Dünya ile âhiret iki ayrı âlemdir. Fakat birbirleri ile çok sıkı münasebetleri vardır. Bu iki âlemin sınırları gayet ince bir perde gibi olup hemen birinden diğerine bir perde açmak gibi gayet kolay ve çabuk geçilir.
Aynı zamanda bu iki âlem arasında gayet uzak bir mesafe ve uzun yollar ve arada bambaşka âlemler de vardır. Onları kat edilerek birinden diğerine geçilebilir.
Birbirinin zıddı gibi görünen bu iki durumun hem birinci şıkkını tarif eden rivayetler hem de ikinci şıkkını tarif eden rivayetler pek çoktur.
Gördüğümüz âlem, dünya, nasıl ki sadece bizim görebildiğimiz kısımlardan ibaret değil de bir çok âlemden meydana geliyorsa aynen öyle de âhiret âlemleri dahi bir çok âlemden meydana gelmektedir. Allah’ın takdiri ile bir insan gayb âleminden dünyaya gelir. Dünyadan âhirete geçmek ölüm ile olur ama karşımıza çıkan berzah âlemi asıl âhiret âlemlerinin birinci basamağı ve kapısıdır. Oradan mahşere, mahşerden mizana, mizandan sırata, sırattan cennet ve cehenneme uzanan bir yolda insan seyahat etmektedir.
Dünya ve âhiret arasındaki ilişkiyi anlamak ve birbirinin devamı olan ve bir birinin zıddı gibi algılanan bu iki âlemi anlamak için şu soruların cevap bulması gerekmektedir:
Âhiret niçin vardır ve varlığı hangi delillerle isbat edilebilir?
Âhiretin varlığına bir delil de zıtlıkların varlığıyla ortaya çıkmaktadır; dün-yarın, yaz-kış, mazi-istikbal gibi… Dünü var eden yarını getirdiği gibi maziyi icad eden O Zât-ı Kadîr (herşeye gücü yeten Allah) istikbâli dahi icad eder.
Âlemdeki diğer bir çok zıtlık da âhirete delildir. İnsan istiyor ki elemsiz bir lezzet alayım, ölümsüz bir hayat yaşayalım. Dostlarımızdan ayrılmayalım. Ama dünya buna müsait bir âlem değil. Zıtlıklar, bize zıtlıkların olmadığı bütün kötülüklerin, şerlerin cehenneme gittiği, bütün hayır ve güzelliklerin cennete girdiği bir hayatı arzulatıyor.
Dünyanın gidişatı ve yapılan işler âhiretin gelmesi için başlı başına bir delildir. Çoğunlukla zâlim bu dünyadan cezasını tam olarak görmeden gidiyor. Mazlum ise hakkını alamadan göç ediyor. Elbette bunların hesaplarının görüleceği bir Mahkeme-i Kübra var. Yoksa zalim izzetinde mazlum ize zilletle bir nevi âhirete göçüyor… Bunun böyle olması bir nevi insanlık adına bir zulüm ve kötülüktür…
Anne karnındaki çocuğun hâli nasıl âhirete delil olabilir?
Anne karnındaki çocuğun hali âhirete şöyle misal olabilir: Anne karnındaki çocuğun sahip olduğu ve kullanmadığı veya yeterince kullanamadığı organları vardır. Ağız ile yemek yiyemez, nefes alamaz, akciğerlerini kullanamaz, Eli ile tutamaz, ayakları ile yürüyemez, gözleri görmez aklını kullanamaz vs. vs. Bütün bu organları onun bu organlarını kullanacağı dünya hayatına birer işarettir.
Ve dünya hayatına işaret eder ve isbat eder. Aynen bunun gibi insanın da dünyada yapmak isteyip yapamadığı çok istekleri vardır. Ve organlarının çoğunu potansiyeli dairesinde kullanamaz. En iyimser tespitlerle bile insan en fazla aklının yüzde onunu kullanabildiğini ilim adamları söylüyor. İnsanın maddî duyuları gibi manevî duygularının çoğu dünyada tatmin olamıyor. İnsanda ebedi yaşama isteği var fakat dünya buna uygun gelmiyor.
