Bin tane çekirdeği bulunan bir zat hikmet ve maslahatın gereği olarak bunlardan beş yüzünü toprağa gömerek ekiyor. Neticede hepsi çürüyor. Kalanlardan 250 tanesini daha ekiyor. Bunlar çürümeden bağında hepsi birer ağaç oluyor. Şüphesiz bu adam geriye kalan 250 adedini de “bunlar ekilip ağaç olmadı” diyerek çürümüş olanlara yapılan muameleyi yapıp çöpe atmayacaktır. Belki bağında ağaç olup büyüyenlere sahip çıktığı gibi o çekirdeklere de sahip çıkacaktır.
Fetret, vahiy ve semavi hükümlerin sükûn ve duraklama zamanı olduğu için, iki peygamber-i zîşan devirleri arasındaki zamana denir. Hatta yürürlükte olan bir dinin hükümleri kendilerine ulaşıp hakkıyla anlatılmayan kişiler için de fetret devri geçerlidir. Onlara da ehl-i fetret denilir.
Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebîr’inde fetret meselesi ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:
رَسُولاً نَبْعَثَ حَتّىَ مُعَذِّبِينَ كُنَّا وَمَا
“Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap ediciler değiliz.” (İsrâ, 15 )
İmam Eş’ârî ve Şâfii uleması bu âyet-i kerimenin açık emrine istinaden kendilerine elçi gönderilmeyen ve ehl-i fetret sayılan kişiler, bilmedikleri için, velev ki dini hükümlerini değiştirseler, bozsalar hatta putlara da tapsalar yine de ehl-i necat olduklarını kabul ederler. Zira bu âyetin açık ifadesiyle kendilerine azab verilmediğinden onların, akıllarıyla hak dini bulmalarının farz olmadığını söylemektedirler. Eğer farziyet bulunsaydı, terkinde ceza olarak azap verilirdi diyorlar. Hem bu âyetin hükmünü isbat için de şu iki âyet-i kerimeyi delil göstermektedirler:
“(Biz) müjdeleyiciler ve (aynı zamanda) korkutucular olarak nice peygamberler(gönderdik)ki, o peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir delil(ler)i ve (mazeretleri) olmasın!(Nisâ, 165)
“Eğer biz, onları bundan (peygamber veya Kur’ân’dan) önce bir azab ile yok etseydik, muhakkak ‘Ey Rabbimiz! bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık, olmaz mıydı?’ diyeceklerdi.”(Tâ-hâ, 134)”(Fahreddin Râzî,Tefsir-i Kebîr)
“Eğer “Resûl-i Ekrem (asm), ehl-i fetretten olan İmrü’ül-kays, Hatem-i Taî ve bir kısım sahâbelerin babaları için ateş ehl-i olduklarını söylemiştir.” denilse bile şübhesiz onların hakkındaki hadisler ahâdî yani bir kişiden rivâyet edildikleri için yukarıdaki âyetlerin kat’î ifadelerine karşı delil olamaz. Belki bu âyetlere göre o hadisleri izah etmek icab eder.”(Cevheretü’t-Tevhid Şerhi)
“Maturudî mezhebine göre, âyette geçen elçiden maksat akıldır. Akıl, doğru ile yanlışı ayıracak bir kabiliyettedir. Onun için aklı olan her insan, yaratıldığını bilir ve kendisini bir yaratanın olması gerektiğini bilmekten sorumlu hale getirir. Ama ibâdete ait hükümler akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret ehline bir sorumluluk terettüp etmez. Yani fetret, iman için değil amel için geçerlidir.”
Bedîüzzaman Hazretleri de bu meseleyi şöyle açıklamaktadır:
“(Beşinci Nükte) Sual ediyorsunuz ki: Zaman-ı fetrette, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler?(yani bir dine bağlı mı idiler?) [Elcevab] Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın, bilâhere gaflet ve manevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivayat vardır.
Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’dan gelen ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayd kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlub olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette رَسُولاً نَبْعَثَ حَتّىَ مُعَذِّبِينَ كُنَّا وَمَا sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından(hatalarından) muahazeleri(azap görmeleri) yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile(elçinin gönderilmesiyle) olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile( onun elçi olduğunu bilmekle) teklif takarrur eder(kesinleşir). Madem gaflet ve mürur-ı zaman(zamanın geçmesi), enbiya-i salifenin(geçmiş peygamberlerin) dinlerini setretmiş(örtmüş); o ehl-i fetret zamanına hüccet (delil)olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî(gizli) kaldığı için hüccet olamaz.”(Mektubat 237)
“İmam Gazalî de, Peygamberimizin (asm) gönderilmesinden sonra, Onun davetini duymayanlarla ilgili olarak insanları üç sınıfa ayırmıştır:
1. Peygamberin (asm) davetini duymamış, kendisinden haberdar da olmamış olanlardır. Bu sınıfa giren insanlar kesin olarak ehl-i necat olup cennetliktir.
2. Peygamberin (asm) davetini, gösterdiği mûcizeleri ve güzel ahlâkını anlamakla beraber bilerek îman etmemiş olanlardır. Bu sınıf kesin olarak azaba uğratılacaktır.
3. Peygamberin (asm) ismini duydukları halde, aleyhinde yapılan menfî propagandalardan başka bir şey duymadıklarından, kimse onlara doğruyu söyleyip onları teşvik etmediğinden alâka göstermeyenlerdir. Bunların da ehl-i necat olacaklarını, yani Cennete gireceklerini umarım.”
Öyleyse şu anda dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir insan komünist, Hıristiyan, Yahudi veya neye inanıyor olursa olsun bulunduğu toplumda Peygamberimiz ve İslâmiyeti duymadıysa ve veyahut yanlış olarak duyduysa, bu kişiye Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkıyla tanıtılmadıkça yukarıda geçen açıklamalara binaen o kişi ehl-i fetret sayılır.
Bedîüzzaman Hazretleri de bu hakîkati şu şekilde ifade etmektedir:
“Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammediye’ye (a.s.m.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hz. İsa’nın din-i hakikisi hükmedecek ve İslâmiyet ile omuz omuza gelecek. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan (İslâmiyet kendilerine hakkıyla tebliğ edilmeyen) Hz. İsa’ya mensub Hıristiyanların çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadettir.” (Kastamonu Lahikası, s. 77)
Bu durumda şöyle bir sual akla gelebilir: “Kendilerine tebliğ yapılan ve teklif imtihanından geçen de cennete gidiyor, kendisine tebliğ yapılmayan da cennete gidiyor? Aralarında hiçbir fark yokmuş gibi gözüküyor bu nasıl olur?”
Bu suale bir misal ile cevap vermek mümkündür: Bin tane çekirdeği bulunan bir zat hikmet ve maslahatın gereği olarak bunlardan beş yüzünü toprağa gömerek ekiyor. Neticede hepsi çürüyor. Kalanlardan 250 tanesini daha ekiyor. Bunlar çürümeden bağında hepsi birer ağaç oluyor. Şüphesiz bu adam geriye kalan 250 adedini de “bunlar ekilip ağaç olmadı” diyerek çürümüş olanlara yapılan muameleyi yapıp çöpe atmayacaktır. Belki bağında ağaç olup büyüyenlere sahip çıktığı gibi o çekirdeklere de sahip çıkacaktır.
İşte bu örnek gibi Cenâb-ı Hakk da hikmet ve maslahatın gereği olarak bu dünya imtihan meydanını kurmuştur. İnsanları dünyaya göndererek o imtihana tabi’ tutuyor. Birçoğu bile bile küfür ve dalalete gidiyor. Bunlar o çürümüş çekirdekler gibi çöp tenekesi hükmündeki Cehenneme atılarak ceza ve azaba maruz kalıyor. Bir kısmı da iman ve amel-i Salih ile imtihanı kazanıp Cennet saraylarında saadetle yaşıyor. Cenâb-ı Hakk hikmet ve adâletinin muktezası olarak, ekilmeyen çekirdekler gibi imtihana tabi tutulmayan ehl-i fetreti de, ehl-i küfür ve dalalete azab verdiği gibi Cehenneme atıp onlara azap vermeyecektir. İman ve ibâdetle Cennet ve saadete mazhar olanlara sahip çıktığı gibi elbette bu ehl-i fetrete sahip çıkması hikmetin muktezasıdır. Yalnız şu var ki, iman ve ibâdetle bütün hisleri ve duyguları gelişen mü’minlerin Cennetten istifadeleri ve aldıkları mükâfatla, çekirdek gibi kalan ve az gelişen ehl-i fetretin istifadesi ve mükâfatı bir olmayacaktır.
Fakat ehl-i fetretin yaptıkları iyilikler veya başlarına gelen sıkıntılar veyahut bile bile başkalarına yaptıkları zulümlerle ilgili olarak, İmam-ı Rabbani’nin “ehl-i fetret âhirette sorgulanacaktır.” mânâsındaki ifadesinden şunu anlamak mümkündür: Nasıl ki rahmet-i ilahiye kurbanlık olarak kesilen bir hayvanı âhirette mükafatsız bırakmıyor ve hadis-i şerifte adâlet-i ilâhiyenin neticesi olarak ‘boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu koyundan alınacaktır’ buyrulduğu gibi elbette ehl-i fetret bütün yaptıkları iyilikler ve başlarına gelen felâketlerden veya zulüm ve haksızlıklarıyla şeriat-ı fıtriye denilen fıtri kanunlara veya şefkat hissine muhalefetlerinden dolayı, hikmet ve adâlet –i İlahiyenin bir neticesi olarak cehennem azabıyla değil, belki âhirette kendilerine münasib bir mükâfat ve mücazatları olacaktır. (Allahu a’lem)
Bir yanıt yazın