Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ifade eden aşağıdaki tabirleri, kaynaklardan ve bilhassa Risâle-i Nurlardan istifade ederek, haddimizin fevkinde âcizane, izah etmeye gayret edeceğiz.
“Vahdet, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatıdır. Ehad ile vâhid, vahdetten alınan isimlerdir. Vahdaniyet ise, vahdetin Vâhid’e mensub olarak, ona bağlı ve onunla kaim olmasıdır. Vahdaniyette, Vâhid’e nisbet vardır. Bu nisbet tenzih içindir. Yani zâtî olan gerçek vahdet, ancak Vâhid olan Allah’a mahsustur. Çünki başkalarına ait olan vahdetler, ârızidir.” (Keşşaf-ü Istılahatü’l-Fünûni ve’l-Ulûm)
Vâhid, vahdeti yani birlik ve tekliği ifade ettiğinden, hakîkatte tek olup cüz’ü bulunmayan varlık demektir. Bu kelime tek olan her varlık için kullanılabilir. Yalnız, Cenâb-ı Hak için Vâhid vasfı kullanıldığında, O’nun adedlerden cüzlerden ve ferdlerden teşekkül etmediği, çokluktan münezzeh olarak şerîki reddettiği ifade edilir. Vâhid’in ifade ettiği vahdet, yani birlik, Cenâb-ı Hak için zâtî; ondan başkası için ârızîdir. Ehad ismi de vahdeti ifade etmekle, bölünüp parçalanmayı kabul etmez. Bu isim, yalnız Cenâb-ı Hakk’a mahsustur, O’ndan başkası için kullanılmaz.
“Nasıl ki, güneşin ziyası, mukabilindeki (karşısındaki) umum eşyayı ihâta etmesiyle (kuşatmasıyla) vâhidiyete bir misal olduğu gibi… Elbette o ihâtalı ziyayı gören adam: ‘arzın güneşi Vâhid’dir. Bir tektir.’ diye hükmeder.
Aynen öyle de Rahmân’ı Zülcemâl’in rahmeti dahi ziya gibi umum eşyayı ihâta etmesi o Rahmân’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şerîki bulunmadığını gösterdiği gibi…” (7. Şuâ‘)
Ehadiyetin ifade ettiği mânâ ile vâhidiyetin ifade ettiği mânâ aynı değildir.
Şöyle ki, Hak olan Allah (cc) Vâhid’dir. Yani bütün isim ve sıfatlarıyla, tek olarak, her şeye tecellî eder. Bu itibarla, onun varlığı her şeyle bilindiği ve isbat edildiği halde; mahiyeti, yani ne ve nasıl olduğu ciheti ise, ilim ve idrak ile bilinmez. Zira izzet perdesinde saklıdır. Ehad kelimesi ise, Cenâb-ı Hakk’ın zâtı itibariyle, bölünüp parçalanmadan her bir varlığa, bütün isim ve sıfatlarıyla tecellî etmesidir.
Yani o varlıkların hepsinin aynı anda perdesiz olarak onun huzurunda bulunmasından ibarettir.
Asıl dikkat etmemiz gereken husus, Risâle-i Nurlarda vâhidiyet ve ehadiyete yüklenilen mânâlardır. Risâle-i Nur’da bu tabirler hakkıyla gerektiği yerde, en mükemmel mânâ ile ifade edilmektedir. Şöyle ki: “Her bir şeffaf cüzde ve su katrelerinde güneşin ziyası ve harâreti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyet misalini gösterir. Ve her bir şeyde husûsan zihayatta ve bilhassa her bir insanda, o Sâni’in ekser esmâsı onda tecelli ettiği cihetle (yine) ehadiyeti gösterir.” (20. Mektub)
“Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân, hadsiz kesret-i mahlûkâtta tezâhür eden vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, dâimâ o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ nasıl ki güneş, ziyâsıyla hadsiz eşyâyı ihâta ediyor.
Mecmû‘-u ziyâsındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için, gayet geniş bir tasavvur ve ihâtalı bir nazar lâzım olduğundan; güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde, güneşin zâtını aksi vâsıtasıyla gösteriyor ve her parlak şey, kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtiyesi ile beraber ziyâsı, harâreti gibi hâssalarını da gösteriyor ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziyâ ve harâret ve ziyâdaki elvân-ı seb‘a gibi keyfiyâtlarının herbirisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihâta ediyor.”
