Herşey ‘Adl’ isminin terazisiyle dengede
Bir gün, Sümbül Efendi Hazretleri talebelerinin ilim ve irfanlarını tecrübe etmek için sorar; eğer kâinata siz nizam koymak isteseydiniz ne yapardınız? Talebelerinin her birisi; şöyle yapardık, böyle yapardık derler fakat bir kişi hiç söze karışmaz. Bu durumu fark eden Sümbül Efendi Hazretleri” sen söyle” der Ona “Sen ne yapardın”? Merkez efendi şöyle buyurur: Aynen şu anda olduğu gibi, her şeyi merkezinde bırakırdım. Bu cevap Sümbül efendiyi çok etkiler ve o günden sonra Ona Merkez Efendi lâkabıyla seslenir.Bu ibretli cevaptaki gibi her şeyin kendi merkezinde, dengede olduğunu anlayan bu sarayın aziz misafirlerinin de ilk dikkatini çeken göklerdeki nizamdır. “Göğe gelince onu yükseltti ve mizanı koydu.” (Rahman, 7) Yüksek nidasıyla irkilir ve görürler ki:
Kâinat yaratılırken, O büyük patlamayla sonsuz düzensizlik ihtimalleri içinde sonsuz bir intizamla teşekküller meydana gelmiş. Yayılan enerji bulutlarının içerisinde atom parçacıkları oluşmaya başlamış. Ve aynı, âyetlerde ifade edildiği gibi; biri artı, biri eksi yüklü yani çiftler şeklinde protonların karşısında anti protonlar yaratılmıştır. Yaklaşık bir milyar yıl, Kur’ân-ı Kerim’in tabiriyle elli bin senede yaratılan Samanyolu, güneş, gezegenler, dünya hepsi kendi için belirlenen yörüngesinde tam bir uyum ve dengeyle akıp gitmekteler… Özellikle kâinatın incisi dünyamızın, kendi ekseni ve güneş etrafındaki dönüşündeki hızı tam da üzerindekileri dengede tutan bir hızdadır. Ve bizi türlü nimetlere kavuşturan ve tefekkür kapıları açtıran, mevsimlerin dönüşümüne sebep olan da hızındaki o müthiş ölçüdür. Gece ve gündüz bu dengeyle birbirine yaklaşır ve uzaklaşır ve zaman teşekkül eder. Dünyanın bütün sahillerindeki kumlardan daha fazla olan yıldızlar da yörüngesinden çıkmıyor, birbirlerin yörüngesine girmiyorlar. Ölüyorlar, parçalanıyorlar, dağılıyorlar… Dağılan çekirdeklerinden yeni yıldızlar doğuyor fakat bu harp ve hicrette kimse zarar görmüyor. … Dönüş hızları artmıyor, eksilmiyor ve aralarındaki mesafe ise korunmakta. Birbirlerine yakınlıkları da uzaklıkları da dengede..Her zerreye kadar Adl ismi hakim.
Sonra Dünya tavanına bakıp seyreden insan, hayatının devamı için muhtaç olduğu hava, ve o vasıtayla yere inen suya bakınca ne en zor şeylerin ne kadar kolay yollarla belli ölçülerle olduğunu görür; Rabbinin yeminini işitir “Dönüşlü olan göğe and olsun ki…” (Tarık, 11)
Dünyanın üzerindeki yedi tabaka hikmetleriyle gözükür: Her tabakanın ayrı bir vazifesi vardır. Mesela, yerden buharlaşarak atmosfere yükselen su miktarı saniyede yüz altmış milyon tondur. Eğer bu buhar miktarı troposfer tarafından tutulmayıp uzaya dağılsaydı geriye aynı oranda dönmeyecek ve dünya susuz kalacaktı. Ozonosfer ise radyoaktif yani zararlı ışınları dünyaya sokmayarak insanı korur, iyonosfer ise iyon taşıyan dalgaları bir ayna gibi tekrar bize yansıtarak haberleşmeyi sağlar. Bu hava tabakalarında yağmur, rüzgâr ve tipi gibi hadiseler ise dengeyle işlemekte… Aynı hava, kutuplara soğuk rüzgârlar taşırken, çöllere sıcak rüzgârlar götürmektedir.
Şuursuz hava kendi başına yağmurun dönüşümünü, oksijen-karbondioksit oranlarını dengeleyemez. Eğer bu hassas ölçüler olmasaydı, dünya zararlı gazlarla dolup, yaşanmaz bir yere dönerdi. Ve yine o ince mizanla, rüzgâr vasıtasıyla bitkiler aşılanıyor, gideceği adresi şaşırmadan tam hedefine sevk olunarak hayvanat ve insanların rızklarının devamı sağlanıyor. Ve hava aynı maddeden teşekkül ettiği halde her dili, her rengi, her kokuyu kendine has özellikleriyle yansıtıyor. Havada bulunan basınç oranı ile insanın kan basıncı arasında da tam bir denge vardır. Eğer hava basıncının değeri daha az olsaydı, kan vücuttan dışarıya fırlayacaktı. Eğer fazla olsaydı insan parçalanacaktı.
