Bil ki, hiç kuşkusuz hayatın sırrı suda yayındı. Dolayısıyla su, unsurlar ve erkânın
aslıdır. Ve işte bunun için Allahu Teala diri olan her şeyi sudan yarattı. Ve varlıkta,
diri olmayan ve Allah’ı hamdıyla tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama bu tesbih,
ancak ilahi keşf ile anlaşılır ve Hakk’ı ancak diri olan şey tesbih eder. Dolayısıyla her
şey diridir ve her şeyin aslı sudur.
Sen arşın (yani, bütün bir cisimler aleminin) nasıl su üzerinde durduğunu görmez
misin? Çünkü arş sudan oluştu [tekevvün]. Dolayısıyla arş, kendisini altından doğru
koruyan suyun üzerinde yükseldi. Aynı şekilde, Allahu Teala insanı kul olarak
yaratmış ve insan (ise) Rabbine karşı büyüklenerek, kendini O’nun üstüne
yükseltmiştir — ve Hak Teala, bu kendini [nefs] bilmeyen kulun yüceliğine bakarak,
onu altından (ve batınından) doğru korur. Ve Resulallah’ın (sav) şu sözünde buna
işaret edilmiştir: “Eğer bir ip sarkıtacak olsanız, Allah’ın üzerine düşerdi.” Bu
göstermektedir ki “alt” O’na nisbet olunur; tıpkı, “Üzerlerindeki Rabblerinden
korkarlar” [Nahl Suresi, 16/50] ve “O, kulları üzerinde kahredicidir” [En’am Suresi,
6/18] sözlerindeki “üst”ün O’na nisbet olunması gibi. Dolayısıyla, Hakk’a “alt” ve
“üst” (denk bir şekilde) nisbet olunur. Böylelikle altı yön (ön, arka, sağ, sol, alt, üst)
ancak insana nisbetle zahirdir ve insan Rahman’ın sureti üzeredir.
Allah’tan başka gıdalandırıcı yoktur. Ve O, bir topluluk (Yahudi ve Hıristiyanlar)
hakkında şöyle buyurdu: “Eğer onlar Tevrat ve İncil’in hükümlerine..” –ve sonra,
belirsiz ve genel bir ifadeyle– “..ve Rabblerinden kendilerine indirilen şeye uyacak
olsalardı..” –ki burada Resul’e vahyolunan ve ilham olunan bütün hükümler içerilir–
“..üstlerinden..” –ki, Allah’a nisbet olunan üstte-olmaklık yönünden gıdalandırıcı
ancak O’dur– “..ve ayaklarının altından yerlerdi” –ki, Allah’ın tercümanı olan
Resul’ünün diliyle Hakk’ın kendi Nefsine nisbet ettiği altta-olmaklık yönünden
gıdalandırıcı ancak O’dur [Mâide Suresi, 5/66].
Eğer arş su üzerinde olmasaydı, arşın varlığı korunamazdı, çünkü diri olanın varlığı
ancak hayat ile korunabilir. Görmez misin ki, bir kişi bildik bir şekilde öldüğünde,
onun düzenlenişinin parçaları dağılır ve onun yetileri, bu ona özgü düzenlenişte var
kalmaz.
Allahu Teala, çektiği acının ateşi içerisindeki Eyyub’a, “Ayağını yere vur, bu
yıkanılacak bir şeydir” [Sâd Suresi, 38/42] — yani soğuk sudur, dedi. Dolayısıyla
Allahu Teala bu ateşi suyun soğukluğuyla dindirdi. Bundandır ki, tıp, fazla olanın
azaltılması, az olanın ise artırılmasıdır; ki bu şekilde istenen şey itidalin
sağlanmasıdır; ama bu itidale ancak yaklaşık olarak ulaşılabilir. Yaklaşık olarak
diyoruz, çünkü hakikatlar ve şuhud, tekvin’in sürekli olarak Nefesler yoluyla (yeni
bir yaratılış içerisinde) olduğunu göstermektedir. Ve tekvin ancak bir yönelimle
birlikte ortaya çıkar ki, buna, tabiat sözkonusu olduğunda “bozunma” ve “çürüme,”
Hakk sözkonusu olduğunda ise “irade” denir. Ve irade, bir başkasına değil, özgül bir
isteğe [murad] yönelmektir. İtidal ise, her yöne denk bir şekilde yönelmeyi gerektirir
ki, (alemde) böyle bir şey sözkonusu değildir. Bundan dolayıdır ki biz, itidal
olamayacağını söyledik.