Bu misali biraz tahlil edecek olursak; güneşin bütün ziyasında güneşi düşünmek ve bulmak, afakî tefekküre benzer ki, çok müşkilatlıdır. Çünki güneşin bütün ziyasını kuşatıp anlamakla, güneşin zâtını bulmaya çalışmak müşkildir. Zira o ışığı anlamaya çalışırken asıl maksadımız olan güneşi bulmayı bize unutturabilir. Fakat enfüsî tefekkür gibi vâhidiyette boğulmamak için, ehadiyet noktasında her bir parlak şeyde güneşin zâtını bulmak ve dolayısıyla ziya, hararet gibi bütün özelliklerini anlamak daha selametli bir yoldur. Hem ehadiyetle güneşin aksini gösteren parlak bir ayna vasıtasıyla, güneşi bulmak neticesinde; onun zâtıyla beraber ziya, harâret, yedi rengi gibi bütün sıfat ve özelliklerinin her şeyi kuşattığını görmek, vâhidiyetin anlaşılmasına da vesile olur.
“Öyle de – وَلِلٰهِّ الْمَثَلُ ا أَْ لعْل :temsîlde hatâ olmasın- ehadiyet ve samediyet-i İlâhiyenin, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mâhiyet aynasında bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcûdâtla alâkadâr herbir ismi, bütün mevcûdâtı ihâta ediyor.
İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes’i unutmamak için, dâimâ vâhidiyette sikke-i ehadiyeti (yani bütün varlıklara olan Cenâb-ı Hakk’ın birlik tecellîsi içinde, insanın siması gibi, tek bir fertte, birliğini ifade eden tecellîyi göstermesini ) nazara veriyor.” (14. Lem‘a)
“İ’lem eyyühe’l-aziz! İsm-i Celâl, alelekser nev‘lerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemal ise, mevcudatın cüz’iyatına tecellî eder. Bu itibarla, nev‘lerdeki cüd-u mutlak, celâlin tecellîsidir. Cüz’iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecellîyatındandır.
Ve kezâ celâl, vâhidiyetin tecellîsinden, cemal dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur.
Bazen de cemal, celâlden tecellî eder. Evet, cemalin gözünde celâl ne kadar cemildir; celâlin gözünde dahi cemal o kadar celildir.” (Mesnevî-i Nûriye)
“Vâhidiyet, Cenâb-ı Hakk’ın zâtıyla beraber isim ve sıfatlarını; isim ve sıfatlarıyla beraber zatını da gösteren bir ayna ve mazhar olmaktan ibarettir. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî olan her bir isim ve sıfatı, Cemalî olan diğer bir isim ve sıfatın aynısı olur. Öyle ise Celâlî bir isim olan Müntekım’in (intikam almanın) içinde, Cemalî olan Mün‘im (nimeti veren) ismi de bulunur. Yani Mün‘im ismi, Müntekım isminin aynısı olur. Müntekım ismi de, Mün’im isminin aynısıdır. Böylece vâhidiyet; nimet ve nikmetin ikisinde de tecellî ederek ortaya çıkar. Rahmetten ibaret olan nimet, azabtan ibaret olan nikmetin aynısı olduğu gibi; azabtan ibaret olan nikmet de, rahmetten ibaret olan nimetin ta kendisi olur. Bütün bunlar zâtın, sıfatlarda ve onların eserlerinde tecellî edip ortaya çıkmasına binâendir.
Vâhidiyetin hükmüyle zât, hangi varlıkta zuhur ederse o varlık aynı itibarla zâtın zuhur ettiği başka bir varlığın aynısı olur.
Mesela, vâhidiyet itibarıyla bütün varlıkları öldüren zât, aynı vâhidiyet ile de varlıklara hayat verir. Yani Mümit ismi, aynı zamanda Muhyi isminin aynısı olur. Çünki hayat ve ölümün ikisi de, bütün sıfatlarıyla birlikte Zat-ı Zü’l Celâl ve’l-Cemalin eseridir.
Böylece Cemal, Celâl’in içinde; Celâl de, Cemâl’in içinde tecellî eder. Ancak, Celâlî ve Cemalî isimlerin birbirinden ayrılması, ulûhiyet noktasında yalnız isim ve sıfatların tecellîsiyle mümkün olur.
Cenâb-ı Hakk’ın celâli, nasıl ise o şekilde, isim ve sıfatları içinde zuhur eden zâtından ibarettir. Yani Celâl-i İlâhî, azamet ve Kibriyâ, mecd (şeref, üstünlük) ve senâ (övmek) sıfatlarından oluşur. Nasıl ki, bütün celâller ona âittir; o celâl ilk olarak mahlûkat aynalarında zuhur edince, o tecelliye cemal denilir. Öyle de her cemal O’na âittir. O cemal mahlûkata kuvvetli ve şiddeti bir şekilde zuhur edip tecellisi artınca, ona celâl denilir. Buna binaen her cemal için bir celâl mertebesi olduğu gibi, her celâl için de bir cemal mertebesi vardır.
Ancak insanların idrak edebileceği, celâlde bulunan cemal ve cemalde bulunan celâldir.
Yoksa Cenâb-ı Hakk’ın mutlak olan celâl ve cemalini müşahede etmek, insan takatinin fevkinde olup, ancak O Zât-ı Zü’l Celâl ve’l Cemâle mahsustur.1”
“Bazen iki kelimede, meselâ (âlemlerin Rabbi) ve (senin Rabbin) de, tabiriyle ehadiyeti ve ile vâhidiyeti bildirir; ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder.” (25.söz)
Evet, umum âlemi rubûbiyetiyle yaratıp besleyip terbiye edemeyen; tek bir ferdi de yaratıp, besleyip, terbiye edip, idare edemez. İşte bu, ehadiyet içinde vâhidiyet tecellîsidir. Aynı zamanda in vâhidiyet tecellîsinde denilen ehadiyet tecellîsi de vardır. Zira âlemlerin Rabbi kim ise, senin de Rabbin odur. Çünki sen de o âlemden bir ferdsin.
Hem mesela, herşeyin halk edilip yaratılması, vâhidiyeti ifade ettiği gibi senin yaratılış ve icadın da ehadiyeti ifade eder. Zira bir insanın yaratılışından tut ta umum âlemin yaratılışına kadar hâlıkıyet mertebeleri vardır. Her bir varlığı ayrı ayrı yaratmak, ehadiyeti gösterdiği gibi, o vesile ile bütün âlemi de aynı zâtın yarattığını anlamak, ehadiyet içinde vâhidiyetin tecellîsidir. Öyle de bütün mahlûkatı yaratmak, her bir mahlûkun da ayrı ayrı yaratıldığını ifade ettiğinden, vâhidiyet içinde ehadiyetin tecellîsini gösterir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, hususi lütuf, ihsan ve tecellîler, cemal ile ehadiyeti; umumi lütuf, ihsan, kahır ve tecellîler ise, celâl ile vâhidiyeti ifade eder.
Şu kâinatta görünen icraat ile hükmeden yaratıcının kudretine nisbeten, en büyük varlığın yaratılması en küçük varlık kadar kolaydır. Fertleri gayet çok olan bir nev‘in icadı, bir tek ferdin yaratılması kadar suhuletlidir. Ve en basit bir varlıkta da, sanat itibariyle, en yüksek bir kıymet bulunabilir. Şu ehemmiyetli hakîkat üç kaynaktan ortaya çıkar: “1) İmdad-ı vâhidiyet (bir olmaktan gelen yardım): Yani her şey bir tek zâtın mülkü olsa, o vakit o zât, vâhidiyet cihetiyle her bir şeyin arkasında, bütün eşyanın kuvvetini toplayabilir. Ve bütün eşyayı, bir tek şey gibi kolayca idare edebilir. Yani sultan ve idareci bir olursa, o birlikten gelen yardım, icraatı kolaylaştırır. Demek vâhidiyet, icraatı yapanın birliğini gösterip, ortaklığı reddeder.
2) Yüsr-ü vahdet (birliğin getirdiği kolaylık): Yani birlik usulüyle bir merkezde, bir elde, bir kanun ile olan işler, gayet derecede kolaylık sağlar. Eğer o işler çok merkezlere, kanunlara ve ellere dağılsa, zorluk çıkar. Buna binâen vahdet, daha ziyade, merkezin bir olduğunu ifade eder. Bu ise kolaylığa vesiledir.
3) Tecellî-i ehadiyet (bir olarak her şeye tecellî etme): Yani Sâni-i Zülcelâl, cisim ve cismanî olmadığı için, yer ve zaman onu kayıt altına alamaz. Hiçbir şey onun huzuruna ve görmesine müdahale edemez.
Vâsıtalar ve cisimler, onun fiillerine perde çekemez. O’nun mahlûkata yönelmesinde parçalanmalar ve bölünmeler olmaz. Her an her şeyi beraber görür; bir varlık başka bir varlığı görmesine engel olamaz. Böylelikle ehadiyet; teveccüh-ü İlahînin bir olduğunu, bölünüp parçalanmadığını ve her şeyin onun huzurunda olduğunu ifade eder.
Bu üç kaynak; icraatı yapanın birliğini, herşeyin tek bir merkezden geldiğini ve tecelli-i ehadiyetle, en basit bir varlığın dahi en kıymetli bir sanata sahip olduğunu netice verir.2”
Bu izahlarda cehl ve kusurum oldu ise, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarını şefaatçi yaparak affımı talep ve niyaz ederim. Çünkü O, bolca affeden ve affetmeyi sevendir.
1. İnsan-ı Kâmil, Abdülkerim Cîlî, sh 54
2. Bu kısmın geniş izahı, Mektûbat Osmanlıca nüsha sh.78 dedir.
Bir yanıt yazın