Bazı zaman olur ki; yerinde duramayan, gözlerinden ümit fışkıran ve her hâliyle neşe saçan bir insan oluruz. Kalbimiz öyle bast olur ki; içimiz içimize sığmaz olur. Böyle zamanlarda kalbî olarak kendimizi emniyette görürsek ve “Artık her şey tamam. Şimdi keyif zamanıdır.” dersek bütün ruhumuzla, kabz hâli kapımızdadır artık. Allah, kalbi hüşyâr kullarını, böyle rahatlığa meylettiklerinde kabz ile kamçılayarak terbiye eder. Kabz hâline sebep olan hadise, zâhiren bakıldığında çoğu kez fındıkkabuğunu doldurmayan türdendir.
Bazen bir sevinç kaplar içimizi. İsteriz ki, bu hâl hiç bitmesin.
Bazen de keder dolar gönlümüze. Ne yapacağımızı bilemeyiz. Başımız iki avucumuz arasında kalakalır.
Zaman nehrinde kulaç atarken bu hâllerin içinde buluruz kendimizi.
Kanamadığımız sürûra mı yanalım? Kapıldığımız derin hüzne mi şaşalım?
Sürekli devreden bu hâl, bize ne işaretler veriyor acaba?
Yoksa bizi hem okşayan hem de tokatlayan gizli bir el tarafından terbiye mi ediliyoruz?
Kalp ve ruhumuzda cereyan eden bu hâller hikmetsiz olabilir mi?
CELÂLÎ – CEMÂLÎ İSİMLER VE TEKÂMÜL KANUNU
Cenâb-ı Hakk kâinatı, esmâ-i hüsnasına bir âyîne ve tecelligâh olarak yaratmıştır. Kâinatta her hâdisenin arkasında esmâ-i hüsna gizlidir.
Hâlikımızın esmâ-i hüsnası hem cemâlî, hem de celâlî olmak üzere iki surette kâinat âyinesinden tecelli eder.
Celâlî ve cemâlî isimler, hükümlerini kâinatta ayrı ayrı cilvelerle gösterir. Meselâ, Cebbâr ismi kış mevsimini isterken, Rezzâk ismi ise baharı iktizâ eder. Tsunami, deprem, sel ve kasırgalarda Kahhâr ismini; sema yüzünde, zemin sofrasında ve yeraltı madenlerinde Rahmân ismini okumuyor muyuz?
Esmâ-i İlâhiye, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Bu sebeple zıtlar karşı karşıya gelmekle, birbirinin sınırına geçmek veya geçememekle mübâreze halindedirler. Hikmet dolu olan bu mübâreze ile daim ihtilâflar meydana gelir.
Birbirini izleyen bu değişimler Allah’ın bir sünneti olan ‘tekâmül kanunu’ nu bize gösterir.
İNSANDA CELÂLÎ VE CEMÂLÎ ESMÂYA MAZHARİYET
Kâinat âyinesinde olduğu gibi, celâlî ve cemâlî isimler; mahiyet-i insanîyenin merkezi olan kalpte de tezahür eder. Kalbimizde ise bazen celâlî, bazen de cemâlî esmânın tesirini daha fazla hissederiz.
Celâlî ve cemâlî esmânın iktizâ ettiği hâl birbirine zıt olduğundan, insan hâlden hâle tavırdan tavıra girmekten kurtulamaz. Bu ahvâl, insanı daima cihâd ve cidâl meydanına sürüklemekle, onun olgunlaşmasına zemin hazırlar. Tâ insan ölünceye kadar bu durum devam eder. Böylelikle insana nihayetsiz kemalât kapıları açılır.
Görüldüğü gibi kâinatta hükmü görülen tekâmül kanunu insanın hayatında da hâkimdir.
KABZ VE BAST HÂLİ
Kabz lügâtte, tutmak, sıkmak; bast ise açma, genişleme manalarına gelmektedir.
Celâlî ve cemâlî esmânın birer uçları olan Kaabiz (ruhları kabzeden, sıkan, daraltan) ve Bâsit (ruhları bedenlere yerleştiren, açan, genişleten) isimleri de kâinatta birbiri ardınca tecelli eder.
Geceyi zulmetle örten Rabbimiz, gündüzün ziyasıyla mahlûkatı memnun eder.
Kâinat böyle de, insanda hâl farklı mı ki? Ruhlar âleminde bast hâlindeki insan, rahm-i mâderde kabz hâlini almıştır. Velâdet (doğum) ile tekrar bast hâline, mevt (ölüm) ile ise tekrar kabz hâline geçecektir. Ebedî kabz hâli cehennemde, ebedî bast hâli ise cennette vukûa gelecektir. Ebedî kabzdan Allah’a sığınırız. Evet; bizler her zaman Rabbimizin Kaabiz ve Bâsit isimlerine mazhar olmaktayız.
İnsanın bu kabz ve bast hâletlerindeki en mühim devre dünya hayatıdır. Zira dünya hayatı bütün istidatların kemâle erebileceği ve bütün kabiliyetlerin terakkî edebileceği bir yerdir. Bizler insan-ı kâmil olmak için burada değil miyiz?
NE ZAMAN KABZ, NE ZAMAN BAST?
Cürcânî, kabz ve bast hâlleri için şöyle der: “Kabz ve bast kulun havf (korku) ve reca (ümit) hâletinden yükselmesinden sonraki iki hâlettir.” (1) Yani kul ümit ve korku arasındaki muvâzenesini kaybettiği (emniyet hâli veren ümide veya ümitsizliğe düşüren korkuya meylettiğinde) veya daha hassas bir muvâzene ile ileri bir mertebeye yükseleceği zaman, kabz veya bast hâlleri meydana gelir.
Bazı zaman olur ki; yerinde duramayan, gözlerinden ümit fışkıran ve her hâliyle neş’e saçan bir insan oluruz. Kalbimiz öyle bast olur ki içimiz içimize sığmaz olur. Böyle zamanlarda kalbî olarak kendimizi emniyette görürsek ve “Artık her şey tamam.
Şimdi keyif zamanıdır.” dersek bütün ruhumuzla, kabz hâli kapımızdadır artık. Allah, kalbi hüşyâr kullarını, böyle rahatlığa meylettiklerinde kabz ile kamçılayarak terbiye eder. Kabz hâline sebep olan hâdise, zâhiren bakıldığında çoğu kez fındıkkabuğunu doldurmayan türdendir.
Bizler bazen de, çeşitli sıkıntı ve musibetlere muhatap oluruz. Yani kabz labirentinde buluruz kendimizi. Dünyaya küsmüş, kelimeler ağzında düğümlenmiş olarak göz bebeği dokunulmazlığını yaşarız. Ve sarsılmamak için; “Yâ Sabûr! Yâ Sabûr!” deriz hep. Deriz demesine de sıkıntı eksilmez de devam eder. “Artık takatim kalmadı Yâ Rab!” niyazıyla ümitsizlik uçurumuna kayacakken, umulmadık bir anda şefkat dolu bir bast ile Rabbimizin tesellîsini bütün kalbimizle hissederiz.
Tıpkı Yunus (as) gibi. Hani kavmini terk ederek Ninova’dan ayrıldığında başına gelmedik kalmamıştı. Bindiği gemideki uğursuzluk kendisine fatura edilip denize atılınca, büyük bir balık onu hemen yutuvermişti. Ne müthiş bir kabz hâli bu Yâ Rabbi! Yunus’u (as) balık, balığı deniz, denizi de gecenin karanlığı yutmuş. Ama buna rağmen o, Rabbini unutmamıştı.
Ve Rabbinin işaretine bütün kalbiyle yönelmişti. Zira o, şunu iyi biliyordu. “Kabz da Allah’tan bast da.” İşte o zaman balığın karnı mescid oldu.
Kim secde etmiş de kalbi kabzdan halâs olmamış? Asıl sır burada değil mi? İşte Yunus (as). O, selamet sahiline nasıl çıktı sanırsınız? En dehşetli kâbz halindeyken bile Rabbine yakınlık. Onun rahmetine tam itimat. Ve o zaman, şecere-i yaktîn altında böyle muhteşem bir ilâhi lûtuf ayn-el yakîn müşâhede edilebiliyor. Ne tatlı bir bast! Ne şirin bir bast!…
Demek; bazen kabz, bazen de bast hâlinde olan kalbimizle, ümit ve korku arasında kalmak sûretiyle emn ü ye’s uçurumundan kurtulabiliriz.
Rabbimiz; “Korkarak ve umarak Rablerine duâ ederler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf ederler.” (2), “Gerçekten onlar hayırlı işlerde koşuşurlar, ümîd ederek ve korkarak bize duâ ederlerdi.” (3) gibi âyetlerde bu muvâzeneyi muhafaza edenleri açık olarak methetmektedir.
Hem “Celâl ile Cemâl (…) vicdana tecellî edince, reca ve havf husûle gelir. Sonra irşâdın iktizâsındandır ki; havf ile reca arasındaki müvâzene devamla muhafaza edilsin ki; reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin ki; ne Allah’ın rahmetinden me’yûs olunsun ve ne de azabından emin olunsun.” (4) diyen Üstad Bedîüzzaman da bize havf ile reca arasında olmamızı önemle ihtar etmektedir.
KABZ VE BAST HÂLİNDE NE YAPMALIYIZ?
İnsan-ı kâmil olmak ancak Allah’a hakîki abd olmakla mümkündür. Kulluğun en önemli iki esası ise hiç şüphesiz sabır ve şükürdür.
Hz. Üstad bir mektubunda, kabz ve bast ile sabır ve şükre alıştırıldığımızı şöyle anlatır: “Teellümât-ı ruhaniye (ruhî elemler), sabra, mücâhedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır.
Çünkü emn ve ye’sin (emniyet ve ümitsizliğin) vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvâzenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemâl tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakîkatçe medâr-ı terakkî bir düstûr-ı meşhurdur.”(5)
Bizler kabz hâlinde kıvranırken, beklediği fırsatı eline geçiren nefsimizin, isyana ve taâtte fütûra olan iştahını, meâsîde sabır – mesâibde sabır – taâtte sabır üçlüsü ile kursağında bırakmalıyız. (Taâtte sabır: Emr-i ilâhîye daha çok uymak için sabretmek. Meâsîde sabır: Nehy-i ilâhîden daha ciddi kaçmak için sabretmek. Mesâibde sabır: Bu kabz hâlinin geçici bir kalbî sıkıntı olduğunu düşünüp duâ ile tahammül etmek.)
Ruhumuz bast ile lezzet aldığında ise gurur (büyüklenmek) ve ûcb (ibadette kanaat etmek) uçurumlarını hatırlayıp “İyiliği Allah’tan, kötülüğü ise nefsinden bil!”, “Zahmet rahatta, rahat zahmettedir.” diyerek şahlanmış cesaretimizle yeni ve taze çalışmalara aşk u şevk ile teşebbüs ederek, hakîki şükrümüzü Rabbimize arz etmeliyiz.
İLLÂ SABIR! İLLÂ ŞÜKÜR!
Kalbimiz ne kabz, ne de bast halinden kurtulabilir? Tâ ki kabre girinceye dek!
O hâlde, “Bir kişi cennete gitti dense o ben olabilirim diye ümit ederim. Bir kişi cehenneme gitti dense o ben olabilirim diye korkarım.”,
“Sabır ve şükür bir binek olarak bana verilselerdi hangisine bineceğimi bilemezdim.” diyen adalet kahramanı Faruk-ı A‘zam’a (ra) yoldaş olup bir elimize sabrı diğerine ise şükrü alarak ve hiçbir zaman bırakmayarak a‘lâ-yı îlliyyîne hep beraber terakkî edeceğiz İnşâallah.
Yâ Rabbenâ! Dergâh-ı rahmetine ümitle rabt olan ve gazâb-ı hiddetinden şiddetle korkan biz âciz kullarını dara düşünce sabırdan, kâra erince de şükürden mahrum etme. Amin!
Seyyid Şerif Cürcânî, Kitabu’t-Ta‘rîfât, sh.177
Secde, 16
Enbiyâ, 90
İşarât-ûl İ‘câz, sh. 58
Kastamonu Lahikası, sh. 4
Bir yanıt yazın