Meryem’in suyundan veya
Balçıktan yapılmış beşer suretindeki Cebrail’in soluğundan
“Siccin” olarak adlandırdığın tabiattan,
Ruh, o tertemiz olanda (yani, Meryem’de), oluşa geldi [tekvin].
Bundandır ki, onda (bedeninde) tayin olunan ikameti uzadı
Bin yıldan fazla bir zaman kadar.
O ancak Allah’tan bir ruhtur
Yüce ve aşağı olanda etkide bulunmasını sağlayan
Rabbine olan nisbeti doğrulansın diye
Ölüleri diriltti ve çamurdan kuş inşa etti.
Allah onun cismini temizledi ve ruhunu tenzih etti
Ve tekvinde onu Kendine benzer kıldı.
Bil ki, ruhların kendilerine özgü olan niteliği, ilişkilendikleri bir şeyin canlılık
kazanarak, hayatın, ilişkilendikleri bu şeyden yayılmasıdır. Ve işte Samirî, bundandır
ki, resulün –ki o Cebrail’dir ve o da Ruh’tur– izinden bir avuç kadar aldı. Çünkü
Samirî (Musa’dan öğrendiğince) işin ne olduğunu (yani, Cebrail’in ruh olduğunu ve
ruhun dokunduğu yerde hayatın akmaya başladığını) biliyordu. İmdi, onun Cebrail
olduğunu anlayınca, üzerine dokunduğu şeyde hayatın akmaya başladığını bildi.
Böylece resulün izinden bir parça alarak, bunu buzağıya koydu. Ve buzağı
böğürmeye başladı. Çünkü buzağının çıkardığı ses, böğürmedir. Eğer, aldığı parçayı,
başka bir surete yerleştirseydi, (bir-olan-ruh, mahallin gereğince zahir olduğundan) o
suretten ancak o suretin kendisine özgü olan ses çıkardı ve bu sesin ismi de o surete
nisbet olunurdu — tıpkı, homurdanmanın deveye, gümürdemenin koça, melemenin
koyuna ve konuşmanın insana nisbet olunması gibi.
İmdi, hayatın, şeylere yayınmış olan kadarına “lâhut” (yani, İlahi Tabiat) adı verilir.
Ve “nâsut” (yani, İnsan Tabiatı) bu ruhun, kendisiyle kaim olduğu mahaldir ve
nâsut’a ruh ile kaim olmasından dolayı (mecaz olarak) “ruh” denilir.
Cebrail’in ta kendisi olan Ruhü’l-Emin Meryem’e kusursuz bir insan suretinde
göründüğünde, Meryem onu kendisiyle birleşmek isteyen bir beşer sanarak –bunun
izin verilmeyen bir şey olduğunu bildiğinden– kendisini bu adamdan kurtarması
için bütün varlığıyla Allah’a sığındı. Böylelikle, eksiksiz bir şekilde Allah’ın
huzurunda olmaklığa erişti, yani manevî ruha. Eğer Cebrail, bu durumda bulunan
Meryem’e o anda üfleyecek olsaydı, İsa –annesinin o anki halinden dolayı–
yaratılışının çirkinliğine kimsenin tahammül edemeyeceği bir kimse olarak ortaya
çıkardı. Ve Cebrail Meryem’e, “Ben yalnızca Rabbinin elçisiyim; sana tertemiz bir
çocuk bağışlamak için geldim” [Meryem Suresi, 19/19] dediğinde, Meryem’in
sıkıntısı geçti ve göğsü genişledi. İşte o anda Cebrail, İsa’yı ona üfledi. Cebrail,
Allah’ın Kelimesi’ni Meryem’e aktardı — tıpkı Resul’ün (sav) Allah’ın Kelamı’nı
kendi ümmetine aktarması gibi: “O, Allah’ın, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve
O’ndan bir ruhtur” [Nisa Suresi, 4/171].
(Bu üflemenin ardından) Meryem’de şehvet yayıldı. Dolayısıyla da İsa’nın bedeni
Meryem’deki gerçek sudan [mâ-i muhakkak] ve Cebrail’deki –nefesinin neminde
yayınmış olan– vehmî sudan [mâ-i mütevehhem] yaratıldı. Çünkü, canlı olan
bedenin nefesi, bir miktar su içermesinden dolayı nemlidir. Böyle olunca, İsa’nın
bedeni, vehmî sudan ve gerçek sudan yaratıldı [tekevvün]. Ve bu insan türünde
tekvin’in bildik şekilde olabilmesi için, (İsa’nın yaratılışı) annesinden ve Cebrail’in
insan suretinde görünmesinden [temessül] dolayı insan suretinde oldu.
