Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Kur’ân’dan sonra en büyük mûcizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, her bir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hatta şecaat kahramanı Hazret-i Ali (ra), mükerreren diyordu: “Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasına ilticâ edip tahassun ediyorduk.” Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye malikti. (1)
Allah Resûlü’nün bu güzel hasletlerinden birisi de sehâvet (cömertlik)’tir. En güzel hasletlerden biri olan cömertlikte de kimse O’na (a.s.m) yetişememiştir. Nitekim uzun yıllar hizmetinde bulunan Hz. Enes (r.a) O’nun (a.s.v) hakkında şöyle demekteydi: “Resûlullah (Aleyhissalâtü Vesselâm) yarın için hiçbir şey biriktirmezdi.” (2) Ukbe İbnu’l-Haris’ten gelen şu rivayet daha da manidar olsa gerek: “Resûlullah (Aleyhissalâtü Vesselâm) bize ikindi namazı kıldırmış idi. (Selam verince) acele ile cemaati yarıp evine girdi. Halk onun bu telaşesinde hayrete düşmüştü. Ancak geri dönmesi gecikmedi. Gelince, (halkın merakını yüzlerinden anlayan Hz. Peygamber şu açıklamayı yaptı): “Yanımda kalan bir kısım altın vardı (namazda) onu hatırladım. Beni alıkoyacağından korktum ve hemen gidip dağıttım.” (3)
Efendimizin bu güzel hasleti başta halifeler olmak üzere sahâbelerine ve her asırda ümmetinin önde gelenlerine miras kalmıştır. Zira peygamberler miras olarak mal mülk değil, işte böyle ahlak-ı hamîdeleri miras bırakırlar. Bu mirası ilk devralan, malını köle azat etmekle tüketen Hz. Ebû Bekir (r.a) idi. Kazancının çoğunu Allah yolunda infak ederek ne kadar iyi bir varis olduğunu gösterdi. Vefat edip dostuna kavuştuğunda terekesine bakanlar bir dinardan başka bir şey bulamayacaklardı. Elbette ki diğer halifeler ve sahâbeler ilk halifeden farklı bir tavır sergilemediler yaşantıları boyunca.
Başta Allah Resûlü olmak üzere halifelerin ve sahâbelerin bu örnek halleri, onların İslâm’ı tebliğ etmede işlerini gayet kolaylaştırmıştır. İşte biz Müslümanlara, İslâm’ı tebliğ edip sair insanlara anlatanlara (ki bütün Müslümanlar birer tebliğcidir veya olması gerekir) harika bir misal:
Safvan bin Umeyye Mekke’nin fethinden sonra hakkında ölüm fermanı çıkarılan insanlardan biriydi. Bunun içindir ki, şehri terk edip başka bir yere kaçmıştı. Umeyr bin Vehb’in şefaatçi olması üzerine Allah Resûlü ona eman vermişti. Hatta Efendimiz ona eman verdiğinin bir alameti olmak üzere sarığını göndermişti. Sarığı gören Safvan, onu hemen tanımış ve Allah Resûlünün yanına gelmiş. O’nu sahâbeleriyle namaz kılar bir halde bulmuştu.
Peygamberimiz (a.s.m.) selam verince Safvan bağırdı: “Ya Resûlallah! Umeyr b. Vehb sarığını bana getirdi. Beni yanına çağırdığını, hoşuma giderse ne âlâ, hoşuma gitmezse beni iki ay dolaştıracağını söyledi.” Resûlallah:
“Ebu Vehb, hele in!” buyurdu. Safvan:
“Hayır, vallahi benim için açıklama yapana kadar inmeyeceğim.” dedi. Resûlallah ona:
“Sana herkesten farklı olarak, iman etmen için dört ay mühlet verilecek!” buyurdu.
Bunun üzerine Safvan bineğinden aşağıya indi.
Safvan, Allah Resûlü’nün (a.s.m.) emri üzerine onları Huneyn’e götürdü. Bu münasebetle Huneyn Savaşı’nda bulundu. Tâif Gazası’nı gördü. Müteakiben Allah Resûlü (a.s.m.) Ci’râne’ye döndü. Peygamberimiz (a.s.m.), Safvan ile birlikte ganimet malları arasında dolaşırken Safvan’ın gözü dağın eteğinde otlayan koyunlara, develere ve çobanlara takıldı. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) de göz ucuyla sürekli ona bakıyordu.
“Ey Ebu Vehb, bu dağın yamacı herhalde hoşuna gitti.” buyurdu.
“Evet” dedi Ebu Vehb.
“Öyleyse orası içindekilerle birlikte senin olsun.” buyurdu Resûlallah (a.s.m.). Safvan bunu duyunca:
“Peygamberden başkası bu cömertliği yapamaz! Şehadet ediyorum ki, Allah’tan başka ibadete layık bir ilah yoktur ve yine şehadet ediyorum ki, Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür.” deyip hemen oracıkta Müslüman oldu. (4)
İnsan yüz kapılı bir saraya benzetilecek olursa, bu kapılardan doksanı açık, onu kapalı olsa ve bu saraya girmek isteyen kişi sürekli kapalı kapıları deneyip saraya giremeyince “bu saraya girilmez” diye hüküm verse ne kadar hata eder, anlaşılır. Zira kapıların ekserisi açıktır. Sarayın doksan dokuz kapısı kapalı olup sadece biri açık olsa yine “bu saraya girilmez” denilemez. O saraya girebilmek için bir tek kapı bile kâfidir.
Safvan bin Umeyye Müslüman olana dek pek çok hadiseyi görmüş, İslâmiyet’in doğuşundan Mekke’nin fethine varıncaya kadar birçok olaya şahitlik etmiştir. Peygamberliğin ispatı olan mûcizeler, Müslümanların Bedir, Hendek, Hayber’in Fethi ve Mekke’nin Fethi gibi kazandıkları zaferler ve bazı önde gelen Kureyşilerin İslâm olması onu Müslüman yapamamış, Allah Resûlü’nün yaptığı bir infak Müslüman olmasına yetmiştir. Tabiri caizse, Safvan’ın bir tek kapısı hariç, bütün kapıları kapalıdır. Efendimiz (a.s.m.) işte o açık kapıyı arayıp bulmuş, içeriye girmiş ve bir kişiyi daha İslâm sarayına idhal etmiştir. Bir kişiye daha cennet kapılarını açmıştır.
Her şeyin maddiyatla değerlendirildiği şu asırda dinimize ve davamıza yeni Safvan’lar dâhil edebilmek için bizlerin de bu güzel hasleti kazanmamız gerekir. Bu bize yeni dava arkadaşları kazandıracağı gibi, bizim Allah’a yakınlaşmamıza vesile olacak çok güzel bir haslettir. Zira “Resûlullah (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdular ki: “Sehâvet sahibi Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil sehâvet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever.” (5)
1- Bedîüzzaman Said Nursi, Zülfikar, Osmanlıca Nüsha, Sh. 224
2- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/8.
3- İbrahim Canan, a.g.e.
4- M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahâbe, Işık Yayınları: 1/145–146
5- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/5
Bir yanıt yazın