Nebilerin getirdiği ilahi ilimde Hak, “rıza” ve “gazab” ile ve birbirine karşıt olan
sıfatlarla nitelenmiştir. İmdi, rıza gazabı ve gazab da rızayı ortadan kaldırır. Ve itidal,
rıza ile gazabın denk olmasıdır (ki bu, olmayacak bir şeydir). Dolayısıyla öfkelenen,
öfkelendiği kimseden aynı zamanda da razı olarak öfkelenmez. Böylelikle, bu
kimseye ilişkin olarak iki hükmün biriyle (yani, öfke duymaklıkla) nitelenir ki, bu
niteleniş o kimsedeki yönelime işaret eder. Ve razı olan, razı olduğu kimseden aynı
zamanda da öfke duyuyor olarak razı olmaz. Böylelikle (yine) bu kimseye ilişkin
olarak iki hükmün biriyle (yani, razı olmaklıkla) nitelenir ki, bu niteleniş de yine o
kimsedeki yönelime işaret eder.
Ve biz bu sözlerimizi, kendi zanlarınca, ateş ehli için Allah’ın gazabının sonsuza dek
süreceğini düşünenler için söyledik — ki bu, bizim söylediğimizi (yani, itidal
olamayacağını) doğrulamaktadır. Eğer iş bizim dediğimiz gibiyse, her ne kadar ateş
içerisinde kalsalar da, ateş ehlinin varacağı son, çektikleri acının sona ermesidir — ki,
bu da rızadır. İmdi, çektikleri acının sona ermesiyle gazab ortadan kalkar, çünkü –
anlayacak olursan– çekilen acı duyulan öfkenin ta kendisidir. Öfke duyan kimse hiç
kuşkusuz azap içerisindedir. Dolayısıyla, içindeki acının, öfkelendiği kişiye
geçmesiyle kendisini rahatlatabilmek için, acı çektirerek intikam almaya çalışır.
Hakk’ı alemden ayıracak olursan, Hak böylesi bir sıfatla tanımlanmaktan (yani,
öfkelendiği kişiye öfkesini aktararak rahat bulma ihtiyacında olmaktan) sonsuz
yücelikte aşkın olur. Ama eğer Hakk’ın alemin huviyeti olduğunu düşünecek
olursan, o halde, bütün hükümler ancak O’nda ve O’ndan zuhur eder. Ve bunun
böyle olmaklığının delili, Allahu Teala’nın şu sözüdür: “Her şey O’na dönücüdür..”
— ve her şeyin O’na dönmesi hakikat ve keşf yoluyladır. İmdi sen, hicab ve örtü
içindeliğiyle, “..O’na kulluk et ve O’na tevekkül et!” [Hud Suresi, 11/123]. Gerçekte,
bu alemden daha kusursuz bir alem olması mümkün değildir ve bunun böyle
olması, Allahu Teala’nın alemi Rahman’ın sureti üzere yaratmış olmasındandır. Yani
Hak Teala’nın varlığı, alemin zuhuru ile zahir oldu. Ve aynı şekilde insan da tabii
suretinin varlığı ile zahir oldu. İmdi biz, O’nun zahirî suretiyiz ve O’nun huviyeti, bu
zahirî suretin yönetici ruhudur. Ve yönetme, (alem O’nun zahirî sureti olduğundan)
ancak O’ndadır ve (O, alem suretinin ruhu olduğundan) ancak O’ndandır. Böylelikle
O, mana yönünden Evvel’dir ve suret yönünden Ahir’dir; ve O, hükümler ve hallerin
değişmesi yönünden Zahir’dir ve yönetme yönünden Batın’dır. Ve O, her şeyi bilir
ve O her şey üzerine Şehid’dir. Böylelikle O, şuhud yoluyla bilir, fikir yoluyla değil.
Aynı şekilde, deneyimlemeler ilmi de [ilm-i ezvak] fikir yoluyla değil, şuhud
yoluyladır. Gerçek ilim budur ve geri kalan ne varsa zan ve tahminden ibaret olup,
hiçbir şekilde gerçek ilim değildir.
Sonra, bu su, bedenindeki susuzluğu ve acıyı gidermek üzere Eyyub için bir içecek
oldu. Ve Eyyub’un (hastalığından dolayı çektiği) azabı, Şeytan’ın –yani algıladığında
yakın olacağı hakikatleri ne ise o olarak algılamaktan uzaklığın– dokunmasıyla
ortaya çıktı. İmdi, görülen her bir şey, her ne kadar aradaki mesafeden dolayı uzak
olsa da, göze yakındır. Çünkü görülen şeyin görülmesi dolayısıyla göz, hiç kuşkusuz
bu görülen şeye erişir — ve eğer böyle olmasaydı, onu göremezdi. Ya da görülen şey
göze erişir. Dolayısıyla gören ve görülen arasında bir yakınlık vardır. İşte bunun için
Eyyub, “dokunma” tabirini bir kinaye olarak kullandı ve dokunma yakın olmaklığı
gerektirmekle birlikte, bu dokunuşu Şeytan’a, yani uzaklığın kendisine izafe etti.
Böylece, “Bendeki hikmetten dolayı, uzaklık bana yakınlaştı” demiş oldu (ki,
Eyyub’da varolan hikmet; müteayyin olan Hak’tan, bu taayyün sebebiyle örtülü
olması ve bu taayyün örtüsünün galebesinden dolayı Hak’tan uzak olmasıdır). Sen
elbette bilirsin ki, yakınlık ve uzaklık iki izafi şeydir ve yakın olan şeyde yakınlığın
ve uzak olan şeyde de uzaklığın hükmü yerleşik olmakla birlikte, her ikisi de, ayn
olarak varlıkları olmayan nisbetlerdir.
Bil ki, Allahu Teala Eyyub’un sırrını bize ibret olsun ve Muhammedî ümmet bu
kitabın (yani, Eyyub’un varlığının) satırlarını kendi hallerince okusunlar diye
gösterdi. Böyle olunca (Eyyub gibi, belalara sabretmeleri sonucunda esenlik bularak,
sabır ve rızada ve bunun sonucunda elde edilen mükafatta) Eyyub’un makamına
erişirler; onun içindir ki bu (yani, Muhammedî ümmete ibret olması için Hak Teala
hazretlerinin bir nebisini belaya uğratması, hiç kuşkusuz Muhammedî ümmeti)
şereflendirmedir.
İmdi Allahu Teala, kendisinden sıkıntıyı gidermesi için dua etmiş olmasına karşın
Eyyub’u sabırlı olmakla övdü. Böylelikle biz bildik ki, bir kulun kendisinden
sıkıntının giderilmesi için Allahu Teala’ya dua etmesi, “..sabredici..” olmasına ve
“..iyi bir kul..” olmasına eksiklik getirmez. Nitekim Allahu Teala, “..o dönücüdür”
[Sâd Suresi, 38/44] –yani sebeblere değil, Allah’a dönücüdür– dedi. Ve her ne kadar
Hak, kulun dayanıyor olduğu bir sebeb yoluyla işlese ve bir sıkıntıyı gideren
sebebler çok olsa da, sebeb-olan, Bir-olan-ayn’dır [ayn-ı vahid]. Dolayısıyla kulun, bu
acıyı bir sebeb yoluyla gideren Bir-olan-ayn’a dönmesi, ilahi ilimde sabit olan şeyle
çoğu kez uyuşmayan özgül sebebe dönmesinden daha yerindedir. İmdi kul, “Allahu
Teala duamı kabul etmedi” der. Halbuki o kul (gerçekte) dua etmeyip, (ortaya
çıkma) zamanı ve vakti gelmemiş olan özgül sebebe yönelmiştir.
İmdi Eyyub, nebi olduğundan dolayı, Allah’ın hikmeti doğrultusunda davrandı
(yani, bela zamanında sabretti ve giderilme vakti gelince de sıkıntının giderilmesi
için dua etti). Sabır, bazılarına (yani, zahir uleması ve tahkik makamına erişmemiş
süluk ehline) göre, nefsi şikayet etmekten alıkoymaktır. Ama bize göre bu, sabrın
tanımı değildir. Ve sabrın tanımı nefsi Allah’a değil, Allah’tan başka olana şikayet
etmekten alıkoymaktır. İmdi, şikayet edenin şikayetinin, kazaya rıza göstermeye
eksiklik getireceğini düşünmeleri, bu kimseleri örtülü kıldı. Ve iş, onların
düşündüğü gibi değildir; çünkü Allahu Teala’ya ve O’ndan başkasına şikayet kazaya
rıza göstermeye eksiklik getirmez, sadece kaza-olunan’a [makzî] rıza göstermeye
eksiklik getirir — ki, bizlere de kaza-olunan’a rıza göstermemiz (gerektiği) hiçbir
zaman söylenmiş değildir. Ve sıkıntı, kaza-olunan’dır ve kaza-olunan, kaza ile aynı
şey değildir.
Eyyub bildi ki, sıkıntının giderilmesi konusunda Allahu Teala’ya şikayet etmekten
nefsini alıkoymak ilahi kahra karşı direnmek demektir; ki bu da kişinin cehaletinden
kaynaklanır. Ve Allahu Teala böylesi bir kimseyi sıkıntıya sokacak bir şeye
uğrattığında, bu kişi bu sıkıntılı işin giderilmesi için Allahu Teala’ya dua etmez. Ama
bu durumda onun yapması gereken şey –gerçekleyici [muhakkik] olan kimse
indinde– yakarmak ve kendisinden bu sıkıntının giderilmesi yönünde dileyişte
bulunmaktır. Çünkü keşf sahibi olan arif indinde bu (belanın kuldan giderilmesi),
Cenab-ı İlahi’den giderilmesi demektir. Ve Allahu Teala, “Allah’a ve Resulüne eza
eden kimseler..” [Ahzab Suresi, 33/57] diyerek, hiç kuşkusuz Kendi nefsini eza
olunmaklıkla nitelemiştir. İmdi sen, O’ndan ya da bilmediğin ilahi bir makamdan
gaflete düştüğünde, seni bir belaya uğratmasından daha büyük bir eza olabilir mi?
Ve bu, sen O’na dönesin ve O’nun senden bu belayı gidermesiyle, senin hakikatin
olan gereksinim içre olmaklığın [iftikâr] doğrulansın diyedir. Ve sonuçta da, bu
belanın giderilmesini O’ndan dilemen sebebiyle eza –sen O’nun zahirî sureti
olduğundan dolayı– O’ndan giderilsin diyedir.
Ariflerden biri açlıktan dolayı ağladığında, bu bilgiyi deneyimlememiş olan birinin
kendisini azarlaması üzerine şöyle dedi: “Allah beni ağlayayım diye acıktırdı.”
Burada demek istediği, kendisinden giderilmesi için O’ndan dileyişte bulunsun diye
kendisini sıkıntıya düşürdüğü ve bunun, kendisinin sabırlı oluşuna eksiklik
getirmediğidir. Böylelikle biz bildik ki, sabır hiç kuşkusuz nefsi Allah’tan başkasına
şikayette bulunmaktan alıkoymaktır. Ve “başkası” derken, Allah’ın vecihlerinden
özgül bir vechi kastediyorum. Ve Hak Teala (kulun dua etmesi için) ilahi
vecihlerinden özgül bir vechi tayin etti, ki bu vecih de “huviyet vechi” olarak
adlandırılır. Dolayısıyla kul, sıkıntının giderilmesi için “sebebler” denilen diğer
vecihlerden değil, bu vecihten (yani, huviyet vechinden) dua eder — ve fakat bu
(diğer vecihler, yani sebebler) kendi içerisinde huviyetin ayrıntılanışından [tafsil]
başka bir şey değildirler. Ve arifin, kendisinden zararın giderilmesi için Hakk’ın
huviyetinden dileyişte bulunması, onu, sebeblerin tümünün Hakk’ın Kendisi
olduğunu görmekten örtülü kılmaz. Ve bu, Emin Olunanlar [ümena] ve Edeb
Sahipleri’nden [üdeba] başka hiç kimsenin bir yol bulamayacağı bir sırdır — çünkü
O’nun için Emin Olunanlar vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilmez ve
bunlardan bazısı (Allah’ın bildirmesiyle) bazısını bilir.
Biz sana bu şekilde öğüt verdik. İmdi sen, bununla amel et ve Allah Sübhanehu ve
Teala’dan dileyişte bulun.
Bir yanıt yazın