Sonra bu harikulade düzene hayret edip saygıyla eğilen insan yeryüzünü görür, “Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır.” (Nahl, 66) nidâsını tefekkür eder ve en çok münasebet içinde olduğu ve hizmetine verilen hayvan ve bitkiler âlemine bakar ki:
Çürüyüp giden bitkiler toprağa dönüşüyor israf olmuyor ve hiçbir şey eksilmiyor. Kelebeğin ölümü sümbülün hayat başlangıcı oluyor, birisi ölürken bir başkası diriliyor. Çürüyen her çekirdek diğer bitkiye geçiyor, her yumurtadan bir yavru çıkmıyor başka bir taifeye rızık oluyor. Ve bu muazzam denge korunuyor.
Yapraklar fotosentez işlemi ile yılda üç yüz milyon ton şeker üretimi yaparlar ve bununla beraber açığa çıkardığı oksijenle de havayı temizleyen bir işçi gibi çalışırlar. Havadaki oksijen oranı hep aynı kalır. Tam gidenler miktarınca gelenler var, her şey olması gerektiği gibi.
Tahmini rakamlarla bir buçuk milyon civarında olan hayvan taifesinden her bir taife kendi vücut yapıları nasılsa ona uygun ortamlarda yaratılmış. Neyle, nasıl besleneceklerse ona uygun rızık, ağız yapısı ve sistem verilmiştir.
Mesela; deveye bakıldığında zor çöl şartlarına dayanacak şekilde vücut azaları vardır. Hörgücünde biriken yağ deposundan ihtiyaç halinde azar azar beslenmektedir. Üç hafta boyunca bu sayede su içmeden yaşayabilir. Kürkü ise su kaybını azaltacak kalın keçeleşmiş tüylerle donatılmıştır. Ağız yapıları çöllerde kurumuş sert dikenleri kendisine zarar vermeden yiyebilecek yapıdadır. Burun ve kulakları ise kum fırtınalarından korunması için uzun kıllarla kaplıdır. Ve hâkezâ…
Sonra insan “Muhakkak ki insan en güzel surette yaratılmıştır” (Tin, 4) müjdesini duyar ve kendine bakar, göze hiçbir eksik çarpmayan tenasübü, uygunluğu görür. Ve bu tenasübün en fazla tecelli ettiği yüzünü secdeye koyar ve ilk yaratılış vaziyeti olan kendini bulduğu makama yani secdeye kapanır.
Bir hücreden geldiği haldir bu hal. İlk hücreden itibaren 100 milyar hücreye kadar çoğalırken, bir et yığını oluşturmadan; kimisi gözleri, kimisi kulakları, beyni, elleri, ayakları oluşturuyor. Ve hangi hücre, hangi sisteme hizmet edecekse ona göre vazife alıyor. Mesela kalbi oluşturan hücreler aynı bir kalbin atışı tarzında hareket halindedirler. Mide hücreleri ise hazım için gereken maddeyi imal edecek şekilde çalışırlar. Alyuvar ve akyuvarların da doğum ve ölümlerinde tam bir denge hâkimdir. İnsan vücudunda saniyede üç milyon kan hücresi ölürken kemik ilikleri tam bu kadarını tekrar üretirler ne eksik ne fazla. Akyuvarlar ise kan yoluyla vücuda giren mikropları kan mecraları boyunca dokulara uğrayarak imha ederler ve vücudun sıhhatli kalmasına yani dengesine hizmet ederler. Bu hücreler hastalık olmadığında dahi yüz trilyon hücreyi kontrol edip hastalıklı ve yaşlı olanları imha edip temizlik işlemi yaparlar.
Şüphesiz en küçük âlemden en büyüğüne kadar her şey kendine tahsis edilen işi, ölçü ve nizamını bozmadan devam ettiriyor.
Ve secde vaziyetinden kalkıp içtimai hayata giren insan, “Ta ki tartıda haddi aşmayın! Tartıyı adaletle dosdoğru yapın! Hem tartıda eksiklik etmeyin!” (Rahman, 8-9) İlâhî düsturunu rehber edip, âlemin nizamına ben de ayak uydurmalıyım, madem ben şuur sahibiyim şu itaat eden mahlûkattan geri durmamalıyım diyerek, her şeyi Rabbinin istediği tarzda dosdoğru yaparak en büyük nizamı göstermiş olur. Maddî, manevî neyi tartacaksa insaf ve adaletle tartmalı. Ve yine yaşantısında, insanlara muamelelerinde hak ve adalet terazisiyle ölçüp biçmeli ki; âlemin nizamı, kendi nizamımız ve toplumun nizami tam olması gerektiği gibi, yani Merkez Efendi’nin söylediği gibi, tam merkezinde olsun.
Bir yanıt yazın