Ey kalpleri Döndüren /Çeviren Allah’ım ! Kalbimi Dininin Üzerine Sabit Kıl!
Cenâb-ı Hakk’ın hidâyetimizi arttırması ve bizi bu noktada kararlı kılması için hidâyete elyak olmamız ve kendimizi hidâyet nûruna ve ikramlarına hazır hâle getirmek noktasında ciddiyetle gayret göstermemiz gerektiği büyük bir hakîkat olarak karşımıza çıkmaktadır. Unutmamalıyız ki ne kadar gayret gösterirsek o kadar rahmet ve hidâyet edilecek. Zira hidâyetin devamı bu gayrete bağlı olacaktır.
Şanlı, izzetli ecdadımız Cenâb-ı Hakk’a (cc) ve O’nun necip Peygamberine (asm) olan itaatleriyle beraber ferâset dolu bir hayat sürmüşler ve kendi edindikleri tecrübeleri çok güzel, anlamlı, hissiyat-ı millîmize uygun sözlerle bu günlere aktarmışlardır. Bu anlamlı sözlerden bir tanesi de şudur: “İslâm olmak çok önemlidir ama daha önemlisi İslâm olarak kalmak ve ölmektir.”
Bu gibi cümleler İslâmiyet’in esaslarının çok iyi anlaşılıp yaşanmasıyla ortaya çıkan altın cümleler olup zamanın tefsir ettiği ve hakîkatlerini her zaman teyid ettiği cümlelerdir. Öyle ki İslâm olmak büyük bir şeref olmakla birlikte mesele bu noktada bitmemektedir. Cenâb-ı Hakk hidâyet verir, doğru yolu gösterir, sevk eder ve kul bu aşamadan sonra kendi ihtiyarı ile bu yolda gayret eder. Hâl ve harekât tarzlarını kendisine verilen bu ihsânı muhafaza ve yüceltmek üzerine bina eder. Zira kendisine hidâyet edilenin üzerine, Cenâb-ı Hakk tarafından cebir gösterilip mecbur kılınmaz.
BAZI YANLIŞ ANLAMALAR
Kur’ân-ı Kerîm’de 350 yerde geçmekte olan hidâyet kelimesi ‘irşad etmek’, ’doğru yolu göstermek’, ‘hedefe götüren şeyi göstermek’, ‘hediye’ anlamlarını taşımakla birlikte, ‘bir insanın Allah (cc) ve Resûlü (asm)’ın yolunda olması, her türlü İslâm dışı hallerden uzak olması’, ‘insanı dünya hayatının amacına ulaştıran şey’ gibi mânâları ifade eder.
Sözün ucuzladığı âhirzaman hayatında konu ile ilgili bazı yanlış ifadeler kullanılmaktadır. Özellikle cenâze merasimlerinde “Ne yapalım, Allah hidâyet etmedi, etseydi daha iyi bir hayatı olurdu” veya “Bu kadar hidâyet etti” gibi benzeri ifadeler sanki Cenâb-ı Hakk’ın hidâyet ettikleri ve etmedikleri gibi bir ayırımının olduğu sonucuna varılan yanlış anlamları beraberinde getirmektedir. Hâlbuki bu anlayış Kelâm-ı Ezelî’de meâlen şöyle ifade edilmektedir: “Ey Muhammed! De ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim.” (Yûnus, 108). Size hiç bir şekilde ayırım yapılmadan bir hak/hidâyet geldi/verildi. Bundan sonra bu hidâyeti sürekli ve sâbit hale getirmek için gayret size aittir. Ezelî ve ebedî bir hidâyete karşı, gayret sizdendir. Buradan bir işârî mânâ da şöyle olabilir ki; kimseye oturduğu yerde uğraşmadan hidâyet verilmeyecek ve imtihan sırrı bozulmayacaktır.
KISACA, NEDİR HİDÂYET?
