Avrupa felsefecilerinin ‘sihir’ gibi, aldatan ve hakîkati perdeleyen hakîkatsiz ve bâtıl ‘bilim süsü’ verilmiş felsefe ve fikirleriyle mücadelede, elbette Mûsâ Aleyhisselâm’ın asâsı gibi, bütün o sihirleri yutacak ve imha edecek bir ‘hakîkat’, bir ‘nûr’ lâzımdır.
İmam-ı Âzam Hazretleri ‘âlim’i tarif ederken, “Kur’ân ve sünnet eczahanesinden yazdığı reçetelerle, kendi zamanının manevi hastalıklarını tedavi edebilen insandır.” ifadesini kullanır.
Asrımız Müslümanının manevî hastalıklarının tedavisini, Kur’ânî ve nebevî reçetelerle yapmaya cehd eden Bediüzzaman Hazretleri, On Altıncı Lem’a’da şöyle der: “Bu zamanda müslümanların en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle (sapık inançlarla) kalplerin bozulması ve imanların zedelenmesidir.”
Mûsâ Aleyhisselâm ile Firavun’un mücadelesini hatırlayalım: Firavun, Mûsâ Aleyhisselâm’ın karşısına sihirbazlarını çıkarmıştı. Sihirbazlar da ortaya, sadece ‘göz boyamak’tan ibaret olan sihirlerini atarak, güya Mûsa Aleyhisselâm’a galip gelmeye çalışıyorlardı. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm elindeki asâsını yere attığında, asâ birden dev gibi bir ejderha olup, bütün sihirleri yutmuştu. Bunun bir sihir olmadığını, hakiki bir mucize olduğunu sihirbazlar yakînen anlamış ve secdeye kapanmışlardı.
Beyânı mûcize olan Kur’ân’da, bu kıssa böylece bize anlatıldığına göre ve Kur’ân, her asırdaki bütün insan tabakalarına hitab eden bir kelâm-ı ezelî olduğuna göre, demek ki her asrın ‘iman cephesi’nin Mûsaları’na (as) karşı, ‘küfür cephesi’nde de Firavunlar, sihirbazlar ve onların sihirleri olacak, ve bu sihirlere karşı da, hepsini iptal edip yutacak ‘Asâ-yı Mûsa’lar (as) olacaktır.
Aldığı küçücük bir ikaz ve emirden veya vehmî bir emelden ümidinin kesilmesinden veya ehemmiyetsiz bir işten hayal kırıklığına uğramasından dolayı, tatlı rüyalar insana acılaşıyor, şirin vaziyetler insana azap veriyor, dünya insana dar geliyor, zindan oluyor. İnsanın bu kadar nazik ve hassas ‘manevî denge’leri var. Bazen kâinata bile sığamayan insan, zaman oluyor ki bir damla suya bütün hissiyatıyla giriyor ve orada boğuluyor. Bazen bir bakış, bir kelâm, bir mimik insanın bütün manevî dengelerini tar u mar edebiliyor.
İşte, lisân-ı nebevîde ‘âhirzaman’ diye isimlendirilen şu dehşetli asırda, Avrupa filozoflarının ‘sihir’ gibi hakîkatsiz ve bâtıl fikir ve felsefeleriyle, akıl ve kalpleri âdeta sihirlenen beşer, kalbinin ve ruhunun en derin köşelerinde ve en esaslı yerlerinde küfür (inkâr) ve dalâlet (sapık itikatlar) darbesini yemiş ve bütün elemleri, dalâletleri (sapıklıkları), ahlâksızlıkları, fenalıkları bundan dolayı ortaya çıkmıştır.
Beşer, bu dehşetli ‘küfür ve dalâlet darbesi’nin tam bir neticesi olarak, kalbinden ve ruhundan hürmet, muhabbet, merhamet, insaf gibi bütün mukaddes değerlerini kaybetmiş, bu mahrumiyetler ile, akıl ve zekânın da sevkiyle, bütün bütün canavarlaşmış ve insanlık tarihinin en büyük zulümlerini, katliamlarını ve fenalıklarını işleyerek, geçmiş asırların bütün ‘varlık’, ‘değer’ ve ‘birikim’lerini mahv ü perişan etmiştir.
Avrupa felsefecilerinin ‘sihir’ gibi, aldatan ve hakîkati perdeleyen hakîkatsiz ve bâtıl, ‘bilim süsü’ verilmiş felsefe ve fikirleriyle mücadelede, elbette Mûsâ Aleyhisselâm’ın asâsı gibi, bütün o sihirleri yutacak ve imha edecek bir ‘hakîkat’, bir ‘nûr’ lâzımdır. Hem öyle bir hakîkat ve nûr ki, küfrün temel taşını zîr ü zeber etsin, sapık inançları ve felsefeleri bir daha dirilemeyecek bir surette öldürsün, bozulan, zedelenen, ve şüphelere gark olan kalpleri ve akılları yeniden ihyâ etsin, hem de mûcizeye şahid olan sihirbazların secde edip îman etmeleri gibi, o filozofların günümüzdeki talebeleri dahi, o ‘hakîkat’e ve o ‘nûr’a karşı teslîm-i silah etsin veya sükût etsin.
İşte, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!” diyerek yola çıkan, ve bu sihir gibi felsefelerin ve bâtıl efkârın hücumuna karşı, İslâm cemiyetinin, ancak bütün hükümlerini akla ve mantığa tasdik ettiren ‘ter ü taze îman esaslarıyla mukabele edebileceğini söyleyen, ve hayatının şehâdetiyle bütün mesaisini îman üzerine teksif etmiş olan, ve îman ve Kur’ân hakîkatlerini iki kere iki dört eder kat’iyetinde aklı gözüne inmişlere aklî ve mantıkî delillerle ispat eden ve müstesnâ bir Kur’ân talebesi olan
Risale-i Nûr müellifi Bediüzzaman Hazretleri, o Kur’ânî hakîkat ve nûru şu zamanda insafla bakanlara, ihtiyacını hissedenlere ve yaralı kalplere neşrediyor kanaatindeyim.
“Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!”
Bir yanıt yazın