Ve İsa, ölüye hayat verdi, çünkü İsa İlahi Ruh’tur. Ve hayat verme Allah’a ve üfleme
İsa’ya aitti — tıpkı üflemenin Cebrail’e ve Kelime’nin Allah’a ait olması gibi. İmdi,
İsa’nın ölüleri diriltmesi –bu dirilme onun üflemesiyle zahir olduğundan dolayı–
gerçek bir diriltmeydi. Ve ölüleri diriltmesinin kendisinden olduğu bir vehimdi —
diriltme Allah’tandı. Böyle olunca İsa, üzerine halk olunduğu kendi hakikatından
dolayı –ki İsa’nın vehmî su ve gerçek sudan yaratıldığını söylemiştik– gerçek
diriltmeyle [ihyâ-yı muhakkak] vehmî diriltmeyi [ihyâ-yı mütevehhem] kendinde
topladı. Bir yönden bakıldığında, diriltme ona gerçekleme [tahkik] yoluyla, ve bir
diğer yönden bakıldığında da vehim [tevehhüm] yoluyla nisbet olunur. “Ölüleri
diriltirim” [Âl-i İmran Suresi, 3/49] — bu, gerçekleme [tahkik] yoluyladır. Ve,
bundan önce, “O balçığa üflerim de, Allah’ın izniyle, o bir kuş olur” [Âl-i İmran
Suresi, 3/49] — bu da, vehim yoluyla diriltmedir. Yukarıda anılan ayette, “Allah’ın
izniyle” olan şey, “kuşun olmasıdır,” “üflemek” değil. Ama “Allah’ın izniyle” olanın
“üfleme” olması da olasıdır — (ki bu durumda, İsa’nın balçıktan yapmış olduğu şey)
duyumsal cismanî sureti dolayısıyla kuş olur (yoksa hakiki ruhani sureti dolayısıyla
değil).
Ve aynı şekilde, “Benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun”
[Mâide Suresi, 5/110] ayetinde de durum böyledir ve İsa’ya ve Allah’ın iznine ve
Kur’an’da buna benzer olarak “İznimle” ve “Allah’ın izniyle” biçiminde sözü
edilenin iznine nisbet olunan ne varsa hepsi böyledir (yani, bunlar, hakikat ve vehim
yönünden söylenmiştir). Eğer, “Allah’ın izniyle” olan şey “üflemek” ise, o halde
üfleyenin üflemesine izin verilmiştir (yani, izin verilen üflemenin kendisidir),
böylelikle (Allah’ın izniyle olan) bu üfleme yoluyla kuş yaratılır [tekvin]. Eğer
“Allah’ın izniyle” olan “üfleme” değilse, o halde, kuşun yaratılması Allah’ın izniyle
olmuştur — ki bu durumda “Allah’ın izniyle” olan, “kuşun olması”dır. Ve hiç
kuşkusuz, emirde (yani, İsa’nın yaratılışına yönelik İlahi Emir’de) vehim [tevehhüm]
ve gerçek [tahakkuk] olmasaydı, bu suret (yani, kuşa üflenmesi ve kuşun yaratılması
sureti), bu iki yönü kabul etmezdi — ama İsa’nın oluşumunun bunu vermesinden
dolayıdır ki, bu iki yöne (yani, vehim ve gerçeğe) sahiptir.
Ve İsa, öylesine bir alçakgönüllülük ile ortaya çıktı ki, cizyeyi alçakgönüllü bir
şekilde ödemelerini, kendilerine bir tokat atılacak olursa, öbür yanaklarını
çevirmelerini, tokat atan kimseye karşı gelmemelerini ve kısas talep etmemelerini
ümmetine bir şeriat kıldı. Bu alçakgönüllülük, ona annesi yönündendir. Çünkü
kadında aşağıdalık [süfl] sözkonusudur ve kadın, hükmen ve duyumsal olarak
erkeğin altında olmasından dolayı alçakgönüllüdür.
Öte yandan ise, kendisinde bulunan hayat verme ve iyileştirme yetisi, beşer
suretindeki Cebrail’in üflemesi yönündendir. Eğer Cebrail, beşer suretinde gelmeyip;
ister hayvan, ister bitki veya cansız olsun, başka bir unsursal varoluş suretinde
gelmiş olsaydı, İsa’nın –Cebrail’in geldiği bu surete bürünmedikçe ve bu surette
zahir olmadıkça– ölüleri diriltmesi sözkonusu olmazdı. Eğer Cebrail –kendi
tabiatının ötesine geçmeksizin, ki geçmesi sözkonusu değildir– unsurlar ve erkânla
ilişiği olmayan kendi nuranî suretinde gelmiş olsaydı, İsa, annesi yönünden olan
unsursal beşer suretinde zahir olduğunda değil, ancak bu nuranî tabiat suretinde
zahir olduğunda ölüleri diriltebilirdi.
Ve İsa, ölüleri dirilttiğinde ona “O’dur ve O değildir” denildi ve ona bakışta hayret
ortaya çıktı. Nitekim, bir beşerin ölüleri dirilttiğini gördüklerinde, düşünsel
kurgulamalarıyla akılyürütenler hayrete düştü — çünkü ölünün, yalnızca bedensel
olarak değil, aynı zamanda söz söyler olarak diriltilmesi ilahi bir niteliktir [hasâis-i
ilahiyyedendir]. Bakan kişi, beşer suretini ilahi etkiye bürünmüş olarak görünce
hayrete düştü.
Bu durum, bazılarını “hulûl”den sözetmeye ve ölüleri diriltmesinden dolayı da “o
Allah’tır” demeye götürdü. Bundandır ki, onlara “kafir” dendi — ve “küfür” örtmek
demektir. Çünkü onlar, ölüyü dirilten Allah’ı, İsa’nın beşerî suretiyle örttüler [setr].
