“Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara, 11,12)
Hiç kuşkusuz insanlar arası en önemli iletişim aracı dildir. Beynelmilel meşhur bir söz vardır: “Dil iletişimdir.” Ne yazık ki çok konuda ortak bir noktada anlaşamayan ülkemiz münevver ve ilim adamları Türk dilini bir anlaşma ve iletişim aracı olmaktan çıkarmışlar, çoğu zaman ülke gündemini işgal edecek kadar ihtilafı ileri götürmüşlerdir.
Türkiye’nin yüzünü batıya döndüğü Tanzimat Fermanı’yla ortaya çıkan dalgalanmalar daha o zaman Türk edebiyatında, fikir ve kültür hayatında ileride yaşanacak bir ihtilafın habercisiydi. Bir tarafta Divan Edebiyatı taraftarları bir tarafta yeni edebiyat taraftarları bir tarafta bu iki edebiyat arasında gelgit yaşayan edebiyatçılarımız…
Evet ‘dil fesadı’ bu dönemde başladı. Daha sonraki dönemlerde, ekilen ihtilaf tohumları yeşerdi. Birbirinin yazdığını okumayan, tasvip etmeyen, daha doğrusu anlamayan iki parçalı bir edebiyat dünyamız oluştu. İki ayrı edebiyat; toplumu, kültürü, dili derinden etkiledi. Sanayi devrimini yapıp teknik alanlarda hızla ilerleyen Avrupa’nın karşısında edebî ve kültürel ve siyasi çekişmelerle yıpranan ve vakit kaybeden bir Osmanlı… Batıya yöneliş, her şeyimizle beraber dilimizi de vurdu ve dil alanında bir kaosun başlangıcı oldu. Birbirinin zevkinden düşüncesinden dilinden anlamayan, aynı ülkede, şehirde ve mahallede yan yana yaşayan insanlarımız bir kavgaya tutuştular.
Bu kavganın temelinde bir dil problemi, bir de edebiyat tercihi problemi vardı. Osmanlı’nın son zamanında buna bir de alfabe meselesi dahil oldu.
Bazı divan şairlerinin dili ifrat denilebilecek kadar ağır kullanması, 17. ve 18. yüzyılda yazılan nesirlerin neredeyse sade bir vatandaş tarafından tamamı anlaşılmayacak derecede Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerden oluşması Divan Edebiyatına ve haliyle diline karşı bir tepki oluşmasına neden oldu.
Bir taraftan Divan Edebiyatına ve diline daha sonra elifbasına karşı takınılan tutum, öbür taraftan günümüz Türkçesinin içine düştüğü hâl, yüz yıl gibi kısa bir sürede nereden nereye geldiğimizi, eskiye dair ne varsa karşı duranların tavrının çok da insaflı olmadığını ortaya koymaktadır. İzmir’de yapılan bir bilim kongresinde, Türk bilim adamları tarafından sunulan bazı bildirilerden alınan cümleler gelinen son noktayı bariz bir şekilde göstermektedir:
«Kontinü nocturmal enürezise dispoze populasyonun antesedanın da marital partnerlerin herediter conduct patolojilerini intravenöz push edilen droglar endükler.»
«Tirimestrede travay kontredikedir. Kooperasyon inpatientin kariyeristik kohezyonudur. Organik risk faktörünü retrospektif spilit eder.» (Bu cümlelerde sadece altı çizili yerler Türkçedir dikkat edelim!)
Osmanlıca bazı metinlerde başta bulunan “Ol…” ve sonda bulunan “-dır.” dan başka Türkçe unsur bulunmuyor diyenlerin kulakları çınlasın!
Ne Osmanlı Türkçesi sadece üstte verilen örneklerden mürekkeptir ne de günümüz Türkçesi verdiğimiz tıp alanında kullanılan dilden oluşmaktadır. Yaşadığımız bu yüzyıllık dil serüvenini Cemil Meriç o güzel Türkçesi ile bir yazısında çok güzel ifade ediyor:
“Kamus, bir milletin hafızasıdır. Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız ihtilali, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kamusa. Heyhat! Batı da cinnet bile terbiyeli”
Cemil Meriç şöyle devam ediyor: “Argo, kanundan kaçanların dili. Uydurma dil ise tarihten kaçanların. Argo: Korkunun ördüğü duvar; uydurma dil ise şuursuzluğun. Biri, günahları gizleyen peçe öteki ise irfanı boğan kement. Argo, yaralı bir vicdanın sesi. Uydurma dil, hafızasını kaybeden bir neslin. Argo her ülkenin, uydurma dil ülkesizlerin…”
Evet millet olarak ne yazık ki milli hafızamızı kaybettik. Benliğimizi kaybettik. Atalarımız ile aynı dili paylaşamadığımızdan onlarda güzel adına ne varsa kaybettik.
Peyami Safa’nın dediği gibi Osmanlıca yazılan eserlerin arasında, İstanbul’un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezinip duran bir millet hâline dönüştük.
Yeniden hafızamızı tazelemek, ecdadımızın iman ve irfan havasını teneffüs etmek için Türkçemize öz kimliğini kazandırmak zorundayız.
Allah serencamımızı hayretsin.
Cemil MERİÇ, Bu Ülke, İstanbul, 2000.
Peyami SAFA, Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999
Abdurrahman Süreyya, Mizanu’l-Belaga, İstanbul 1303
Seyyid Mehmed Nüzhet, Muğni’l-Küttâb, İstanbul 1286
BEDİÜZZAMAN VE DİL
Son devirde tecdid ve ıslah vazifesi yapan ve ihtilafları bertaraf eden Bedîüzzaman Hazretleri, dil konusunda da ihtilafı halletmiş, Türkçe için de son noktayı koymuştur. 24. Söz’den seçtiğimiz aşağıdaki küçük paragraf bile Üstad Hazretleri’nin dil zevkini ve seviyesini göstermeye yeten denizden bir katredir:
“Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîm’den sual ediyorlar, duâ ediyorlar ki: ‘Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her bir tarafında tâifemizin bayrağını dikmekle Saltanat-ı Rubûbiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rûy-i arz mescidinin her bir köşesinde sana ibâdet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, senin bedi’ ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver!’ derler.” (24. Söz)
Risâle-i Nûr’da bir iman ve Kur’ân Türkçesi ile risâleler neşredilmiştir. Bizim için asıl Türkçe, Kur’ân Türkçesi diyebileceğimiz bu Türkçe’dir. Her şeyimizi olduğu gibi dilimizi de Kur’ânîleştirmeliyiz.
FÂTİHA’NIN KELİMELERİ
Fâtiha Sûresi’ni dikkatli bir şekilde dil yönüyle incelediğimiz de nerede ise bütün kelimelerinin günlük lisanımıza girdiğini görürüz:
“Elhamdülillâh, Rab, âlem, Rahmân, Rahîm, Mâlik, yevm, din, sırat, müstakim, en’am, aleyh, gayr, magdûb, ve, dâllin, âmin.”
KONFİÇYÜS’ÜN CEVABI
Bundan iki bin beş yüz sene önce Çin’de yaşayan meşhur mütefekkir Konfiçyus’e:
“Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?” diye sorduklarında şu yanıtı vermiştir:
“Hiç kuşkusuz işe, önce dili gözden geçirmekle başlardım. Dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Vazifeler gereği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adâlet yanlış yola sapar. Adâlet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki, bir toplum için hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın