İnsanlığı, tarihi boyunca meşgul eden üç mühim sual olmuştur. Neciyim, nereden geliyorum ve nereye gideceğim? Semavî dinler haricinde hiçbir fikir, bu konuda doyurucu ve anlamlı bir açıklama getirememiştir. Binaenaleyh din kavramı, insanlığın hem dünya hem de âhiret hayatının rehberi olması hasebiyle, mesele bu çerçevede anlaşılmalı ve anlatılmalıdır.
Dünyaya gelişimizden bu güne kadar yaşadığımız hayat serüveni içerisinde karşılaştığımız zahirî, somut meseleler; hayata gelişimizin öncesi ve sonrasında ve yaşadığımız andaki meselelerin arka planında olanları ötelememize, bazen de hiç gündeme almamamıza sebep olmuştur.
Asrımızdaki maddi nazar, görmediğime inanmam fikri, anlamamız ve bilmemiz gereken bir çok hakîkatlerden geri bırakmıştır bizleri. Bazen de “Bunlar derin meseleler, bunlarla uğraşmak iyi değil” gibi sözlerle, nazarlar tamamen dünyaya ve dünyanın meselelerine çevrilmiş, imana âit akideler zayıf bırakılmış veya hiç gündem mevzuu edilmemiştir.
Biz insanlar, dünyaya nereden geldiğimiz veya niye geldiğimiz noktasında, elbette kafa yormuşuzdur. Fakat en çok alaka duyduğumuz ve dikkatimizi çeken mesele, ölüm olmuştur. Hiç yokken var olmamız, dünyaya gelişimiz şüphesiz acip bir hadisedir. Ne var ki, “Üzümü ye bağını sorma” felsefesi, geriye dönük olarak fikir yürütmemize, o güne kadar olan hâdiseleri değerlendirmemize imkan vermemiştir.
Lâkin ölüm hadisesi, bir şeylerin bizden kopup gitmesi, elimizdekilerin arkasına bakmadan bizi terketmesi, hele kendimizin yok olup gideceğimiz düşüncesi hep en büyük sıkıntımız olmuştur. Ne kadar uzak kalmaya çalışmışsak, o kadar yakınlaşmışızdır ölüme. Ölüm korkusu, bizleri dünya hayatının meşgalelerine daha da sıkı bağlamış, hatta ölümle savaşmak, ölümü öldürebilmenin yollarını aramak derecesine getirmiştir.
ÖLÜM ÖLÜR MÜ?
Bütün ölenlerin ölüm hakîkatini kuvvetlendirmesi cihetiyle bakıldığında ölüm, ölmez. Ancak ölüm hadisesinin hakîkati bilindiği nisbette, ölüme karşı olan korkumuzu kaldırabilir, muhakkak herkesin başına gelecek bu hadiseye karşı tavrımızı belirler ve sıkıntılardan kurtulabiliriz.
Zira ölüm, genel anlamda anlaşıldığı gibi, yok olmak, kaybolup gitmek değildir. Belki ölüm, bulunduğumuz dünya hayatından, âhiret diye isimlendirilen başka bir aleme gitmek, beden elbisesini çıkarıp, âhiret yurduna uygun kisveleri giymek demektir. Evet ölüm vardır, fakat yokluk hakiki manada yoktur.
Arzu ettiğimiz her şeyin imkân dairesinde olması kuvvetle iktiza eder ki; ünsiyet ettiğimiz, alâka kurduğumuz şeyler, bir daha kavuşmamak üzere bizden kopup, yok olmazlar. Onca masraflarla ve intizamla vücuda getirilen mahlukat, bütün kuvvetiyle bağırırlar ve derler ki, güya tesadüfen başlarımıza gelen ölüm hadisesi, bizleri perişan edip, yokluk derelerine atamaz. Bütün tarihçe-i hayatımızın kaydedildiği hafızamız ve herbir tohum isbat eder ki, şu kâinatın meyvesi hükmünde olan ve bütün mahlukatın adeta gözbebeği gibi baktığı insanın rûhu, bir heyula gibi savrulup, elden çıkıp gitmez.
Gelmek varsa, elbette gitmek olacaktır.
Gelinen bir yer varsa, elbette gidilen bir yer de olacaktır. Ölüm varsa, dirilmek de olacaktır.
Zira herbir ölüm, yeni bir dirilişin adıdır. Hem her sene dalından koparıldığı halde öbür sene tekrar dala asılan elma gür bir sadayla diyecektir ki: Üzülmeyiniz, hakîkatimiz kaybolmuyor. Hakîkatimizi muhafaza eden bir Zat vardır. Bizim hakîkatimizi muhafaza eden Zatın şanındandır ki, insan ruhunu hiç zayi etmez, ölmekle onları yokluğa, hiçliğe atmaz. Hikmetine zıt hareket etmez.
“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes’elesidir.” (Asa-yı Mûsâ, 5)
Bu endişeyi yaşayan herkes bilmelidir ki, ölümü veren hayatı veren Zât’tır. Hayata ve hayatın getirdiklerine râzı olan, ölüme ve ölümün getirdiklerine razı olmalı, o Zât’ın kendisi için hazırladığı güzelliklere mümin olmalıdır ki, korku ve endişe duyulan kabre gülerek ve sevinçle girebilsin.
“Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümâta, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücûd-ı daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz.” (a.g.e, 190)
Gelinen bir yer varsa, elbette gidilen bir yer de olacaktır. Ölüm varsa, dirilmek de olacaktır.
Bir yanıt yazın