Bundandır ki, Allahu Teala, “‘Allah odur, Meryem oğlu Mesih’dir’ diyenler kafir
oldular” [Mâide Suresi, 5/17] buyurdu. Bu kimselerin, bu sözleriyle (Mutlak Hakk’ı
yalnızca İsa’nın taayyününe özgü kılmalarından dolayı) hem hata etmeleri, hem de
(Hakk’ı İsa’nın beşerî sureti ile örtmekle) kafir olmaları, “o Allah’tır” demelerinden
olmadığı gibi, “Meryem oğludur” demelerinden de değildir — bu ikisini biraraya
getirip, “Allah odur, Meryem oğlu Mesih’tir” demelerindendir. Onlar, (İsa’nın beşerî
suretinin) ölüyü diriltmesinden dolayı, Allah’ı, “Meryem oğludur” sözüyle, o beşer
suretine indirgeyerek saptılar — ve o, hiç kuşkusuz Meryem’in oğludur.
Ama onların bu sözünü işitenler sandılar ki, bu sözü söyleyenler uluhiyeti surete
nisbet ettiler ve onu suretin aynı kıldılar. Halbuki onlar böyle yapmayıp, İlahi
Huviyeti işin başından (yani, İsa’nın zuhurunun başlangıcından itibaren) beşer
suretine özgü kıldılar — ki bu (suret de, onlara göre) Meryem’in oğludur.
Dolayısıyla onlar, sureti (yani, İsa’nın beşerî suretini) hükümden (yani, İsa’nın beşeri
suretinden ortaya çıkan ölüyü diriltme hükmünden) ayırdılar (ve böylece İsa’ya
bakıp, ‘bu beşerdir’ dediler; ölüyü diriltmesine bakıp, ‘Allah’a özgü olan bu halin
beşerden ortaya çıkması olmayacak bir şeydir’ dediler. Böylece: “Muhakkak Allah,
Meryem oğlu İsa suretindedir” dediler). Nitekim Cebrail beşer suretinde geldiğinde
üflemedi. Sonradan üfledi. Böyle olunca, suret ve üflemeyi ayırdı. Dolayısıyla,
üfleme suretten ortaya çıkmış olsa bile, suretin zatî bir niteliği değildir.
Böyle olunca, insanlar arasında İsa’nın mahiyeti hakkında görüş farklılıkları ortaya
çıktı. İmdi, beşer sureti yönünden ona bakan kişi, “O, Meryem’in oğlu Mesih’dir”
der. Ve beşer olarak görünen sureti yönünden ona bakan kişi, onu Cebrail’e nisbet
eder. Ve kendisinden ölüyü diriltmesinin zahir oluşu yönünden bakan kişi, onu ruh
yoluyla Allah’a nisbet eder ve “O, Allah’ın Ruhudur [Ruhullah]” der — yani o,
üflediği kimseye hayat verendir. Kimi zaman, edilgenlik çekimiyle, onda Hak
vehmolunur. Kimi zaman onda Melek vehmolunur ve kimi zaman da onda insanın
beşer olmaklığı vehmolunur. Böylece, kendisine bakanlar üzerinde bu yönlerden
hangisi egemense, İsa o yönde olur. Ve o Allah’ın Kelimesi’dir ve Allah’ın Ruhu’dur
ve Allah’ın kuludur. Ve beşerî duyumsal surette böylesi bir durum bir başkası için
sözkonusu değildir. Her kişi kendi babasına nisbet olunur [mensub], Kendi Ruhunu
beşer suretine üfleyene değil. Çünkü, gerçekte Allah insan bedenini düzenlediğinde
[tesviye], Kendi söyleyişiyle, “Ona şekil verdiğimde ve ona üflediğimde” [Hicr
Suresi, 15/29] — yani, ona Kendi Ruhu’ndan üflediğinde, onun varlığındaki ve
ayn’ındaki ruhu Kendisine nisbet etti. Ama İsa için, bu böyle değildir: onun
bedeninin düzenlenişi, Ruh’un üflenişinde içkindir — ki bu durum, sözünü ettiğimiz
gibi, başkaları için sözkonusu değildir.
Varolan herşey, Allah’ın sonu gelmez kelimeleridir, çünkü varolan herşey
“Ol”dandır ve “Ol” [Kün] Allah’ın Kelimesi’dir. İmdi, Kelime (mutlaklık ve ahadiyet
üzere olup, herhangi bir sıfatla sıfatlanmamış olan) O’na (yani, Hakk’ın Mutlak
Zatı’na) nisbet olunabilir mi — ki bu takdirde, (“Ol” Kelimesi’nin) mahiyeti
bilinemez (çünkü Hakk’ın kelamı, bu mertebede, Zatı’nın aynıdır). Ya da, Hak Teala,
“Ol” diyen bir surete mi nüzul eder — ki bu takdirde ise, “Ol” Kelimesi’nin, nüzul
ettiği ve zahir olduğu o suretin hakikati olduğu söylenebilir. Kimi arifler ilkinde
karar kılarken, kimi arifler de öbüründe karar kılmışlardır — arif olanlardan geri
kalanı ise bu meseleye (yani, “Ol” emrinin mutlak Zat’a mı yoksa mutlak Zat’ın
nüzul ettiği surete mi nisbet olunacağı meselesine) ilişkin olarak hayrete düşmüş ve
(bu iki itibardan hangisiyle hükmedeceklerini) bilememişlerdir. Ve bu mesele ancak
deneyimleme [zevk] yoluyla bilinebilir — tıpkı Beyazıd Bestamî de olduğu gibi. Ki o,
öldürdüğü karıncayı, üfleyerek (duyumsal olarak) dirilttiğinde üfleyenin kim
olduğunu bilerek üflemişti. Dolayısıyla Bestamî, İsevî görüye [meşhed] sahipti.
