eğer “ke
mislihi”deki “kaf” harfini sıfat olarak düşünmeyip artıklı [zaid] olarak kabul
edersek, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” anlamına gelir ki, bu da yine
sınırlamadır. Sınırlı olandan ayrışık olarak, o sınırlı olan olmamaklığıyla –tam da bu
nedenle– sınırlanmış olur. Dolayısıyla, anlayan için, kayıtlanmamış kılma [ıtlak]
kayıtlamadır, çünkü mutlak olan, kayıtlanmamışlıkla kayıtlıdır.
Eğer “kaf” harfini sıfat ön eki olarak kabul edecek olursak, ayet, “O’nun benzeri gibi
bir şey yoktur” anlamına gelir ki, bu şekilde de Hakk’ı (teşbih yoluyla) sınırlandırmış
oluruz. Ve eğer bu ayeti, benzerliğin değillenmesi [nefy-i misl] olarak aldığımızda,
anlayış ve doğru haber yoluyla Hakk’ın şeylerin ta kendisi [ayn] olduğunu kuşkuya
yer kalmaksızın bilmiş oluruz. Ve şeyler, her ne kadar sınırları birbirinden farklı da
olsa, sınırlıdırlar. Ve Hak, her sınırlı olanın sınırıyla sınırlıdır. Ve dolayısıyla herbir
sınır, Hakk’ın sınırıdır.
İmdi, Hak (zamansal olan şehadet aleminde) “mahlukat” ve (zamansal olmayan
ruhlar aleminde) “mübdeat” olarak adlandırılan şeyde yayınmıştır [sari]. Eğer böyle
olmasaydı, (yaratılmış olanlar için) varlık sözkonusu olamazdı. Dolayısıyla Hak,
varlığın ta kendisidir [ayn]. Ve durum böyle olunca da, Hak her şeyi kendi Zat’ı ile
korur; öyle ki, bu koruma O’na hiçbir şekilde bir yük oluşturmaz. O’nun her şeyi
koruması da, Kendi Sureti’ni başka bir suret olmaktan koruması demektir ve bunun
başka türlü (bir koruma) olması sözkonusu değildir. Ve O, her şahid olanda Şahid ve
her şahid olunanda Şahid Olunan’dır [meşhud]. Dolayısıyla alem O’nun sureti ve O
da alemin yönetici ruhudur. Bu şekilde alem, Büyük İnsan’dır [insan-ı kebir].
İmdi bütün varoluş Hak’tır
Ve O Bir’dir — öyle ki varoluşum O’nun varoluşuyladır
Bundandır, derim ki, biz besleniyor olanlarız
O benim varlığımla beslenir
Ve biz de O’nun varlığıyla besleniriz
Bir vecihden (yani, zat ve varlık yönünden) bakacak olursan,
Benim sığınmam O’ndan O’nadır.
Darlıktan dolayıdır ki, (Hak Teala) Nefes verdi ve bu Nefes’i de Rahman’a nisbet etti.
Çünkü alem suretlerinin varedilmesini isteyen ilahi nisbetlere (yani, ilahi isimlere)
Rahman İsmiyle rahmet etti. Ve bu alem suretlerine biz “Hakk’ın zahiri” diyoruz,
çünkü Zahir olan O’dur. Ve Hak, alem suretlerinin batınıdır, çünkü Batın olan O’dur.
Ve Hak, Evvel’dir; çünkü alem suretleri yokken O vardı. Ve Hak, Ahir’dir; çünkü
alem suretlerinin zuhurunda O, bu suretlerin ta kendisi oldu [ayn]. Böylece Ahir,
Zahir’in ta kendisiyken; Batın da Evvel’in ta kendisidir. Böylece Hak, her şeyi bilir;
çünkü O, hiç kuşkusuz Kendi Nefsini bilir.
Ve Hak, suretleri Nefes’te varettiğinde, “İsimler” olarak adlandırılan nisbetlerin
hükümranlığı zahir oldu; alem için (böylece, ilah/me’luh, rab/merbub, halik/mahluk
arasında nisbet zahir olmakla) ilahi nisbetlerin varlığı gerçeklenmiş oldu.
Dolayısıyla, (alem suretlerinin varlığı ve sıfatları, Hakk’ın varlığı ve sıfatları
olduğundan) alem suretleri Allahu Teala’ya bağıntılandılar [intisab]. Allahu Teala
(bir kudsi hadiste) şöyle der: “Bugün (yani, kıyamet günü) sizin nisbetlerinizi
kaldırıp Kendi nisbetlerimi koyarım” — yani, sizin kendinize olan bağıntılanışınızı
[intisab] sizden alırım ve sizi, Bana olan bağıntılanışınıza [intisab] geri döndürürüm.
Hak, takva sahiplerinin zahiri olunca, yani onların zahir olan suretlerinin ta kendisi
[ayn] olunca, (kemalatı ve övülesi şeyleri Hakk’a izafe ederek) Hakk’ı (kendi
nefslerine) korunak [vikaye] kılan bu (kendileri için mekânın sözkonusu olabileceği
bir zahir varlıkları kalmamış olan) takva ehli nerededir? Ve o takva sahipleri, bütün
ehlullah indinde, insanların en yücesi, (zatî vahdaniyet ile nitelenmelerinden dolayı
varlık ve yakınlığa) en layık olanı ve (bütün uzuv ve yetileri Hakk’ın olduğu için) en
güçlüsüdür. Takva sahibi olan kişi, zaman olur ki, kendi nefsinin suretini Hakk’a
korunak [vikaye] kılar (yani O’nu, kendindeki yerilesi şeyleri O’na isnad
edilmeklikten korur). Çünkü, Hakk’ın huviyeti, kulun yetileridir. Böyle olunca, “kul”
olarak adlandırılanı, “Hak” olarak adlandırılana korunak kılar — bilenlerle
bilmeyenler ayrılsın diye. “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak işin
özünü bilenler düşünürler” [Zümer Suresi, 39/9]. Ve bu kimseler, şeylerin özünü
görürler ki, öz [lübb], şeylerin istenir olan yanıdır. Bu konuda, şeylerin zahirine
takılıp kalan kimseler, şeylerin özünü bilme yolunda çabalayanları geçemezler; tıpkı
ücret karşılığı çalışanın, karşılığında ücret beklemeksizin çalışanı geçememesi gibi.
Ve Hak, kul için bir yönden korunak olduğuna, ve kul da Hak için bir yönden
korunak olduğuna göre, varoluş [kevn] hakkında dilediğini söyleyebilirsin. İstersen,
varoluş (eksikli sıfatların mahalli olması itibarıyla) halk’tır diyebilirsin. Ya da,
dilersen, varoluş (Hakk’ın kemal sıfatlarının zuhur mahalli olması itibarıyla) Hak’tır
diyebilirsin. Ve eğer, dilersen, varoluş (zahir ve batını, eksikli ve kâmil sıfatları cami
olmasından dolayı) Hak olan halk’tır dersin. Ya da, dilersen, bir yönüyle (yani, zahir
yönüyle) halk ve bir yönüyle (yani, batın yönüyle) de Hak’tır dersin. Ve eğer,
dilersen, varoluş hakkında (ne “Hak’tır” ne de “halk’tır” diyemeyip) hayretini dile
getirirsin.
İmdi, mertebelerin belirmesiyle, (herbir mertebeye özgü olarak) talep olunanlar
[metalib] zahir oldu. Ve eğer sınırlama olmasaydı, Resuller, Hakk’ın suretlerde
değiştiğini [tahavvül] haber vermezler ve O’nu bütün suretlerden arı olmaklıkla
nitelemezlerdi.
Göz O’ndan başkasını görmez
Ve hüküm ancak O’nun üzerinedir
Böylece, biz O’nun içiniz
Ve O’nun iki elinde O’nunlayız.
Ve bulunduğumuz her halde O’nun indindeyiz…
Bu sınırlandırmadan dolayıdır ki, O inkar edilir ve bilinir; tenzih edilir ve (teşbih
yoluyla) nitelenir. Hakk’ı, Hak’tan, Hak’ta ve Hakk’ın gözüyle gören kimse, ariftir.
Ve Hakk’ı, Hak’tan, Hak’ta ve fakat nefsinin gözüyle gören, arif değildir. Ve Hakk’ı,
Hak’tan ve Hak’ta görmeyip de, nefsinin gözüyle ahirette görme beklentisinde olan
cahildir. Sonuçta herbir kimse için Rabb’ine ilişkin olarak O’na dönebileceği ve O’nu
talep edebileceği bir itikat gereklidir. Hak, bir kimseye, itikatındaki surete bürünmüş
olarak tecelli ettiğinde, bu kimse O’nun Hak olduğunu bilir ve O’nu doğrular — ve
ne zaman ki, bir kimseye itikat ettiği suretin dışında tecelli edecek olsa, O’nu inkar
edip O’ndan sakınır. Ve kendince Hakk’a karşı edeb gösterdiğini vehmederken, işin
aslında, Hakk’a karşı gereken edebi göstermemiş olur.
Dolayısıyla, itikat sahibi bir kimse, ancak nefsinde varettiği İlah’a itikat eder. Böyle
olunca, itikat edilen ilah, yaratılmış olan ilahtır. İtikat sahipleri ancak nefslerini ve
nefslerinde yarattıkları şeyi görürler. İmdi, insanların Allah’ın ilmindeki
mertebelerini düşün! İnsanların Allah’ın ilmindeki mertebeleri, kıyamet günü,
Hakk’ı gördüklerinde bulunacakları mertebenin ta kendisidir. Ve ben sana,
mertebelerin birbirinden farklı olmasını gerektiren sebebi açıkladım. İmdi, sen özgül
bir itikatla sınırlanmaktan ve bundan başkasını da inkar etmekten sakın. Yoksa
büyük bir hayırdan ve işin hakikatini bilmekten yoksun kalırsın.
Öyleyse, sen bütün itikat suretlerinin hepsinin heyulası ol! Çünkü Allahu Teala, bir
itikada uygun düşüp de, diğer bir itikada uygun düşmemekle sınırlanamayacak
ölçüde yücedir. Çünkü Allahu Teala, “Nereye dönerseniz dönün, orada Allah’ın
yüzü vardır” [Bakara Suresi, 2/115] buyurarak, belli bir yönden söz etmeksizin,
Allah’ın yüzünün her yerde olduğunu söyledi. Ve bir şeyin yüzü, o şeyin hakikatidir.
İmdi, Allahu Teala bu sözle, ariflerin kalplerine, dünya hayatındaki geçici şeyler
bunun hatırlanmasından kendilerini alıkoymasın diye tenbihte bulundu. Çünkü kul
hangi nefeste öleceğini bilmez — kimi zaman gaflet içerisindeyken ölür. Ve böylesi
bir kimse, huzurda olduğunun bilincinde olanla bir değildir.
Kâmil kul, bunun böyle olduğunu (yani, her yerde Allah’ın yüzü olduğunu) bilmekle
birlikte, zahirî ve sınırlı suretiyle namaz kılarken, Mescid-i Haram’a yönelmeyi
gerekli görür; ve namaz sırasında Allahu Teala’nın, yöneldiği doğrultuda [kıble]
olduğuna itikat eder. Ve Mescid-i Haram’ın bulunduğu doğrultu, “Nereye
dönerseniz dönün, orada Allah’ın yüzü vardır” [Bakara Suresi, 2/115] ayetinde de
belirtildiği gibi, Hakk’ın yüzünün bulunduğu mertebelerden bir mertebedir. Ama,
“O’nun yüzü sadece bu doğrultudadır” deme ve namaz sırasında, bir yandan
Mescid-i Haram’ın bulunduğu doğrultuya yönelerek edebini korurken, öbür yandan
da, Hakk’ın yüzünün belirli bir doğrultuya özgülenemeyeceği ve Mescid-i Haram’ın,
Hakk’a yönelinecek doğrultulardan biri olduğu konusunda edebini koru.
İmdi, hiç kuşkusuz, Allahu Teala, yönelinen her doğrultuda olduğunu açıklığa
kavuşturdu. Dolayısıyla yönelinen her doğrultu, ancak O’na ilişkin bir itikattır. Ve
herkes, yöneldikleri doğrultuya yönelmiş olmakla isabet etmiştir; her isabetli olan
ödüllendirilecektir; her ödüllendirilecek olan said’dir; her said razı olunmuştur. Her
ne kadar bunlardan kimisi ahiret yurdunda bir süre için şaki olsa da, bu böyledir.
Nasıl ki, said olanlar da, ehlullah arasında said olduklarını bildiğimiz halde, bu
dünyada hastalanıyor ve acı çekiyorlarsa; Allah’ın kimi kulları da vardır ki, onlar,
ahiret hayatındayken cehennem denilen yerde bu acıları çekerler. Bununla birlikte,
işin hakikatini keşfetmiş olan ilim sahibi bir kimse, cehennem yurdunda
bulunanların, kendilerine özgü bir nimetleri olmayacağını kestirip atmaz. Bu nimet,
çektikleri acının ortadan kalkmasıyla azabın onlardan uzaklaşmasıdır — böylece,
çektikleri acıdan kurtulmaları, onların nimeti olur. Ya da cennet ehline, cennete özgü
bir nimet verilmesi gibi, cehennem ehline de cehenneme özgü bir nimet verilir
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın