Evet, Âl-i Beytin efrâdı ise, itikâd ve îman husûsunda sâirlerden çok ileri olmasa da, yine teslîm ve iltizâm ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyet’e fıtraten ve neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zaîf de olsa, şansız da olsa, hattâ haksız da olsa, bırakılmaz.
Nerede kaldı ki, gâyet kuvvetli gâyet hakîkatli gâyet şanlı bütün silsile-i ecdâdı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını fedâ ettikleri bir hakîkate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu, bilbedâhe hisseden bir zât, hiç taraftarlığı bırakır mı?
Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek neslinden gelenlere Seyyid veya Şerif denildiği herkesçe malûmdur. Peygamber Efendimiz’in (asm) nesli, kızı Fâtımâtü’z-Zehrâ (rha) ile Hz. Ali’nin (ra) izdivâcından dünyaya gelen Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin’den (ra) devam etmiştir. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere Şerif, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise Seyyid denilmiştir.
Bu tabirlerin ne zaman kullanılmaya başlandığına baktığımızda, Emevîler devrinin sonları yani Hicrî ikinci asrın başlarına kadar gidebiliriz. Emevîler devrindeki bir kısım menfî hareketler, halk arasında ehl-i beyte daha ziyâde sahip çıkma hissini uyandırmış, neticede de Seyyid ve Şerif tabirleri ortaya çıkmıştır.
Cenâb-ı Hakk’ın takdîriyle siyasetten ve devlet idâresinden de uzak kalan Seyyidler ve Şerifler 14 asırlık İslâm târihinde, İslâm dünyasına dînî, ilmî ve manevî noktalarda önderlik etmişlerdir. İslâm târihinde milyonları peşinden sürükleyen, asırlara damga vuracak eserler meydana getiren, irşâd ve tebliğ faâliyetlerinde hep en önde giden âlimlerin, evliyâların, müctehidlerin büyük kısmının Seyyid veya Şerif olduğunu gözlemlemekteyiz.
Ancak siyaset ve devlet idâresi noktasında bir araştırma yaptığımızda neredeyse hiçbir Seyyide veya Şerife rastlamamaktayız. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın murâdının bu mübârek nesil hakkında manevî önderlik olduğunu bize gösteriyor.
İLK SEYYİDLER
Peygamber Efendimiz (asm), kızı Fâtımâtü’z-Zehrâ (rha) ile Hz. Ali’nin (ra) nikâhlarını kendisi kıyıp;
“Allâhım, onların nikâhını mübârek eyle. Onlara ve hatta onlardan gelecek nesillere de ilâhî bereketlerini bol ve geniş kıl.” şeklinde duâ etmişti. Diğer evlatları kendisinden önce vefat eden Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek nesli bu izdivâçtan olan Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) ile devam etti. Bu noktadan baktığımızda ilk Şerif Hz. Hasan (ra), ilk Seyyid de Hz. Hüseyin (ra) olmaktadır. Böylece 1400 senedir, âlem-i İslâm’ı aydınlatan bu mübârek nesil dalga dalga bütün dünyaya yayılmıştır.
NAKÎBÜL-EŞRÂFLIK MÜESSESESİNİN KURULMASI
Abbâsîler devrinde, sayıları gittikçe artan Ehl-i Beyt ile alâkalı olarak yeni bir müessese oluşturuldu. Bu müesseseye Nakîbül-Eşrâflık, bu müessesenin başındaki kişiye de Nakîbül-Eşrâf denildi. Seyyid ve Şeriflere ait işleri görmek, aralarına sahtekârların karışmasını önlemek için neseplerini kaydetmek, doğum ve vefatlarını deftere geçirmek gibi işler için oluşturulan bu müessese Abbâsîler’den Osmanlı’ya da geçmiş ve giderek -bugünkü mânâda- bir Bakanlık tarzında bir müesseseye dönüşmüştür.
OSMANLILARDA NAKÎBÜL-EŞRÂFLIK MÜESSESESİ
Osmanlılar devrinde ise, devletin giderek büyümesi ve devletin dâhilindeki Seyyidlerin ve Şeriflerin sayılarının artmasıyla, Nakîbül-Eşrâflık müessesesine ihtiyâç duyulmuştur. Nakîbül-Eşrâf olarak ilk defa Yıldırım Bayezid Han zamanında, Emir Buharî’nin talebelerinden Seyyid Ali Nita’ bin Muhammed tâyin edilmiştir. Seyyid Ali Nita’ ilk iş olarak devlet dâhilindeki Seyyid ve Şeriflerin Osmanlı Devletiyle münâsebetlerini temine çalışmıştır. Tâyin beratıyla birlikte bu zâta Bursa’daki İshakiye Zaviyesi Vakfı’nın idareciliği de verilmişti. Vefatından sonra da yerine Seyyid Zeynel Âbidin tâyin edilmiştir.
1600’lü yıllardan itibaren ise Seyyid ve Şerif olup da İstanbul kadısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar, nakîbül-eşrâf olarak tâyin edilmeye başlandı. Bu vazifeye tâyin edilecek zât, Bâb-ı Âlî’ye davet edilir, burada sadrazam tarafından ayakta karşılanır; kahve, gülsuyu ve buhur ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, memûriyeti ilân edilir ve berâtı kendisine takdîm edilirdi.
Padişah cülûslarında (tahta çıkma törenlerinde) Osmanlı sultanına ilk önce nakîbül-eşrâf biat edip duâ ederdi. Bayram tebriklerinde de padişah, nakîbül-eşrâfın tebrikini ayakta kabul ederdi. Padişah ile beraber sefere giden nakîbül-eşrâf, Peygamber Efendimizin (asm) sancağı dibinde yürürdü. Sancak-ı şerîfin İstanbul’dan çıkışında, muhârebe müddetinde ve İstanbul’a dönüşünde nakîbül-eşrâf ile maiyetindeki Seyyid ve Şerifler tekbir ve salâvat getirirlerdi.
Sultanahmed Camii’ndeki mevlid merâsimlerine sadrazamın mektûbuyla davet olunurlar ve yalnız olarak mihrâbın sağ tarafındaki mahfilin altında etrafı yeşil perde ile kapatılmış yerde otururlardı. Eyyub Sultan türbesinde yapılan padişah cülûs törenlerinin kılıç alayı merâsimlerinde bazı nakîbül-eşrâflar yeni padişaha kılıç kuşatmışlardır. Ayrıca nakîbül-eşrâflara, padişah tarafından zemzem dağıtma vazîfesi ve adâlet dîvânı reîsliği gibi yüksek memûriyetler de verilmiştir.
Yine bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da Seyyidlerin ve Şeriflerin başlarına yeşil sarık sarmaları bir mecbûriyetti. Hatta hanım Seyyide ve Şerifeler de başlarına yeşil bir alâmet takıyorlardı. Seyyid ve Şeriflerin taktığı bu sarıklara “emir sarığı” denilmekteydi. Ancak bir Seyyid veya Şerif, Şeyhülislâm olursa Şeyhülislâmlara mahsûs beyaz sarık sarardı.
Nakîbül-eşrâflar, eyâlet, sancak ve kazalarda yine Seyyid ve Şeriflerden olan kâim-i makâmları aracılığı ile memleketteki bütün Seyyid ve Şeriflerin isimlerini içeren defterler tutarlardı. Şecere-i Tayyibe adı verilen bu defterlerde her Seyyid veya Şerifin ismi, hüviyeti, silsilesi, evlâdı, ahvâli ve ikâmetgâhına dâir bilgiler bulunurdu.
Deftere kaydı yapılanlara temessük adı verilen bir hüviyet cüzdânı veriliyordu. İslâm âleminde Seyyid ve Şeriflere gösterilen rağbetten dolayı zamanla, Seyyid olmadığı hâlde Seyyid olduğunu iddia edenlerin ortaya çıkması, bu işlere daha ziyade ehemmiyet verilmesine sebep olmuştur.
NAKÎBÜL-EŞRÂFLIK MÜESSESESİNİN HİKMETİ
“(Resûlullah’ın) ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zamân geçtikçe Âl-i Beytin çok tekessür edeceğini izn-i İlâhî ile bilmiş. Ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O hâlde, gâyet kuvvetli ve kesretli bir cemâat-ı mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâm’ın terakkiyât-ı mâneviyesinde medâr ve merkez olabilsin. İzn-i İlâhî ile düşünmüş. Ve ümmetini Âl-i Beyti etrafında toplamasını arzu etmiştir.
Evet, Âl-i Beytin efrâdı ise, itikâd ve îman husûsunda sâirlerden çok ileri olmasa da, yine teslîm ve iltizâm ve tarafgirlikte çok ileridedirler.
Çünkü İslâmiyet’e fıtraten ve neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zaîf de olsa, şansız da olsa, hattâ haksız da olsa, bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gâyet kuvvetli gâyet hakîkatli gâyet şanlı bütün silsile-i ecdâdı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını fedâ ettikleri bir hakîkate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu, bilbedâhe hisseden bir zât, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddetli iltizâm ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Dîn-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir bürhân gibi kabûl eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhândan sonra iltizâm eder.”
4. Lem’a’daki bu izâhat, bize Nakîbül-Eşrâflık müessesesinin hikmetini en güzel bir şekilde ifâde etmekte. İslâmiyet’e taraftarlığı hiçbir şekilde bırakmayacak olan bu neslin fertlerinin arasına, sadece menfaat düşkünü sahtekârların karışmasını önlemek için bile olsa bu müesseseye ihtiyâç vardır. Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhâfızı olan Seyyidler ve Şerifler cemâati milyonlar efradıyla 1400 senedir, ümmet-i Muhammed’e mânevî önderlik vazîfesini edâ etmektedir. Ve bundan sonra da İnşâallâhü Teâlâ devâm ettirecektir.
Bir yanıt yazın