Manevî olarak diriltmeye gelince, bu diriltme ilim yoluyla olur. Böylesi bir dirilmeyle
elde edilen hayat; ilahî, zatî, ilmî ve nuranî bir hayattır ve buna ilişkin olarak Allahu
Teala şöyle buyurur: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında
yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse..” [En’am Suresi, 6/122]. Ölü bir nefsi,
Allah’ı bilmeye ilişkin ilmî hayatla dirilten bir kimse, bu nefsi ilim yoluyla
diriltmiştir ve bu kimse, sahip olduğu bu nurla (yani, ilim nuruyla) insanlar arasında,
yani suret olarak kendisine benzer olanlar arasında yürür.
Olmasaydı O ve olmasaydık biz (yani, ayan-ı sabitemiz) — olmazdı olan
Biz gerçekte Hakk’ın kullarıyız ve O bizim Mevlâ’mızdır.
Ve ben “İnsan” dediğimde, biz O’nun ayn’ıyız, anla öyleyse
Ve İnsan ile (yani, insanın beşer suretiyle) örtülü kalma —
(Hakk’ın varlığına delalet eder bir) delil verdi sana o İnsan.
Hak ol ve halk ol — Allah ile Rahman olursun böylece.
O’ndan aldığınla O’nun yarattıklarını besle
Ki böylece rahatlık verici
Ve (ruhun gıdası olan marifet ve hakikatleri insanlara saçmakla)
Güzel koku saçıcı olursun
Ve biz O’nunla bizde zahir olanı O’na verdik
Ve İlahi Emr O’nunla bizler arasında taksim edildi
Ve O bize (ruh üflemekle) hayat verdiğinde,
Kalbimi bilen ona hayat verdi.
Ve biz (kâmil insanlar) orada (Mutlak Hakk’ın tecelli-i akdesinden önce)
Oluşlar [ekvan] ve aynlar ve zamanlar idik
Ama (zat ve sıfat olarak Hakk’ın varlığında istihlakimiz) sürekli değildir bizde,
Ama böyleyizdir zaman zaman
Ve (Cebrail tarafından) unsurlardan oluşan beşer suretiyle ruhun üflenmesi işinde
bizim söylediğimize (yani, İsa’nın bedeni ve beşeri suretinin düzenlenişinin, ruhun
üflenmesinde içkin olduğuna) delalet eden şeylerden biri de, Hakk’ın, Kendi nefsini
“Rahmanî Nefes” ile nitelendirmiş olmasıdır. Ve bir sıfatla nitelenen herhangi bir
şey, bu nitelendiği sıfatın kendi bulunmaklığını gerektirdiği herşeyde bu sıfata
tabidir. Ve, nefesin, nefes vermeyi gerektirdiğini bilirsin. Bundandır ki, İlahi Nefes
alem suretlerini kabul etti. Böyle olunca, İlahi Nefes, alem suretleri için heyulanî
cevher gibidir. O halde İlahi Nefes, Tabiat’ın ta kendisidir.
Unsurlar, Tabiat’ın suretlerinden bir surettir. Ve unsurların üstünde olan ve bu
unsurlardan doğanlar da yine Tabiat suretlerindendir. Ve bunlar, yedi göğün
üstünde olan yüce ruhlardır [ervah-ı ulviyye]. Göklerin (gözle görünmeyen) ruhları
ve (gözle görülen) aynları ise, unsurlardır. Çünkü bu ruhlar ve aynlar, unsurların
dumanındandır ve ondan doğmuşlardır. Dolayısıyla, bu göklerden yaratılmış
[mütekevvin] olan melekler de unsursaldır [unsuriyyun]. Ve unsurların ötesinde
olanlar ise tabiatsaldır [tabîiyyun]. Ve bundandır ki Allahu Teala, yüce melekleri
birbiriyle uyuşmaz olmaklıkla nitelendirdi, çünkü onlar karşıtlıkları barındıran
Tabiat’tandırlar. Ve İlahi İsimler’deki bu karşıtlaşmalar, Rahman’ın Nefesi’nin
verdiği nisbetlerdir. Bu hükmün dışında olan (vahidiyet’teki) Zat’ın bu konuda
(alemin aslı olan Rahmanî Nefes’ten gani olmaklığıyla) nasıl alemlerden gani
olduğunu görmez misin? Aleme gelince, kendisini varedenin suretinde ortaya çıktı
— alem Rahmanî Nefes’ten başka bir şey değildir.
İlahi Nefes, kendisinde sıcaklık olduğunca yücedir ve soğukluk ve nem olduğunca
da aşağıdır [süflî]. Ve kendisinde kuruluk olduğunda sabit hale gelir ve yerinden
oynamaz — çünkü çökelme, soğuk ve nemli olana özgüdür. Görmez misin ki,
doktor, hasta bir kimseye ilaç içirmek istediğinde, öncelikle idrar kabına bakar.
Tortulanma olduğunu gördüğünde, olgunlaşmanın tamamlanmış olduğunu görür
ve olgunlaşmayı çabuklaştıracak bir ilaç verir. Ve tortulanma, tabiatındaki nem ve
soğukluktan dolayıdır.
