Bil ki, “kazâ” denilen şey, Allah’ın şeylerdeki hükmüdür. Ve Allah’ın şeylerdeki
hükmü; şeylere ilişkin ve şeylerdeki ilmiyle sınırlıdır. Ve Allah’ın şeylerdeki ilmi de,
bu bilinen şeylerin [eşyâ-yı ma’lûme] nefslerinde değişmez olarak bulundukları
halden Hakk’a verdikleri ilimle sınırlıdır.
Kader, şeyler kendi aynlarında ve nefslerinde ne üzere değişmez iseler, (ilahi)
hükmün buna göre fazlalık olmaksızın zamansal olarak verilmesidir. Ve ilahi kazâ,
şeyler üzerine ancak şeyler ile hükmeder. Ve bu kader sırrının ta kendisidir. Ve bunu
bilmek, (zuhur mahallerinde Hakk’ı) müşahede ederek, (hissî ve aklî zuhur
mahallerinde Hak ile dönüşüme uğrayan bir) kalbi olan ve kulak veren kimseye
özgüdür. Ve apaçık delil Allah’ındır. Böyle olunca, Hüküm Verici, gerçekte hüküm
verilenin ayn’ına uyarlık içerisinde hüküm verir — hüküm verilenin zatı neyi
gerektiriyorsa o şekilde hükmeder. Hükmolunan, kendisinde olan şeyle Hüküm
Verici’nin nasıl hüküm vereceğine ilişkin hüküm vericidir. İmdi, hüküm verme
konumunda olan, (hüküm verdiği şeyin zatının ve hakikatının gerektirdiğine göre
hüküm verdiğinden dolayı) hüküm verdiği şeyle ve hüküm verdiği şeyde
hükmolunandır.
İmdi, bu meseleyi iyice anla! Çünkü kader sırrı, ancak zuhurunun yeğinliğinden
dolayı bilinmez oldu. Ve nebiler kader sırrını bilmeyi çok istedikleri ve bu konuda
ısrarlı davrandıkları halde, bu kader sırrı bilinmez olarak kaldı.
Bil ki, resuller –Allah’ın selamı onların üzerine olsun– evliya ve arif olmaları
dolayısıyla değil, resul olmaları dolayısıyla, ümmetlerinin bulundukları hal
mertebesi üzeredirler. Bundandır ki, resullerde kendilerine bildirilen ilim, ancak
artıksız ve eksiksiz olarak ümmetlerinin gereksindiği kadar vardır. Ve ümmetler
arasında üstünlük derecelenmesi sözkonusudur. Kimi ümmetler, kimi ümmetlerden
daha fazlasına sahiptir. Resuller de –ümmetlerin arasındaki üstünlük derecelenmesi
dolayısıyla– resullük ilminde [ilm-i irsal] biri diğerinden daha üstündür. Buna ilişkin
olarak Allahu Teala şöyle buyurur: “Resullerin bazısını bazısından üstün kıldık”
[Bakara Suresi, 2/253]. Ve yine resullerin, kendi zatları gereğince ilimlere ve
hükümlere olan istidadları dolayısıyla, kendi aralarında üstünlük derecelenmesi
sözkonusudur. Ve Allahu Teala buna ilişkin olarak şöyle buyurur: “Nebilerin
bazısını bazısından üstün kıldık” [İsra Suresi, 17/55].
Ve Hak Teala, yaratılışa ilişkin olarak şöyle buyurdu: “Allah kiminize kiminizden
daha fazla rızık verdi” [Nahl Suresi, 16/71]. Ve rızık bir yanıyla ilim gibi ruhani ve bir
yanıyla da yiyecek gibi duyumsaldır. Ve Hak Teala rızkı bilinen kader [kader-i
malum] (yani, bir şeyin istidadının gerektirmesiyle bu şey hakkında kazâ olunan
hüküm) ile indirir — ve “bilinen kader” denilen şey, yaratılmış olanların [halk] talep
ettiği istihkaktır — ve “O, her şeye halkını verdi” [Taha Suresi, 20/50]. İmdi Hak
Teala, bir şey için ne dilemişse [meşiyyet] o kadar rızk indirir. Ve O, bildiği şey
ölçüsünce ve hükmettiği şey yoluyla diler. Ve önceden dediğimiz gibi, Hak Teala
bilinen’i [malum] ancak bu bilinen’in kendi nefsinden Hakk’a verdiği kadarıyla bildi.
İmdi, zamanlama [tevkît], asıl itibarıyla, bilinen (yani, istidadıyla bu zamanlamayı
talep eden bilinen-değişmez-ayn) içindir. Ve ilim, irade ve meşiyyet kadere tabidir.
Böyle olunca, kader sırrı, ilimlerin en üstünlerinden ve en büyüklerinden biridir ve
Allahu Teala bu ilmi ancak eksiksiz marifete eriştirdiği kimse için anlaşılır kılar.
Kader sırrını bilmek, onu bilen kimseye hem büyük bir rahatlık, hem de elemli bir
azap verir. Dolayısıyla kader ilmi, bu ilme sahip olan kişiye birbiriyle çelişen iki şey
verir. Ve bundandır ki, Hak Teala Kendi nefsini gazab ve rıza ile nitelendirdi. Ve
böylelikle İlahi İsimler birbirlerine karşıt oldu. Böyle olunca, mutlak varlıkta ve
kayıtlı varlıkta tek bir hakikat (yani, kader sırrı) hükmeder; ve (bu kader sırrının)
hükmü geçişli [müteaddi] ve geçişsiz olarak genel olduğundan (yani, bütün şeyleri
kapsadığından), bundan (yani, kader sırrının hakikatından) daha kusursuz, daha
güçlü ve büyük bir şeyin olması olanaksızdır.
Nebiler –Allah’ın selamı onların üzerine olsun– ilimlerini belli bir şekilde (yani,
melek aracılığıyla) ilahi vahiy yoluyla aldıkları için; aklın, düşünsel
kurgulamasından dolayı, işlerin hakikatini ne ise o olarak görmek konusunda eksikli
olduğunu bildiklerinden, kalpleri aklî kurgulamadan arınıktır. Ve yine, ancak
deneyimleme [zevk] ile erişilerek idrak olunan şeyin (yani, kader sırrının; ilahi vahiy
yoluyla) haber verilmesi de eksiklidir. İmdi, kusursuz ilme, ancak ilahi tecelli yoluyla
ve Hakk’ın gözlerden ve kalplerden örtüyü kaldırmasıyla erişilebilir ve böylelikle
kişi, kadîm olanı ve sonradan olanı; yokluğu ve varlığı; olanaksız ve zorunlu ve
olabilir olanı kendi hakikatlerinde ve aynlarında değişmez [sabit] oldukları şey üzere
idrak eder.
Üzeyir aleyhisselam (kader sırrını) vahiy yoluyla öğrenmek istediğinden dolayıdır ki
–hadis-i şerifte belirtildiği gibi– azarlandı. Eğer bizim sözünü etmiş olduğumuz keşfi
istemiş olsaydı, bu isteğinden dolayı azarlanması sözkonusu olmazdı. Ve Üzeyir
aleyhisselam’ın kalbinin arınıklığının kanıtı, bir yönden bakıldığında, onun, “Allah,
ölümünden sonra bunları nasıl diriltir acaba?” [Bakara Suresi, 2/259] sözüdür. Ve
bizim anlayışımıza göre, Üzeyir aleyhisselam’ın bu sözleri, İbrahim aleyhisselam’ın
(“Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster”) sözleri gibidir. “Bunun üzerine
Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti ve ona ‘Şimdi sen kemiklere
bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz’ dedi” [Bakara Suresi,
2/259]. Bu şekilde, Üzeyir aleyhisselam, cisimlerin nasıl dirildiğini doğrudan
inceleme [muayene-i tahkik] yoluyla gördü. Böylelikle Allah, (kendi kayıtlı nefsinde)
ona, bunun (yani, diriltmenin) nasıllığını göstermiş oldu.
Ne var ki Üzeyir aleyhisselam, şeyleri ancak yokluklarındaki değişmezlik hallerinde
keşf etmekle idrak edilebilecek kader sırrını öğrenmek istedi. Bundandır ki, ona bu
kader sırrı verilmedi — çünkü bu kader ilmi ıttıla-ı ilahi hasâisındandır. Kaderi
Allahu Teala’dan başkasının bilmesi olmayacak bir şeydir. Çünkü bunlar (bu aynlar),
ilk anahtarlardır [mefatih-i üvel], yani gayb anahtarlarıdır ki, bunları Allah’tan başka
hiç kimse bilmez. Ama Allah kullarından dilediğine buna ilişkin bazı şeyleri bildirir.
