“Ey insanlar! Şu şaşkın felsefecileri dinlemeyiniz!”
“İtiraf ettiğinize binaen nasıl oluyor da o şuursuz kanunlar, ancak sonsuz bir şuurla yapılabilecek işleri yapıyorlar. Bu, cebinde beş kuruş parası olmayan birisinin millete milyarlarca para yardımı yapması gibi akıl ve mantığın kabul etmesi mümkün olmayan bir iştir. Hâlbuki bu işleri yapmak için sadece şuur da yetmiyor. Nihâyetsiz kudret, ilim ve irade gibi birçok sıfatların da bulunmasıyla ancak bu işler olabilir.”
Peygamberleri dediler ki: “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şübhe olur mu?” (İbrahîm, 10) bu âyeti kerime istifhamı inkârî ile yani “Allah hakkında şübhe olur mu?” şeklinde sormakla, o sorduğunu inkâr manasında “şübhe edilmez” diye ferman eder. Bu vahdaniyet hakîkatini Bedîüzzaman Hazretleri, Tabiat Risalesinde sebr ve taksim denilen en kat’i bir delille hiçbir izaha ihtiyaç bırakmayacak derecede beyan etmiştir. Biz de ondan istifade ederek, vahdaniyete dair bu yazımızda bazı açıklamalar yapmaya çalışacağız.
Evet, madem varlıklar var ve inkâr edilmiyor. Hem her bir varlık san’atlı ve hikmetli olarak vücuda geliyor. Aynı zamanda varlıklar başlangıçsız değildir, sonradan oluyor. Öyleyse o varlıklar;
(1) Kâinattaki sebebler bir araya gelerek yaratıyor.
(2) O varlıklar kendi kendine oluşuyor.
(3) Tabiat denilen teşekkül kanunları ve dört unsur denilen hava, su, toprak ve ışığın isteyip yapmalarıyla meydana geliyor.
(4) Her şeye gücü yeten celal sahibi bir Kadîrin kudretiyle icad ediliyor.
Evet, bütün akıl ve mantık ehlinin ittifakıyla bu dört yoldan başka yol yoktur. Nasıl ki, açmamız lazım gelen kilitli bir kapı bulunuyor. Elimizde de dört tane anahtar var. Şübhesiz o anahtarlardan birisinin o kapıyı açacağını biliyoruz. Diğer anahtarları denemeden birisiyle o kapıyı açsak, insanların kafasında “acaba diğer anahtarlar da bu kapıyı açamaz mıydı?” diye bir tereddüt ve şübhe kalabilir. Eğer “sebr ve taksim” denilen kat’i bir mantık kaidesiyle, önceden diğer anahtarları birer birer denemiş olsak ve onların kapıyı açamadıklarını insanlara göstersek daha sonra kapının anahtarı ile o kapıyı açsak, açan anahtarın o kapıya aid olduğunu hiçbir şübheye meydan vermeden isbat etmiş oluruz.
İşte Bedîüzzaman Hazretleri, başta zahiren mümkün görüldüğü iddia edilen ilk üç yolun muhal ve imkânsız olduğunu birçok delille kat’î olarak isbat ediyor. En sonda ise, dördüncü yol olan vahdaniyet yolunu, bütün varlıkları şahid ve delil yaparak, şeksiz ve şübhesiz bir tarzda insanların akıllarına göstererek isbat ediyor. Bu meseleyle alakalı olarak şöyle bir hadise yaşadım:
1979 senesinde Haydarpaşa Tren Garının bekleme salonunda trenin hareket saatini beklerken, hallerinden ilmî bir seviye sahibi oldukları anlaşılan dörtbeş kişi kapıdan girerek gelip yanıma oturdular. Aralarındaki konuşmadan Marksizm fikrine sahip olduklarını anladım. Kendileriyle irtibat kurabilmek için merhabalaştım. Onların içlerinden saygı gösterdikleri şahsa ne iş yaptıklarını sordum. O da üniversitede idareci olduğunu söyledi. Akabinde bana ne yaptığımı sordu. Ben de Arapça medrese tahsili gördüğümü bahsetmeden köylü olduğumu ve ilkokulu dışarıdan bitirdiğimi ifade ettikten ettim. Daha sonra:
“Sizler gibi aydın insanlardan istifade etmek için bir şeyler sorabilir miyim?” diye müsaade istedim.
O da:
“Tabii ki olur” dedi.
“Acaba bu insanlarımıza faydalı olabilecek nasıl bir hizmet yapmamız gerekiyor.” dedim.
“Köylü bir insanın böyle bir anlayışa sahip olması beni çok memnun etti.” dedi.
Bu memleket ve bu millete ancak Marksist bir zihniyetle hizmet edilebileceğini söyleyerek anlatmaya başladı. Bütün açıklamalarında olup biten her şeyi “doğa yapıyor” diyerek tabiata bağladı. 15-20 dakika dinledikten sonra dedim ki:
“Sizin bu anlattıklarınızı başkalarına anlatırsak bu hususta bazı sorular karşımıza çıkabilir. Akla gelebilen o soruları sizden sorabilir miyim?”
“Olur” dedi
“Siz bütün anlattıklarınızda, her şeyi doğa yapıyor diyerek ona mal ettiniz. Bu doğa dediğiniz acaba nedir? İnsan mıdır, hayvan mıdır? Bu söylediklerinizi yapabilen bir varlık mıdır?” dedim.
Bu soruları bilerek sorduğumu anlayınca morali bozuldu. Siması değişti. Biraz düşündükten sonra:
“Doğa, evrenin içindeki şuursuz kanunlardır” diyerek doğru bir cevap verdi.
Çünkü onlar kudretin defteri ve şeriat-ı fıtriye olan Kitab-ı Mübîn’e yanlışlıkla doğa demektedirler.
“İtiraf ettiğinize binaen nasıl oluyor da o şuursuz kanunlar, ancak sonsuz bir şuurla yapılabilecek işleri yapıyorlar. Bu, cebinde beş kuruş parası olmayan birisinin millete milyarlarca para yardımı yapması gibi akıl ve mantığın kabul etmesi mümkün olmayan bir iştir. Hâlbuki bu işleri yapmak için sadece şuur da yetmiyor. Nihâyetsiz kudret, ilim ve irade gibi birçok sıfatların da bulunmasıyla ancak bu işler olabilir.”
O da:
“Biz böyle inanıyoruz. Pekâlâ, siz neye inanıyorsunuz” diye sordu.
“Biz nihâyetsiz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’ın her şeyi yarattığına inanıyoruz. Fakat bu davamız, kuru bir iddiadan ibaret değildir. Hakkaniyetini isbat eden hadsiz delil ve bürhanlar vardır. Şöyle ki –Bedîüzzaman Hazretleri’nin yukarıdaki isbat metodundan istifade ederek biz bu bekleme salonuna girince, şu koltuğu istifademize hazır bir halde bulduk. Acaba hiç kimsenin müdahalesi olmadan kendi kendine oluşup, bu hale gelmesi mümkün müdür? Veya sebeblerin bir araya gelmesiyle hiçbir ustanın müdahalesi olmadan oluşabilir mi?
“Hayır, olmaz.” dedi.
“O zaman geriye iki şık kalıyor; ya o koltuğun projesi ve malzemeleri onu yapmıştır. Veyahut ilim, kuvvet, şuur sahibi ve o koltukta kullanılacak bütün malzemelere sahip bir mobilya ustası onu yapmıştır. Yakınımızda bir atölye var olduğunu düşünelim. O atölyeye girdiğimizde bu koltuğun nasıl yapıldığını bütün teferruatıyla gösteren bir projeyi masanın üstünde görüyoruz. Mesela siz, bu koltuğu yapan ancak bu proje olur diye iddia ediyorsunuz. Ben ise diyorum ki, bu koltuğu bu projeye göre yapan ancak bir mobilya ustası olabilir. Aramızda ihtilaf çıkıyor. Doğruyu bulmak ve ihtilafı gidermek için bir araştırma yapalım. Şöyle ki, önce bu koltukta kullanılan ağaç, demir, sünger, deri, çekiç ve testere gibi sair malzemelerin listesini çıkarıyoruz. Ve aynı zamanda koltuğun yapılması için ustada bulunması lazım gelen görme, bilme, yaşama, kuvvet, irade ve şuur gibi sair özellikleri ve sıfatları not ediyoruz. Bu listeyi elimize alarak evvela masa üstünde bulunan koltuğun projesine gidiyoruz ve görüyoruz ki, koltuğun nasıl yapılacağını ve hangi malzemeler kullanılacağını bütün ayrıntılarıyla gösteriyor. Fakat kendisinde ne o malzemeler ve ne de koltuğun ustasında gereken sıfatlar ve özellikler bulunuyor. Çünkü, o projenin emri itibari denilen sadece ilmi bir vücudu vardır. Eğer bir merkep muzaaf bir merkep olsa sonra insan suretine girse biz ona “bu koltuğu yapan bu projedir” desek elbette “öyle bir şey olamaz” diyerek bu fikri kabul etmekten kaçacaktır.
Zaten o koltuğun olabilmesi aklen bu dört yoldan birisiyle mümkündür. Baştaki üç yolun yanlış ve muhal oldukları isbat edilince dördüncü yol olan, bir mobilya ustasının onu yaptığı tahakkuk eder. Hem o mobilya ustasına baktığımızda görüyoruz ki koltukta kullanılan malzemeler ve ustada bulunması lazım gelen sıfatların hepsi vardır. Demek o koltuğu yapan şüphesiz o ustadır.” Dediğimde, o: “Bu örnekle neyi anlatmak istiyorsun” dedi.
“Aynı bu misal gibi her bir varlık da birer koltuk gibidir. Biz dünya denilen salona girince bunları kurulmuş hizmetimize hazır bir halde buluyoruz. Bu varlıkların içinde bir insanı ele aldığımızda, ya o insan kendi kendiliğinden oluşmuştur. Bu ise çok cihetlerle imkânsız ve muhaldir. Veya kuvvetsiz, şuursuz olan sebebler anlaşıp bir araya gelerek bu şuurlu insanı yapmıştır. Kendin de kabul ettiğin gibi bu şıkkın da çok cihetlerle mümkün olmadığı açıktır. Geriye iki şık kalıyor: Biri, o insanın vücuduna ait proje hükmünde bulunan teşekkül kanunu denilen doğa, yani tabiatın yapmasıdır. Doğanın insanı yaratması ise, insan vücudunda kullanılan unsurlar ve elementler gibi malzemeler hem insanın yapılması için ustasında bulunması gereken ilim, kudret, irade ve şuur gibi sair özellikler ve sıfatlar doğada bulunmadığından onun herhangi bir şey yaratabilmesi mümkün değildir. Hatta diyebiliriz ki, bir merkep dahi bin kat merkepleşse sonra bir insan suretine girse ve biz ona: “Bu insanı yapan camid, kuvvetsiz ve şuursuz doğadır. Yani insanın teşekkül kanunları veya maddi unsurlardır.” desek, elbette “Öyle bir şey olamaz” diyerek bu fikri kabul etmekten kaçacaktır. Demek denilebilir ki, doğayı yaratıcı kabul edenler bu hayvandan daha aşağı bir duruma düşerler. Evet, bu varlık âlemini bütünüyle yaratamayan bir insanı dahi yaratamaz. Çünkü insan kâinat ağacının bir fihristi ve çekirdeği hükmündedir. O çekirdeği kim yarattı ise bütün kâinat denilen ağacı da yaratan odur; başkası olamaz.
İşte gördüğün gibi, bu üçü yol ile bir insanın yaratılması imkânsız olduğundan şeksiz şübhesiz dördüncü yol olan o insanı hatta bütün varlıkları yaratanın ancak Cenabı Hakk olduğu tahakkuk eder. Zira Cenâbı Hakk, o insanda bulunan bütün malzemeler ve o insanı yapmak için de ustasında bulunması lazım gelen ilim, kudret ve şuur gibi sıfatlar ve özelliklere sahiptir.
Evet, maddî ve manevî nur-u Muhammedîden bir ağaç hükmündeki âlemi yaratmak ve bütün o âlemden de onu içinde toplayan bir insanı yaratmak her şeyi yaratana has bir iştir.” Şeklinde açıklamalarda bulundum.
O da dedi ki: “Bu milleti kandırmayalım.” Yani “Açıklamalarınla bu milleti kandırıyorsun!” demek istedi.
Ben de:
“Acaba bu milleti kandıran biz miyiz yoksa siz misiniz? Bunun da araştırmasını yapalım. Şöyle ki, dine itaat etmeyen sizin gibi felsefeciler dünyaya gelir gelmez. İnsanların kulağına fısıldayarak ‘Ey insanlar! Sizler bitkiler gibi oluştunuz belli bir zaman yaşadıktan sonra bir daha dirilmemek üzere ölüp çürüyüp yok olup gideceksiniz. Bütün sevdikleriniz ve dünyanız sizin gibi yok olacaktır. Onlarla sonsuz bir ayrılık husule gelecektir. Ne yaptığınızın karşılığını göreceksiniz ne de size zulüm edenlerden hakkınız alınacaktır. Ölüm sizler için iptali mümkün olmayan bir idam kararıdır. Her an infaz edilmesi mümkündür.’ İşte siz böylece insanların, idamlarını bekleyen mahkûmlar gibi, ‘Her an ölüm gelip bizi idam edecek’ diye idamı bekleme elemi içinde yaşamalarına vesile oluyorsunuz.”
İnananlar olarak biz ise sizin arkanızdan dünyaya girerek diyoruz ki: “Ey insanlar! Şu şaşkın felsefecileri dinlemeyiniz. Ölüm sizin için bir yokluk ve hiçlik değildir. Şüphesiz bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. Yani o kabir, bir saat hayatı dünyanın bin sene mesudane hayatından daha üstün cennetin ve yine o cennetin bin sene hayatı bir saatine mukabil gelmeyen cemalullahı görmenin kapısı ve vesilesidir. O bizi dinleyen insanlar bu telkinatla her an ölüm denilen idamı beklemek eleminden kurtuldukları gibi yaptıklarının karşılığında mükafat göreceklerini ve kendilerine zulüm edenlerden haklarının alınacağını da anlamakla dünyada ne kadar sıkıntılı bir hayat da yaşamış olsalar bu inançla o sıkıntıların hepsinden kurtuluyorlar. Bu suretle onların mutlu bir hayat yaşamalarına vesile oluyoruz. Buna göre düşünelim. Acaba bu milleti kandıran biz miyiz yoksa siz misiniz? Sizi insafa davet ediyorum.” dedim.
O da ya ikna olduğundan veya ilzam olduğundan dolayı sustu bir şey diyemedi. Saate baktım, trenin kalkmasına beş dakika kalmış. Müsaade isteyerek ayrılırken son derece saygı gösterdiler. Bu sırada etrafımızda toplanan bekleme salonundaki cemaat, memnuniyetlerinden dolayı konuşmamızı istediler. Zamanımın kalmadığını beyan ederek ayrıldım. Rabbimiz her şeyin doğrusunu bize gösterip kabul etmeyi ve yaşamayı nasip etsin. Her şeyin yanlış yönünü de bize bildirip o yanlışlıktan bizleri muhafaza eylesin. Amin bi hürmeti seyyidil mürselin…
Bir yanıt yazın