Sonra, Allah bu insanın balçığını İki Eli ile yoğurdu ve bu İki El, birbiriyle karşıtlık
içerisindedir. Eğer bu İki El’in her ikisinin de Sağ El olduğunu söyleyecek olursan
(bu elbetteki doğrudur ama) ikisi arasında ayrım olduğu (da) açıktır — hiç değilse iki
el olmalarından dolayı bu böyledir. Tabiat’a, ancak kendisine uygun düşen –yani,
onun gibi karşıtlıkları barındıran– etkide bulunur. Bundandır ki, “İki El” dedi. Ve
Allah onu İki Eli’yle varettiğinde, Kendine izafe ettiği İki Eliyle, Kendine yaraşır bir
yön ile (yani karşıt İsimler ile) dokunuşundan [mübaşeret] dolayı, ona “beşer” adını
verdi. Ve İki Eliyle yaratması, insan türüne yönelik lütfundan dolayıdır. Böyle
olunca, ona secde etmekten geri durana, “İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni
alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın?” [Sâd Suresi, 38/75]
dedi. “Yüce olanlar” [âlîn] ile, tabii olmasına rağmen, nuranî oluşumu içerisinde
unsursal olmaklıktan yüce olanı kasteder. İnsan, kendinden başka diğer bütün
unsurlardan oluşmuş olanlardan, ancak beşer olmaklığıyla üstün oldu — çünkü o,
unsurlardan bu (İki El ile) dokunuş olmaksızın yaratılmış olan türlerden üstündür.
Böylelikle insan, arz ve semavat meleklerinden üstündür ve yüce olan melekler
[mele-i ala] ise, ilahi hüküm ile, bu insan türünden daha hayırlıdır.
İlahi Nefes’i bilmeyi dileyen kişi, alemi bilsin, çünkü nefsini bilen, gerçekte,
kendisinde zahir olan Rabbini bilir. Nitekim, alem Rahman’ın Nefesi’nde zahir oldu
ve bu Nefes’le Allahu Teala, İlahi İsimlerin etkilerini zahir kılmakla, etkileri zahir
olmamış bu İlahi İsimleri verdiği Nefes’le serbest bıraktı. Böyle olunca, O, Nefesiyle
varettiği şeyle (yani, alemin varedilmesiyle) Kendi nefsine bağışta bulundu.
Gerçekte, Nefes’in ilk etkisi yalnızca İlahi Hazret’te (yani, İlahi İsimler Hazreti’nde)
oldu ve daha sonra, varolan son şeye varıncaya dek (Nefes’in verilmesinden doğru)
genişlenme yoluyla aşağı doğru inmeyi [nüzul] kesintisiz bir şekilde sürdürdü.
Nefesin ayn’ında olan ne varsa,
gece karanlığından sonraki aydınlık gibidir.
(Aklî) delile dayanan ilim (keşf gündüzünü boşa geçirip)
Gün sonunda uykuya dalan kimseye özgüdür.
Bu kimse, Rahmanî Nefes’e ilişkin söylediklerimizi
Rahmanî Nefes’e delalet eden bir rüya sanır.
Ve bu söylediklerimiz, Abese Suresi’nin okunuşunda
Onu bütün sıkıntılardan kurtarır.
Ve O, ateşin peşinde olana (yani, Musa’ya) tecelli etti
Ve o, O’nu ateş olarak gördü, ama O
Sultanlar için ve gece karanlığında gezinenler için Nur’du.
Söylediklerimi anladıysan eğer,
Bil o halde fakir olduğunu
Eğer ateşten başka bir şey istiyor olsaydı
O’nu, istediği bu şeyde görürdü ve yüz çevirmezdi.
Ve, Hak Teala, “..ta ki bilelim..” [Muhammed Suresi, 47/31] makamındayken İsa
Kelimesi’ne, ona nisbet ettikleri şeyin (yani, uluhiyetin) doğru olup olmadığını –
bunları çok iyi biliyor olduğu halde– sordu ve ona şöyle dedi: “Sen insanlara, ‘beni
ve annemi Allah’tan başka iki ilah olarak kabul edin’ mi dedin?” [Mâide Suresi,
5/116]. Ve edeb gereği, soru sorulan kişinin sorulan soruya cevap vermesi gerekir. Ve
Hak Teala (ona “sen” biçiminde seslenmiş olmakla) bu makamda (yani, “sen” ve
“ben” biçimindeki ayrımlama makamında) ve bu surette (yani, ona yönelik bu soru
suretinde) kendisine tecelli ettiği için; hikmet, ayrımsızlamanın ta kendisinde [ayn-ı
cem] (“sen” ve “ben” biçimindeki bir) ayrımlama ile cevabı gerekli kıldı. Ve tenzihle
başlayarak, “Seni tenzih ederim..” [sübhaneke] dedi ve bu sözüne (ikinci tekil kişiye
işaret eden) “kaf” harfi ile sınırlama getirdi — ve bu, yüz yüze olmayı ve seslenişi
gerektirir. “..Bana yakışmaz..” –benliğimin Sen’den ayrı olmasından dolayı–
“..hakkım olmayan şeyi söylemek..” –yani, ne huviyetimin ne de zatımın gerektiriyor
olmadığı şeyi söylemek– “..Eğer, öyle demiş olsaydım, bunu bilirdin..” — çünkü
söyleyen Sen’sin ve bir şey söyleyen kimse, hiç kuşkusuz, ne demiş olduğunu bilir ve
Sen benim konuştuğum dilsin. Nitekim, Resulallah (sav) bize Rabbinden aldığı şu
ilahi haberi bildirdi: “Ben onun konuştuğu dili olurum.” Böylece Kendi huviyetini,
konuşanın dilinin ta kendisi kıldı ve sözü de kuluna nisbet etti. Sonra salih kulu
(yani, İsa), verdiği cevabı şu sözleriyle tamamladı: “..Sen benim nefsimde olanı
bilirsin, ve ben onda ne olduğunu bilmem..” Ve (bu sözle İsa’nın dilinden konuşan)
Hak, İsa’nın huviyetinden ilmi değilledi [nefy] — onun söz söyleyen [kail] ve etki
sahibi olması dolayısıyla değil, (onun huviyetinin) Kendi huviyeti olması dolayısıyla
değilledi. “..Gerçekte gaybı bilen Sen’sin, Sen!..” [Mâide Suresi, 5/116]. Böylece gaybı
ancak O’nun bildiğini belirttiğinde, sözünü desteklemek ve teyit etmek için “sen”
zamirini iki kez yineledi.
Böylelikle (verdiği cevapta) hem (“Seni tenzih ederim” diyerek) ayrımladı [tefrik]
hem de (“..Eğer, öyle demiş olsaydım, bunu bilirdin..” diyerek) ayrımsızladı [cem];
hem birledi [tevhid] hem çoğulladı [teksir]; hem (cem ve fark mertebelerindeki
ilimlerin bütününü Hakk’a özgüleyerek) genişletti hem de (kayıtlı ilimleri gerek
kendi nefsinden, gerekse başkalarından değilleyerek) daralttı. Sonra, verdiği cevabı
bitirmek üzere şöyle dedi: “..Ben söylemiş değilim onlara, bana söylememi emretmiş
olduğundan başka bir şeyi..” [Mâide Suresi, 5/117] — böylece, öncelikle (varlığı,
Hakk’ın varlığında yokolmuş olduğundan) o varlıkta olmadığına işaret eder bir
şekilde (bu sözü söyleyenin kendisi olmaklığını) değilledi; ve sonra, soruyu sorana
edeple cevap verme gerekliliğini ortaya koydu. Eğer bu şekilde cevap vermeyecek
olsaydı, hakikatlerin bilgisinden yoksun olmaklıkla nitelenirdi — ama o, böylesi bir
yoksunluktan uzaktır. Böylelikle, şöyle dedi: Bana emretmiş olduğundan başka bir
şeyi söylemedim ve (ayn-ı cem ve kurb-u feraiz makamında) benim dilimden
konuşan ancak Sen’sin ve (ayn-ı fark ve kurb-u nevafil makamında) Sen benim
dilimsin… Bu ilahi-ruhani tenbihin nasıl latif ve incelikli olduğuna bak!
(Sonra onlara şöyle dediğini söyledi:) “..Allah’a kulluk edin!..” Burada, kulluk
edenlerin kulluk edişlerindeki çeşitlilikten ve şeriatların çeşitliliğinden dolayı,
“Allah” adını kullanarak, O’nu başka bir özgül İsime [ism-i has] özgü kılmadı ve
bütün İsimler’i kendinde toplayan İsmi kullandı. Sonra, “..benim Rabbim ve sizin
Rabbiniz..” [Mâide Suresi, 5/117] dedi; çünkü, O’nun Rab-olmaklığıyla [rububiyet]
varolan bir şeye nisbeti, varolan başka bir şeye nisbetinden farklıdır. Bu nedenle,
“Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz” biçiminde bir ayrım yaparak, bu farklılığa işaret
etti.
Ve, “..yalnızca bana emretmiş olduğun şeyi..” demekle de kendi nefsini emrolunan
olmaklığı halinde olurladı [isbat] ve bu, onun kul olmaklığından başka bir şey
değildir. Çünkü emir –yerine getirilsin veya getirilmesin– ancak emre uyabilirliği
düşünülen kimseye verilir. Ve (ilahi) emir, (emir verilenin, yani mezahir-i ilahiyenin
bulunduğu) mertebenin hükmüne göre indiğinden, belli bir mertebede zahir olan
herbir kimse, bulunduğu mertebenin hakikatının verdiği şeye boyanır.
Emrolunmaklık mertebesi için, her emrolunan kişide zahir olan bir hüküm (yani,
emreden kişinin emrine uyma) olduğu gibi, emretmeklik mertebesi için de her
emredende zahir olan bir hüküm (yani, emrolunan kişiye emir verme) vardır.
Ve Hak, “Namaz kılın!” [Bakara Suresi, 2/43] dediğinde, Kendisi emreden, yükümlü
kişi ise emrolunandır. Ve kul, “Rabbim, beni bağışla!” [A’raf Suresi, 7/151] dediğinde
ise, kulun kendisi emreden ve Hak da emrolunandır. İmdi, Hakk’ın verdiği emirle
kuldan istediği şey, kulun verdiği emirle Hak’tan istediği şeyin aynısıdır (yani, emre
uyulmasıdır). Bundan dolayı, bütün dualara icabet edilmesi –sonraya kalsa bile–
kaçınılmazdır. Ki, aynı şekilde, namaz kılmakla yükümlü olanlardan kimileri, namaz
kılmaya çağrıldıklarında, vakit içerisinde namaz kılmayıp çağrıya icabeti sonraya
bırakırlar ve kendileri için uygun olan daha sonraki bir zamanda kılarlar. Böylece,
niyetlenme ile olsa bile emre uymak kaçınılmazdır.
Sonra, “Ben onlar üzerine … idim” dedi ve, “Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz”
dediğindeki gibi söylemeyip, “onların yanısıra, kendim üzerine … idim” demedi:
“Ben onlar üzerine, onlar arasında bulundukça, şehiddim..” — çünkü, nebiler,
ümmetleri üzerine, onların içinde bulundukları sürece şehiddirler. Ve şöyle
sürdürdü: “..Ve beni ölü kıldığında..” –yani, beni Kendine yükselttiğinde, onları
benden örtülü kıldın ve beni de onlardan örtülü [mahcub] kıldın ve benim
bedenimde değil ama onların bedenlerinde– “..onlar üzerine Rakîb oldun..” [Mâide
Suresi, 5/117] — çünkü Sen, gözetmeyi [murakabe] gerektiren görmekliği oldun
onların. İmdi, insanın nefsini müşahedesi, Hakk’ın onun nefsini müşahedesidir. Ve
İsa onu (yani, Hakk’ın onların maddi varlıklarındaki müşahedesini) “Rakîb” ismine
ilişkin kıldı, çünkü şuhudu (“onların üzerine şehid idim” sözüyle) kendisine ilişkin
kılmıştı. İmdi, kendisinin kul olması dolayısıyla İsa’nın İsa ve O’nun kendi Rabb’i
olması dolayısıyla da Hakk’ın Hak olduğu bilinsin için, kendisiyle Rabb’i arasında
bir ayrım koymayı dilediğinden, kendisinin “şehid,” Hakk’ın ise “Rakîb” olduğunu
söyledi. Böylece İsa, kendi nefsi sözkonusu olduğunda, kendi kavmini öne aldı ve
Hakk’a yönelik edebden dolayı onları kendisine yeğleyerek, “onlar üzerine
şehiddim” dedi. Hak’tan söz ettiğinde ise, Rabb’in mertebe yönünden önceliği
hakediyor olmasından dolayı, onları sona alarak, “..Sen onlar üzerine Rakîb oldun..”
dedi. Sonra İsa, “onlar üzerine şehiddim” dediğinde, kendisi için kullandığı “şehid”
isminin, gerçekte Rakîb olan Hakk’ın ismi olduğunu belirterek, “..Sen her şey üzerine
Şehid’sin..” [Mâide Suresi, 5/117] dedi. Ve burada, genelliğe işaret eden “her”
sözcüğünü, bilinmezlerin en bilinmezine işaret eden “şey” sözcüğünü ve Şehid
ismini getirdi — çünkü O, her bir müşahede olunan [meşhud] üzerine, bu müşahede
olunanın [meşhud] hakikatinin gerektirdiği şey ölçüsünce Şehid’dir. İmdi İsa, “Ben
onlar arasında oldukça onların üzerine şehiddim” dediğinde, kendi kavmi üzerine
Şehid olanın Hak Teala olduğuna dikkat çekti. Ve bu, Hakk’ın, İsa’nın cismindeki
şehadetidir. Bununla, Hakk’ın, İsa’nın konuştuğu dili, işitmesi ve görmesi olduğu
kesinlenmiş oldu.
Sonra İsa, hem İsevî, hem de Muhammedî olan sözü söyledi. Bunun İsevî olması,
Allahu Teala’nın Kitabında bunun, İsa’nın sözleri olduğunu bildirmesinden
dolayıdır. Ve Muhammedî olması ise, bu sözün belli bir mekânda Muhammed’den
(sav) ortaya çıkmasından dolayıdır — ve o, bu sözün, kendisinden ortaya çıktığı
yerde, bütün bir geceyi gün ağarıncaya kadar başka bir şey yapmayıp, bu sözü
tekrarlayarak geçirdi: “..Eğer Sen onları cezalandırırsan, onlar Senin kullarındır; ve
eğer onları bağışlarsan, Aziz ve Hakîm olan muhakkak Sen’sin, Sen” [Mâide Suresi,
5/118].
Burada, “onlar” zamiri, tıpkı “o” zamiri gibi, gayb-olmaklık zamiridir [zamir-i gaib].
Nitekim O, gayb-olmaklık zamirini kullanarak şöyle dedi: “Onlar kafirlerdir” [Fetih
Suresi, 48/25] — ve bu gayb, onların, “hâzır olan meşhud” sözüyle kastedilenden
(yani, Hak’tan) örtülü olmalarıdır. Ve (İsa), onları Hak’tan perdeleyen örtüden başka
bir şey olmayan bu gayb-olmaklık zamirini kullanarak, “Eğer onları bağışlayacak
olursan” dedi. Ve Allah, onları (İsa’nın diliyle) Allah’ın huzurunda
bulunmaklıklarından önce andı — (kıyamet günü) huzurda olmaklıklarına kadar
(onların hakikatleri ve zatî istidatları mesabesinde olan) maya, (vehmettikleri
varlıkları mesabesinde olan) hamurda tahakküm edebilsin ve hamur mayaya
dönüşebilsin diye.