Nasıl ki güneşli bir günde insanların güneşten istifade edebilmeleri için güneşe doğru gitmeleri şarttır, aksi takdirde güneş onların oturdukları gölgeye özellikle gidip onlara gülmeyecektir. İşte aynen öyle de insanlar da hidâyet güneşinden istifade etmek isterlerse hidâyete sebebiyet verecek her türlü vesîleyi kullanarak hidâyete koşmaları gerekir. Bu gayretle beraber hidâyet yolunda hidâyeti verenden yardım istenebilir, bu yoldan ayırmaması için duâ edilebilir. Bunun aksine hiçbir gayret gösterilmeden, “Allah bu kadar hidâyet verdi” diyerek Rahmet-i İlâhiye ittiham edilemez. Mesela namaz kılan bir insan kendisine ihsan edilen hidâyet yoluna girmiş bir insandır. Onun hakkıdır ki kıldığı her vakitte Fâtiha ile birlikte sırat-ı müstakîmi istesin ve o yolda sebat kılınmasını talepte bulunsun. Bu noktada hidâyet namazla gelecektir ve şartlıdır. Zira, “İman edenler ve sâlih ameller işleyenleri, imanlarına karşılık Rabbleri onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir.” (Tâha, 82)
ALLAH, DİLEDİĞİNE HİDÂYET VERİR
Kur’ân-ı Kerîm’de hidâyet ile ilgili birçok âyette Cenâb-ı Hakk’ın dilediğine hidâyet vereceği buyurulmaktadır. Bu âyetler bazı insanların kendilerine hidâyet verilmediği zira Cenâb-ı Hakkın onlar için dilemediği gibi algılanmamalıdır. Evet, Allah, (cc) dilediğine hidâyet verir. Bu noktada peygamberler ve kitaplar gönderir. Kullarına merhameti ile muamele eder. Öyle ki rahmeti, kendisine inanan ve inanmayan herkesi kuşatır. Küre-i arzı kendisine beşik yapar. Ruh, beden, hayat, sıhhat verir. Daha dünyaya gelmeden onu en güzel mûcizelerle donatır. Sonra onu muhatap kabul eder ve seçilmiş kullarını onlara rehber gönderir. Emir ve yasaklarını tebliğ ettirir. Sonra da onlardan itaatlerini ister.
İşte bu noktada bütün saydıklarımız birer hidâyet nümûnesidir. Bu aşamadan sonra hidâyeti kabul etmek ve etmemek gibi bir durum söz konusudur. Kabul edenler için Kitab’ında meâlen, “Doğru yola girenlere gelince, Allah onların hidâyetlerini artırmış ve onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir.” (Muhammed, 17) buyurduğu emri ile kendilerine hidâyet yolunda ihsanlarda bulunur. Onlara nûru, rahmeti ile sevk ve teşvik edici ikramlarda bulunur. İlham eder ve hayırları kendilerine kolaylaştırır. İman ve Kur’ân yolunda kendilerini kararlı kılar. Bu ikramlar ise sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın verebileceği ikramlardır. Bu nedenle peygamberlerin hidâyet üzerinde doğrudan bir tesirleri yoktur ve olamaz. Onlar ancak tebliğ edici ve yol göstericilerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın hidâyetimizi arttırması ve bizi bu noktada kararlı kılması için hidâyete elyak olmamız ve kendimizi hidâyet nûruna ve ikramlarına hazır hale getirmek noktasında ciddiyetle gayret göstermemiz gerektiği büyük bir hakîkat olarak karşımıza çıkmaktadır. Unutmamalıyız ki ne kadar gayret gösterirsek o kadar rahmet ve hidâyet edilecek. Zira hidâyetin devamı bu gayrete bağlı olacaktır.
Yazımızı bir kaç güzel duâ ile bitirelim:
Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) buyuruyor: “Ey kalpleri döndüren/çeviren Allahım! Kalbimi dîninin üzerinde sabit kıl!” (âmîn)
“Allaha hamd olsun. Eğer Allah bizi hidâyete erdirmeseydi, doğru yolu bulamazdık.” (A’râf, 43)
“Ey Rabbimiz, bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi saptırma! Bize kendi katından rahmet ihsan eyle! Şüphesiz ki, Sen bol ihsan sahibisin.” (âmîn) (Âl-i İmrân, 8)
Bir yanıt yazın