Bil ki, anahtarlar, ancak fetih halinde “anahtarlar” olarak adlandırılırlar. Ve fetih hali
de, tekvin’in şeylere ilişkilenmesi halidir — veya, dilersen, buna kudretin takdir
olunmuşa [makdur] ilişkilenmesi halidir de diyebilirsin. Ve bunu Allah’tan başkası
deneyimleyemez [zevk]. Ve bu hal içerisinde ne tecelli ne de keşf sözkonusu olmaz.
Çünkü kudret ve fiil ancak –herhangi bir şekilde kayıtlanmamış mutlak varlık sahibi
olan– Allah’a özgüdür.
Kadere (yani, kader sırrını bilmeye) ilişkin isteğinden dolayı Hakk’ın Üzeyir
aleyhisselam’ı azarladığını gördüğümüzde, bildik ki, Üzeyir aleyhisselam bu erişimi
[ıttıla] istemiş ve sonuçta, kendisi için, takdir olunmuşa [makdur] ilişkilenir olan bir
kudret istemiştir. Ne var ki bu, ancak mutlak varlık sahibi olan için sözkonusu
olabilir. Dolayısıyla Üzeyir aleyhisselam, yaratılışta [halk] deneyimlemesi olanaklı
olmayan şeyi istedi — ve bir işin nasıllığı ancak deneyimleme yoluyla idrak olunur.
Ve Allah Üzeyir aleyhisselam’a, “Eğer bu isteğinden vazgeçmezsen adını nübüvvet
defterinden silerim” dediğinde, bununla kastolunan şey şudur: “Ben sana vahiy
yolunu kapatır ve işi sana tecelli yoluyla bildiririm. Ve bu da ancak senin istidadına
göre olur. Ve sonuçta sen, ancak istidadın kadarınca idrak etmekte olduğunu bilirsin.
(Tecelli sırasında) bu istediğin şeye bakarsın. Ve tecellide istediğin şeyi görmeyecek
olursan, görmek istediğin bu şeye istidadın olmadığını ve bu istediğin şeyin Allah’a
özgü niteliklerden [hasâis-i ilahiyyeden] olduğunu bilirsin. Biliyorsun ki, Allahu
Teala her şeye halkını vermiştir. Eğer ki, Allahu Teala sana bu özel istidadı vermemiş
ise, bu senin yaratılışın değil demektir. Eğer bu senin yaratılışın olsaydı, ‘O, her şeye
halkını verdi’ [Taha Suresi, 20/50] sözünü bildiren Hak, elbette onu sana verirdi.” Ve
(azarlama suretindeki) bu (sesleniş), Üzeyir aleyhisselam’a (keşf ve tecelli üzere ilim
verilmesi vaadinden ibaret olmakla) Allah’ın bir inayetidir — bunu bilen bildi,
bilmeyen bilmedi.
Bil ki, velayet (ilahi sıfat olması ve ilahi keşfin onunla hasıl olması itibarıyla) her şeyi
içine alan felek [felek-i âmm] olduğundan ardı kesilmemiştir. Ve (nübüvvetin batını
olan) velayet için haber verme [inba] (hem nebiler hem de evliya için) genel bir
nitelik taşır. Ama, Muhammed (sav) ile birlikte şeriat getiren nübüvvet ve risaletin
ardı kesildi ve artık ondan sonra nebi yoktur; yani, şeriat getirici ve kendisine (önceki
bir nebinin getirdiği) şeriat verilmiş nebi, ve şeriat getirici olan resul yoktur. Ve
Resulallah’ın (sav), “Benden sonra nebi yoktur” hadisi, eksiksiz kâmil kulluk
zevkinin kesilmesini içerdiğinden dolayı, evliyaullah’ın (eksiksiz kâmil kullar olarak)
zuhurunu kısıntıladı. İmdi, eksiksiz kulluğa özgü olan “nübüvvet” ismi, bundan
böyle, kulluğa ilintilendirilemez. Çünkü kul, efendisi olan Allah’a, isim yönünden
ortak olmamayı diler — yani, “Allah” isminde ortak olmamayı diler.
Allahu Teala “Nebi” ve “Resul” isimleriyle adlandırılmazken, “Veli” ismiyle
adlandırıldı ve bu isimle nitelendi — ki O şöyle buyurmuştur: “Allah inananların
Veli’sidir” [Bakara Suresi, 2/257] ve “O gerçek Veli’dir, övülmeye layık olandır”
[Şura Suresi, 42/28]. Bu “Veli” ismi dünyada ve ahirette kullar için kalıcıdır. İmdi,
nübüvvet ve risaletin sona ermesinden dolayı, Hakk’a özgü olmayıp da yalnızca kula
özgü olan bir isim kalmadı. Ancak Allahu Teala, kullarına lütfundan dolayı, onlara
şeriat getirici olmayan genel nübüvveti [nübüvvet-i âmme] (yani, birleyici ve
ayrımsızlayıcı istidadın kusursuzluğuyla Hakk’ın sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini
Allah’tan haber alma’yı) kalıcı kıldı. Ve Allahu Teala, kulları için, hükümlerin
değişmezliği korunarak içtihad yoluyla şeriat getirmeyi kalıcı kıldı — yani, kulları
için şeriat getirme konusundaki veraseti kalıcı kıldı. Bundandır ki, Resulallah (sav)
şöyle buyurmuştur: “Alimler, nebilerin vârisleridir.” Bu veraset, ancak hükümlerden
içtihad yoluyla şeriat getirmelerine ilişkindir.
İmdi sen bir nebiyi, şeriat getirmenin dışında bir söz söylerken gördüğünde, o, arif
bir veli olması dolayısıyla konuşmaktadır. Bundandır ki, o nebinin, alim bir nebi ve
bir veli olması dolayısıyla olan makamı, resul veya şeriat getirici ve şeriat sahibi
olması dolayısıyla olan makamından daha üstün ve daha kâmildir. İmdi, ehlullahtan
birisinin, “Velayet, nübüvvetten üstündür” dediğini işitecek olursan, o bu sözüyle
ancak bizim sözettiğimiz şeyi (yani, peygamberin velayetinin, yine peygamberin
nübüvvetinden üstün olduğunu) kastediyordur. Veya, ehlullahtan birinin, “Veli,
nebi ile resulün üstündedir” dediğini işitecek olursan, o bu sözüyle (iki ayrı kişiyi
değil) tek bir kişiyi kasteder — onun veli olması dolayısıyla bulunduğu makam, nebi
veya resul olması dolayısıyla bulunduğu makamdan üstündür. Yoksa, nebiye tabi
olan veli, nebiden üstün değildir. Çünkü tabi olan bir kimse, hiçbir zaman tabi
olduğu kimseyi geçemez — eğer tabi olan, tabi olduğu kimseyi geçecek olsaydı, tabi
olmaklığından söz edilemezdi. Bunu iyi anla!
İmdi, resulün ve şeriat getiren nebinin varacağı nokta [mercii] velayet ve ilimdir.
Görmez misin ki, Allahu Teala, Resul’e (sav) daha fazla ilim istemesini emretti.
İlimden başka bir şey için, elinde olandan daha fazlasını istemesini emretmedi.
Böylece ona şöyle buyurdu: “De ki: Rabbim, ilmimi artır!” [Taha Suresi, 20/114].
Şeriat, belirli amellerle yükümlendirme ve belirli amellerden sakındırmadır. Ve bu
amellerin mahalli de, geçici olan dünyadır. Ama velayetin geçici olması sözkonusu
değildir. Eğer velayet geçici olsaydı –tıpkı risalet için sözkonusu olduğu gibi–
hakikati ile birlikte geçici olurdu. Ve eğer velayet bu şekilde hakikatı ile birlikte
geçici olsaydı “Veli” ismi kalıcı olmazdı — halbuki, “Veli” ismi Allah için kalıcıdır ve
bu İsim, hallenme yoluyla [tahallukan] ve gerçeklenme yoluyla [tahakkukan] ve
ilişkilenme yoluyla [taallukan] Hakk’ın kuluna özgüdür.
İmdi, Hak Teala’nın Üzeyir aleyhisselam’a söylediği, “Eğer kaderin mahiyetine
ilişkin sorup durmaktan geri durmayacak olursan, adını nübüvvet defterinden
silerim” sözü, “İş, sana keşf ve tecelli yoluyla gelir ve senden ‘nebi’ ve ‘resul’ isimleri
kalkar” demeye gelir. Ve böylece, (yani, nübüvvetinin ve risaletinin kalkmasıyla)
velayeti kalır. Ne var ki, hal karinesi, kendisine yönelik ilahi seslenişin bir tehdit
şeklinde olduğuna delalet edince, Üzeyir aleyhisselam, bu seslenişin, velayet
mertebelerinden kimisinin bu dünyada kendisinden alınacağı şeklinde bir tehdit
olduğunu bildi — çünkü nübüvvet ve risalet, velayetin içeriyor olduğu (ilme ilişkin)
mertebelerden kimi mertebeleri içeren özel bir rütbedir. Böylece Üzeyir, şeriat getirici
nübüvveti ve şeriat getirici risaleti olmayan veliden üstün olduğunu bildi. Ve
böylece, nübüvvet mertebesinin gerektirdiği sonraki hallere yaklaşan kimse için, bu
seslenişin tehdit değil, verilen bir söz olduğu ortaya çıkar. Böyle olunca, Üzeyir’in
dileyişte bulunduğu şey hiç kuşkusuz makbuldür — çünkü, bir nebi olmaklığıyla has
bir veli olduğundan hal karinesi ile bilir ki, bir nebi’nin –velayetin bu özel
mertebesine sahip olmasından dolayı– Allah’ın kerih gördüğünü bildiği ve olmasının
olanaksız olduğunu bildiği bir şeyin peşinden gitmesi olmayacak bir şeydir. Ve bu
haller, bunlara yakın olan kimse indinde yakın ve sabit olduğundan, böylesi bir
kimse, “adını nübüvvet defterinden silerim,” biçimindeki ilahi seslenişi kendisi için
(bir tehdit değil) verilmiş bir söz olarak görür. Ve bu sesleniş, kalıcı mertebeye (yani,
velayete) delalet eden bir haber olur. Ve bu mertebe, ahiret yurdunda kalıcı olan
mertebedir — ki bu ahiret yurdu öyle bir yerdir ki, yaratılmış olanlar bir kez cennete
veya ateşe girdiklerinde artık orada şeriata yer yoktur.
Biz şeriatı, cennet ve ateş olan iki yurda girilmesiyle kayıtladık. (Ama sözkonusu
olan bir istisnai durum vardır) çünkü, kıyamet gününde ara-dönem [fetret] ehli
olanlar (yani, ne önceki peygamberin, ne de bir sonraki peygamberin davetini
işitememiş olanlar), henüz çocukken ölmüş olanlar ve deliler için şeriat
sözkonusudur. Bunlar, adaletin yerine getirilmesi ve suçlu olanların cezalandırılması
ve cennet ehlinden olanların iyi amellerinin ödüllendirilmesi için bir arada
haşrolunurlar. Bunlar diğer insanlardan ayrı bir yerde haşrolunduklarında,
aralarındaki iyi olanlarından biri kendilerine nebi olarak gönderilir. Ve bu arada
kendilerine bir ateş gösterilir. Nebi şöyle der: “Ben size gönderilmiş Hakk’ın
resulüyüm.” Kimileri ona inanır ve kimileri de onu inkar eder. Sonra, bu nebi onlara
şöyle der: “Kendinizi bu ateşe atın, içinizden her kim bana uyacak olursa,
kurtulacaktır; ama her kim bana isyan edecek ve emrime karşı gelecek olursa helak
olup, ateş ehlinden olacaktır.” Sonra, ona uyup kendilerini ateşe atanlar said olurlar
ve içine atladıkları ateşin serin ve esenlikli bir yer olmasıyla ödüllendirilirler. Ve her
kim o nebiye asi olmuşsa, ceza çekmeyi hakederek ateşe girer ve karşı gelmesinden
dolayı ateşe iner. Ve sözü edilen günde (yani, kıyamet gününde) bu nebinin
gönderilmesi, Allah’ın kullarına yönelik adaletini yerine getirmesi içindir.
Ve yine Allahu Teala’nın, “O gün hakikat apaçık ortaya çıkar ve secdeye davet
edilirler; fakat güç yetiremezler” [Kalem Suresi, 68/42] sözü de teklif ve şeriat
getirmedir. İmdi, onlardan kimileri secde etmeye güç yetirir, kimileri de güç
yetiremez. Nitekim dünyada, Ebu Cehl ve başkaları Allah’ın emrine uymaya güç
yetiremediler. İmdi, ahirette, kıyamet gününde, ateşe ve cennete girmeden önce,
şeriattan bu kadarı kalır. İşte bundan dolayıdır ki, biz, ahiret şeriatını kayıtladık.
Allah’a hamdü senâ olsun.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın