Ayneyn Tepesi ve dünyevîleşmek
Bu hadiseyi okuduğumda nazarım insana, hususan Müslümanlara çevrildi. Gördüm ki, her birimiz, ayak ve gövde üzerine oturtulmuş bir baş ve buradaki iki göz ile bakıyoruz yaşam alanlarımıza. Yani Ayneyn Tepesi’ndeyiz. Yani Okçular Tepesi’nin askerleri gibiyiz, her birimiz. Yılın kaç olduğu çok da fark etmiyor aslında; zira her birimiz aynı peygamberin ümmetiyiz. Aynı emanetin yüklenicileriyiz.
“Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.” hadis-i şerifi iki ucu birleştiriyor ve diyor: Evet, aynı peygamberin ümmetisiniz. Aynı emanetin taşıyıcılarısınız. Aynı emanetin muhafızları…
***
Sanki ümmet İslâm’dan önceki zamana dönmüş. Sanki Kur’ân yeniden nazil oluyor. Sanki İslâm yeniden doğuyor. İman ve Kur’ân davasında mücadele sahabe-misal, fedakârlıklar o nevi olmalı ve okçular illa yerlerinde bulunmalı. Hem de “her ne olursa olsun” kaydına bitamamiha uymak şartıyla.
Ahir zamanda yaşamak Bedir’de yaşamak kadar zorlu ve o kadar da kıymettar. Sahabe gibi onca varlık dünyasında yaşarken –dünyadan, dünya sevgisi namına kalben- ‘vazgeçtim’ sedasıyla Resûle bende olmak. Ana, baba, tatlı candan onun aşkıyla ve ona imanla vazgeçmek. “Ya Rabbi! Bu senin son ordundur” diye yakaran Allah Resûlüne, o şem’e pervane olmak.
***
Şimdilerde Uhud’u mu yaşıyoruz acaba? Baş gözlerimizin gösterdiği fotoğraf zaferleri müjdelerken -aslında koyu bir gafletle- dünyevileşmek denilen illete mi dûçar oluyoruz? Medenileşmek, modernleşmek, terakki etmek, sahip olmak adına, aslında sahip olduklarımızın gerçek kıymetini takdir edip sahip çıkamamanın kısır döngüsüne mi yuvarlanıyoruz?
Ya da -Allah muhafaza- “Dünya hayatını (severek) âhirete tercih ederler.” (14/3) ayetinin kapsamına mı dâhil oluyoruz?
Efendimiz (asm), yaşanan sıkıntılı hallerin neticesinde emr-i İlahi ile ashabını Medine’ye hicret ettirmiş ve bilahare kendisi de hicret etmişti. Kâbe’ye Medinelik yapan Mekke’den Medine’ye göçmüştü. Ta ki, İslâmiyet neşvünema bulsun, hakikat tezahür etsin. Hem dünyevileşmiş insanlardan uzaklaşmıştı bir süreliğine. Müşriklerin cehaletlerinin kutsadığı bütün gayzına rağmen, kutsanmış Ensar’ın kendisine dost kucağına yönelmişti. Belki bu arada müşrikler de patırtıdan uzak kalmışlıkla kendilerini dinleme fırsatına sahip olacaklardı.
***
Zamanın kıskacında eğilip bükülen yeryüzü coğrafyasında insan tekine kadar taşınmış Mekke ve Medine. Bir yanımız Medine olmuş, öteki yanımız Mekke. İyi-kötü, şer-hüsün o kadar iç içe girmiş ki, adeta kaçıp sığınılacak bir Medine bırakmamış yeryüzü coğrafyasında biz insanlara. Peki, her yanımız Uhud olmuşken ve bizler Ayneyn Tepesi’nin okçuları; biz şimdinin yeryüzü insanları nereye sığınacağız? Duruluncaya kadar sular biz, hangi dost kucağın sıcaklığında uhrevileşeceğiz? Mekkemiz mihrab olsun diye, hangi Medine’nin minberinde yetişeceğiz?
Medine’nin en kutlu misafiri Efendimiz (asm); “Hakiki hicret kötülükleri terk etmektir” ve “Hakiki muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir” buyurmuştur. Nazarlarımızı kendimize çevirmekle bizi, bizdeki Medine’ye hicrete davet etmiştir. Bizleri, maddeleşen, dünyevileşen nazarlardan kurtulup hakiki ihlâsı kazanmaya, emr-i İlahiye itaat etmeye çağırmıştır.
Nitekim dünya, zamanımız itibariyle oldukça cazibedardır. İnsanın onun cazibesine kapılıp ihlâstan ve samimiyetten uzaklaşması ise, olabildiğince kolaylaş(tırıl)mıştır. Sadece gördüğümüze bakıp kanaat sahibi olmaya kalkışırsak, emin olalım ki nefsimiz bizi aldatır. Kendince mantıklı (!) bahaneler buldurur. Her dünyevi meseleyi, sırf Allah için yapılan bir işmiş gibi gösterebilir.
Çözüm nedir peki? Çözüm; emr olunduğumuz gibi dosdoğru olabilmektedir. Hadiseleri, ne olduğumuzu, nerede ve niçin bulunduğumuzu, nereye gidiyor olduğumuzu unutmadan değerlendirebilmektedir. Bunlardan bir an kopsak, o an algıladığımız şey ve yaptığımız iş yanlış olabilir.
Onun için bizler de “ne olursa olsun” kaydına şartsız itaat ederek vazifemizin farkında olmalıyız. Bize emredilenin dışında onu cerh edecek yaklaşımlardan uzak kalmalıyız. Madem Müslümanız. Madem ümmet-i Muhammed’deniz. O zaman -hangi asırda yaşadığımız fark etmez- onların referansı dışına çıkmadan, dünyevileşmeden hareket etmeliyiz. İslâmi anlayış ve şuurumuzu geliştirmek ve dünyayı ahirete basamak yapmanın gayreti içerisinde bulunmalıyız.
***
Hem şunu da unutmamalıyız; İslâm yaşanmış, bitmiş bir mesele değildir. Kıyamete kadar bakidir. Hem sıkıntıları çekenler çekmiş, her şey bitmiş de değildir. İmtihan, dünyada insanın var olduğu her yerde vardır ve devam etmektedir. Yaşadığımız asırda da şiddetinden bahisle Sahabe-misal dirayet ve metanet gerektirmektedir. Onlar gibi şuurlu ve dünyadan Allah namına arınmış; fakat dünyayı Allah namına en iyi bilen ve onu Allah ve ahiret adına en iyi şekilde kullanmayı da iktiza etmektedir.
Bize düşen ise, kendimizin ve dünyanın farkında olmak ve emr olunduğumuz şekilde dosdoğru olmaktır. Yani Allah’a asker olduğumuzun ve emirle hareket eden erler olduğumuzun bilincinde olmak. Muvazzaf birer memur olmanın vazife olgusuyla hareket etmektir. Dünyayı ve hadiseleri, nefsin kumandasına girmiş baş gözüyle değil de, kalbin kumandasında hareket eden sağlıklı bir bünyeyle değerlendirmektedir.
Bir yanıt yazın