Evet nasıl ki “Yaş veya kuru hiçbir şey yoktur ki Kur’ân’da bulunmasın.” (En’am, 6/59) Meâlindeki âyetin ifadesiyle bütün ilimler Kur’ân’da bulunduğu gibi, Kur’ân’ın da bütün mânâları Fâtiha suresinde mevcuttur. Fâtiha’nın da bütün mânâları Besmele’de toplanmıştır. Besmele’nin de umum mânâsını başındaki ‘be’ harfi ifade eder. ‘Be’ harfinin mânâsı ise şöyledir: Cenâb-ı Hakk ferman eder: (بى كان ما كان وبى يكون مايكون) yani “Bu güne kadar ne olup bitti ise ben yaptım, bundan sonra da ne olacaksa ben yapacağım.” Cümlesi her şeyi içine alıyor. Aynen öyle de kâinat kitabının Fatihası insandır, o fatihanın besmelesi Hazret-i Muhammed (sav)’dir. Peygamberimizin mübarek kalbi ise O besmelenin başındaki ‘be’ harfidir.
Her ferd için, maddî ve manevî olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği iki şahsiyet vardır. Kişinin maddî şahsiyeti, maddî varlığından ibarettir. Şahs-ı manevî ise aile, çevre, vazife, hizmet, şeref ve kişinin etkisinde bulunan bütün alanları kuşatır. Allah’ın her ferde verdiği maddî varlık, diğer ferdlerden farklı özelliklere sahip olduğu gibi, şahs-ı manevîsi de diğerlerinden farklıdır.
Mesela; bir cemaati teşkil eden zâtın şahs-ı manevîsi o cemaatin genişliğine ve büyüklüğüne göre vüs’atli, kıymet ve keyfiyetine binaen de azametli olur. Bir devleti idare edenin şahs-ı manevîsi ise etkili olduğu alana ve o devletin büyüklüğüne göre olur.
Evet, iyilik yapanların bir şahs-ı manevîleri olduğu gibi, fenalık yapanların da bir şahs-ı manevîleri var olduğunu unutmamalıyız
Umum manevî şahısların içinde en yücesi ve en haşmetlisi ve en nuranîsi ve en azametlisi ve en tesirlisi şahs-ı manevî-i Muhammedî (sav) dir. Evet o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber… O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri.. bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbiri davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm “Lâ ilahe illallah” der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zakirler aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ederek manen “Sadakte ve bilhakkı natakte” derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın? (Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesi)
Evet O Zat’ın (sav) şahs-ı manevîsi Cenab-ı Hakk’dan getirdiği İslâm dîninin yayıldığı yeryüzü kadar geniş bir alanı kuşatmaktadır. Hayatı ise İslâmiyetle başlamış, uzun bir yaşama ile kıyamete kadar, hatta ebede kadar devam edecektir. Nuranî olan kaameti ise yerden ta Arş-ı Âlâ’ya, hatta Hazret-i Cebrâil’i de geride bırakarak Kab-ı Kavseyn’e ve âlem-i vücûba kadar yükselmiştir. Yedi tabaka semânın fevkindeki Cennet’i gezdiği gibi yedi tabaka yerin altındaki Cehennem’i ve ahvalini de görmüştür. Bu geniş alanda etkili ve müessir olması noktasında baktığımızda, Allah’ın kendisine ihsan ettiği öyle nurânî bir güce sahibdir ki: Bir cephane gibi eline aldığı bir avuç toprağın düşmanlar adedince çoğalıp birer mermi gibi hepsinin yüzüne isabet ederek onları kaçmaya sevk etmesi; hem bir zikirhâne gibi avucuna aldığı taşların fasih bir lisanla zikir ve tesbih etmesi; hem aynı avuç bir eczahane gibi hangi derde temas etse şifa bulması; hem emrettiği için küre-i arzın geri gitmesiyle güneşin yeniden görünüp, Hazret-i Ali (kv) ikindi namazını kıldıktan sonra bir daha batması, hem sebep olan yapan gibidir sırrıyla umum ümmetinin kazandığı hasenat ve sevabın bir mislini kazanması; hem aya işaret etmesiyle kamerin iki parça olması; hem ağaçlara emredince ağaçların onun emrine itaat etmesi; hem meleklere sözünü dinlettirip, onlara bile hizmet ettirmesi ve daha bunlar gibi elinden binden ziyade mucizelerin zuhur etmesi ve bilhassa ezelî bir güneş gibi daima yanan ve sönmeyen Kur’ân’ın bir mûcize olarak kendisine verilmesi; hem bütün ümmetinin kalplerinin sevgilisi ve akıllarının muallimi ve hocası ve nefislerinin mürebbîsi ve terbiye edicisi ve ruhlarının sultanı olması, hem bu Zâtın (asm) yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda büyük ve çok âdetleri, inatçı, büyük, kavimlerden zahiren küçük bir kuvvetle kaldırması ve yerlerine en yüce ahlâkları kanlarına ve damarlarına karışmış bir derecede yerleştirmesi ve daha bunlar gibi bu zat öyle mûcizeler göstermiş ve harika hâlleri olmuş ki bu hususta ciltlerle kitap yazılsa yine de bitirilemeyecek.
İşte Peygamberimizin şahs-ı manevisi böylesine, varlık âleminde bütün varlıkların fevkinde geniş ve büyük bir yer tutmuş. Ve âlemin her yerinde bulunan ve hayatını devam ettiren bir ruh-u manevîsi hükmüne geçmiştir. Eğer bütün âlemin bir oda kadar küçüldüğünü tahayyül etsek küreler, yıldızlar ve güneşler görünmeyecek derecede küçülürler. Yalnız o odayı şenlendiren ve nurlandıran âlemin manevî bir güneşi olan şahs-ı maneviye-yi Muhammedîye (sav) bir insan olarak görünür. Bir insan o odaya teşrif edip girse bir eve girmenin adabı olarak orada bulunanlara selam verse, bulabileceği ancak şahsiyet-i manevîye-yi Muhammedîye olur. Ve O’na salât-u selam eder.
Peygamberimizin şahs-ı manevîsinin azametini daha iyi anlamak için şu cihetten de bakabiliriz:
Cenâb-ı Hakk’ın iki kitabı vardır: Birincisi mürekkeple yazılmış olan ve Kelâm sıfatından gelen, mûcizelerin hazinesi ve Peygamberimizin de en büyük mûcizesi olan ve daima kemal-i hürmetle okuduğumuz Kur’ân-ı Azîmüşşandır. İkincisi ise körlerin bile okuyabilecekleri şekilde cisimler denilen kabartma yazılarla yazılan ve kudret sıfatından gelen kitab-ı kebir-i kainattır.
Evet nasıl ki “Yaş veya kuru hiçbir şey yoktur ki Kur’ân’da bulunmasın.” (En’am, 6/59) Meâlindeki âyetin ifadesiyle bütün ilimler Kur’ân’da bulunduğu gibi, Kur’ân’ın da bütün mânâları Fâtiha suresinde mevcuttur. Fâtiha’nın da bütün mânâları Besmele’de toplanmıştır. Besmele’nin de umum mânâsını başındaki ‘be’ harfi ifade eder. ‘Be’ harfinin mânâsı ise şöyledir: Cenâb-ı Hakk ferman eder:
(بى كان ما كان وبى يكون مايكون) yani “Bu güne kadar ne olup bitti ise ben yaptım, bundan sonra da ne olacaksa ben yapacağım.” Cümlesi her şeyi içine alıyor. Aynen öyle de kâinat kitabının Fatihası insandır, o fatihanın besmelesi Hazret-i Muhammed (sav)’dir. Peygamberimizin mübarek kalbi ise O besmelenin başındaki ‘be’ harfidir.
Kâinatta ne varsa insanda bulunur, çünkü insanın fıtratı dört cihette camiadır:
1) Nasılki bir çekirdek bütün ağacı içinde saklıyorsa, insan da bütün kainat ağacını içinde bulunduruyor. Meselâ kuvve-i hâfıza Lehv-i Mahfuz’un bir numûnesi, hayal, âlem-i misalin bir numûnesi; ebedî yaşama arzusu, ebedî âlemlerin bir numûnesi ve kalp ise Arş-ı Âlâ’nın bir numûnesidir. İnsandaki başka numûneleri de bunlara kıyas edebiliriz.
2) Bütün âlemde tecellî eden Esmâ-i İlâhiyeye insan yalnız başına âyinedarlık ediyor. Âlem kadar geniş bir ayine oluyor. Mesela insan görmesiyle Basîr ismine, işitmesiyle Semi’ ismine, suretiyle Musavvir ismine, üzerindeki hikmetlerle Hakîm ismine ayinedarlık eder. Buna göre kıyas edebiliriz.
3) İnsanın istidadı camiadır. Bütün mahlûkatın istidatları insanda bulunur. Diğer nev’lerin istidatları gibi insanın istidadı sınırlandırılmamıştır. İradesini kullanmak ile en büyük bir evliyâ mertebesine çıkabileceği gibi, aksine en büyük eşkıyâ derekesine de düşebilir. En büyük bir doktor olabileceği gibi en büyük bir kumandan da olabilir. Ve hâkezâ…
4) İnsanın yaptığı ibâdet ve bilhassa kıldığı namaz bütün mahlâkat nev’lerinin her çeşit ibâdetlerini içinde topluyor. Demek denilebilir ki insan eşiittir âlem; âlem küçülse bir insan olacağı gibi insan dahi büyüse bir âlem olur.
Ve bu insan nev’inde de güzellik ve kemâlattan her ne varsa, Peygamberimiz (asm) da bulunur. Hatta Peygamberimizin yalnız başına yaşadığı o kemâlâtları bütün insanların her birisi ancak birer cüz’ünü yaşayabilmişlerdir. Hiçbirisi O’nun yaşadığı bütün kemâlâtı yalnız başına yaşamış değildir. Aynen öyle de Peygamberimizde bulunan bütün kemâlât ve güzelliklerin hepsi kalbinden geliyor. Bu cihetle bakılırsa şahs-ı manevi-yi Muhammedînin gerçek mahiyetini ancak Allah bilir. O şahsı her cihetle anlamak aciz kulların haddi değildir.
Hem denilebilir ki âlemde Rubûbiyet dairesi bir olduğu gibi ubûdiyet dairesi de birdir. Rabb ve Mabud bir olduğu gibi âbid de birdir. Hâlık bir olup ayrı ayrı isim ve sıfatları bulunduğu gibi mahlûk da birdir, fakat ecza ve âzâları bulunur. O ubûdiyet dairesinin esasını teşkil eden âbid ve mahlûk ise varlık âleminin çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olan Zat-ı Muhammediye (asm) dır. Çünkü bütün âlem o nurdan yaratılmıştır. Rabbim bizi kendine hakiki kul ve habibine hakiki ümmet eyleyip hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede dâim eylesin. Âmîn…
Bir yanıt yazın