İnsanın bütün duyularını maddî olsun manevî olsun kullanabileceği bir âleme ihtiyacı var biz bu âleme âhiret diyoruz. Anne karnındaki çocuğa dünyayı anlatsan ne kadar anlayabilir, belki kendisine sorsan oradan ayrılmak istemez. Biz de âhiret âlemini anlayamıyoruz çoğumuzda belki gitmek istemiyoruz. Aynı anne karnındaki çocuk gibi…
Allah’ın baharda yarattığı rahmet eserleri nasıl ahirete delil olur?
Allah’ın baharda yarattığı rahmet eserlerine baktığımızda görüyoruz ki: Kışın öldürdüğü mahlukatı yeniden yaratıyor. Birkaç hafta zarfında dört yüz binden ziyade canlıyı birbirine karıştırmadan geçen sene nasıl yaratmış ise öyle yaratıyor. Her gecenin bir sabahı her kışın bir baharı olduğu gibi kıyamet kışınında haşir ve âhiret gibi sabahı olacaktır. Nasıl geçen sene ölen mahlukatı aynen yaratıyor elbette bizi de öyle yeniden yaratacaktır.
Acbuzzeneb
Âhiretin varlığına bir delil de insanın kuyruk sokumunda bulunan ve acbuzzeneb denilen incir çekirdeği büyüklüğündeki bir kemik parçasıdır. İnsanın bütün vücudu çürüdüğü halde o çürümez. Bu parça insanın tohumu hükmündedir. Nasıl kışın ölen bitkilerin ve böceklerin tohum ve yumurtaları yeni bir baharda uygun şartlar altında yeniden yeşeriyorsa insanın tohumu da subh-ı haşirde uygun zemini bulduğunda yeniden yeşerecektir. Allah ilk yaratılışta tohumsuz yarattı tohumsuz yine yaratır ama bize bu tohumcuk ile ders aldırıyor ve ibret veriyor. Bitki ve böceklerin ihyası tohum ve yumurta iledir. Aynen bizimde yeniden ihyamız acbuzzeneb denilen tohumcuk ile olacak.
Mevlânâ diyor ki…
Yoktum var oldum. Taştım topraktım öldüm bitki oldum…
Bitki idim öldüm hayvan oldum….
Hayvandım öldüm insan oldum…
İnsanım öleceğim…
Böyle her ölüşte bir üst mertebeye çıktıktan sonra ölümden neden korkayım…
Ölüm bir şeb-i arustur….
Sevgiliye kavuşmaktır. Bir hiçlik değildir, asıl hayata kavuşmaktır. Firak değil visaldir. Adem değil vücuttur….
Ölüm ölümsüzlüğün başlangıcıdır. İnsan için yüzde doksan dokuz dost ve ahbabına kavuşmaktır…
Ne mutlu ölümden kaçmayıp onu unutmayıp kabre merdane bakana ve ölüm bizden ne ister deyip ona göre hazırlık yapana…
Âhirete inanmayanlar ne kazanıyor, âhirete inananlar ne kaybediyor?
Âhirete inanmayanlar hem dünya hem de âhirette büyük bir sıkıntıya kendilerini atıyorlar. Yukarıda zaten büyük ölçüde izahı yapıldığından fazla teferruata girmeye burada lüzum yoktur. Âhirete inanan insanlar bir yakınları öldüğü zaman daha sabırlı ve mutlu olurlar. Çünkü onlar bilirlerki bir gün yeniden kavuşacaklar. Fakat inanmayan insanlar için ölüm hem kendisi için hemde sevdikleri için bir yok oluştur. İnanmayan insanlar bir sevdiklerini kaybettikleri zaman onun yok olduğu düşüncesi ile mutsuz olurlar.
İmam Ali’ye bir kafir soruyor: Ey İmam eğer âhiret yoksa bu kadar ibadetiniz boşuna.
İmam cevap veriyor: Yoksa bizim kaybedeceğimiz bir şey yok. Eğer varsa vay senin haline…
“Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celalli bir haysiyeti, namusu vardır. Halbuki kerem ise, in’am etmek ister. Merhamet ise, ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ise ve namus ise, edebsizlerin te’dibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”
Bir yanıt yazın