“Çünkü onlar Senin kullarındır.” Ve burada, üzerinde bulundukları tevhidden
dolayı, seslenişi tek olana yöneltti [ifrad]. Ve nefslerinde tasarruf olmadığından
dolayı, onlardaki zilletten daha büyük bir zillet yoktur. Dolayısıyla onlar,
efendilerinin kendilerinden dilediği şeyin hükmü altındadırlar ve bu konuda
O’nunla herhangi bir ortaklıkları yoktur. Bundandır ki İsa, “Senin kulların” diyerek
O’nu tek kıldı [ifrad]. Ve “azap”la kastedilen, onların zelil olmaklığıdır ve kul
olmaklıklarından dolayı onlardan daha zelil olan yoktur ve onların zatları zelil
olmalarını gerektirir. Dolayısıyla (bu, şu demeye gelir:) “Sen onları kul
olmaklıklarından dolayı içerisinde bulunuyor oldukları zilletten daha büyük bir
zillete düşürmezsin.”
“Eğer onları bağışlayacak olursan..” –yani, karşı gelmeleri dolayısıyla hakettikleri
azaba düşmekten onları örtersen; yani onlar için, kendilerini azaptan örtecek ve
azaptan koruyacak bir örtü kılarsan– “..Sen muhakkak Aziz’sin..” – yani, koruyucu
ve kollayıcısın. Ve Hak Teala, bu İsmi kullarından birine verdiğinde, Kendisi “Aziz-
kılıcı” [Muizz] ve kul da “Aziz” olarak adlandırılır — ve bu durumda, bu kulunu
İntikam-alıcı’nın [Müntakim] intikamından ve Azab-edici’nin [Muazzib] azabından
korur. Ve İsa, daha önce söylediği, “Gaybları bilen muhakkak ki Sensin, Sen” [Mâide
Suresi, 5/118] ve “Her şey üzerine Rakîb Sen oldun, Sen” [Mâide Suresi, 5/117]
sözlerinin ifade biçimine uygun bir şekilde, sözü güçlendirmek için yineleme ile,
“Aziz ve Hakîm olan muhakkak Sensin, Sen” dedi.
(“Eğer onlara azab edecek olursan..” ve “Eğer onları bağışlayacak olursan..”
biçimindeki) bu sözler Resul’ün bir cevap almak için gündoğumuna kadar ısrarla
tekrarladığı bir dileyiş [sual] oldu; eğer dileyişi hemen kabul olunmuş olsaydı,
dileyişini ardarda tekrarlamazdı. Hak ona, cezalandırılma gerekçelerini, ayrıntılı
olarak [fasl] sundu. Ve o da, O’na her sunumda ve herbir ayn için, “Eğer onlara azap
edecek olursan muhakkak ki onlar Senin kullarındır; ve eğer onları bağışlayacak
olursan Aziz ve Hakîm olan muhakkak ki Sensin, Sen” [Mâide Suresi, 5/118] dedi.
Eğer bu sunumda, Hakk’ın öne aldığı ve Hakk’ın tercih ettiği şeyin neyi
gerektirdiğini görmüş olsaydı, (Hakk’ın dileğini öne alır ve Hakk’ın tarafını tercih
ederek) onlar için (yani, onların lehine) değil, onlar üzerine (yani, onların aleyhine)
dua ederdi. Bundan dolayı, Hak Teala, bu ayette ortaya konan Allah’a teslimiyeti ve
(günahları) O’nun bağışlayıcılığına havale etmeyi vurgulayarak, onların hakettikleri
şeyin bu olduğunu ona gösterdi.
Ve (hadis-i şerifle) varid oldu ki, Hak Teala dua eden kulunun seslenişini sevdiğinde
–geri çevirme sözkonusu olmaksızın, ona sevgisinden dolayı– duasını tekrarlasın
diye, duaya karşılık vermeyi geciktirir. Bundandır ki, “Hakîm” dedi — ve Hakîm,
her şeyi yerli yerine koyan; (kullarının) hakikatlerinin ve sıfatlarının istediği ve
gerektirdiği şeyi değiştirmeyen demektir. Hakîm, düzeni bilendir. Ve Resulallah
(sav), bu ayeti tekrar ederken, Allahu Teala’dan aldığı büyük bir ilim üzere idi.
Dolayısıyla, herkim bu ayeti ve diğerlerini okuyacak olursa, bu şekilde okusun;
yoksa, sessiz kalması daha yerindedir.
Allahu Teala, bir kulun herhangi bir konu hakkında söz söylemesini yerinde
bulduğunda; bu konuşmasını, ancak buna icabet etmeyi ve gereksinimi gidermeyi
dilediği durumda yerinde bulur. Dolayısıyla, hiç kimse, kendisi için yerinde
bulunanın (yani, duanın) içerdiği şeyin (yani, duaya icabetin) geciktiğini
düşünmesin. Tersine, Resulallah (sav), bu ayet üzerinde nasıl durmaksızın
uğraştıysa, kendisi de bütün hallerinde aynı şekilde durmaksızın uğraşsın; ta ki,
Allah’ın icabetini, zahirde veya batında veya Allah’ın dilediği herhangi bir şekilde
işitinceye kadar. Eğer O, dil ile ifade edilmiş bir karşılık verirse, kulağınla işittirir ve
eğer mana ile karşılık verirse içsel olarak işittirir.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın