Bu, nur hikmetidir. Bu nur hikmetinin yayılması Hayal Hazreti üzerindedir. Ve
inayet ehli (yani, nebiler) için, Hayal Hazreti, vahyin ilk başlangıcıdır [mebde]. Hz.
Ayşe, Allah ondan razı olsun, şöyle dedi: “Resulallah’a vahyin gelişi rüya [rüya-yı
sadıka] ile başladı. Ve gördüğü rüya, içerisinde herhangi bir gizli saklılık olmaksızın,
gün ışıması gibi apaçık olurdu.” Hz. Ayşe’nin bilgisi bundan öteye geçmedi. “Ve bu
rüyalar altı ay sürdü, sonra (şehadet mertebesinde) Melek geldi.” Bilmedi ki,
Resulallah (sav), “İnsan uykudadır, öldüğünde uyanır” buyurmuştu. Ve her ne
kadar (uyurken görülen suretlerle, uyanıkken görülen suretlerin) halleri birbirinden
farklıysa da, Resulallah’ın (sav) uyanıklık halinde gördüğü her şey, rüyada görülen
gibidir. Hz. Ayşe, altı ay sürdüğünü söyledi, halbuki onun bütün yaşamı rüyadan
farksızdı. Ve sözünü ettiği altı aylık dönem, olsa olsa uyku içinde uykudur. Ve
uykuda görülen şey türünden gelen [varid] ne varsa, Hayal’dendir; bundan dolayı
da tabir edilmesi gerekir. Bu demektir ki, asıl suretinden başka bir surette beliren bir
şey tabir edilir. Böylece tabir eden kişi, rüyada görülen suretten, o şeyin kendi içinde
ne ise o olan suretine geçer; tabii eğer bunu gereğince yapabilirse [isabet].
Resulallah’a ilim süt suretinde göründü ve o bunu yorumlarken, süt suretinden, ilim
suretine geçti. Ve bu süt suretinin anlamının [meal] ilim sureti olduğunu söyledi.
Sonra, kendisine vahiy geldiği zaman Resulallah (sav), duyumsanan bildik şeylerden
uzaklaşır [ahz] ve yanında bulunanlardan örtülenirdi. Ve örtü kaldırılınca, önceki
haline dönerdi. Dolayısıyla vahyi ancak hayal hazretinde idrak etmiştir — ama onun
bu haldeyken uykuda olduğu söylenemez. Ve yine, melek kendisine adam suretinde
göründüğünde, bu da hayal hazretindendir. Çünkü o adam değil, insan suretine
bürünmüş bir melektir. İmdi bu adam suretine bakan arif (yani, Resulallah), bu adam
suretinden geçerek, onun gerçek suretine ulaştı. Böylece, “Bu Cebrail’di, size dininizi
öğretmeye geldi” dedi. Halbuki, orada bulunanlara daha önce, “O adamı bana
getirin” demişti. Orada bulunanlara göründüğü suret dolayısıyla, Cebrail’i “adam”
olarak adlandırdı. Ama daha sonra, adam olarak tahayyül edilenin gerçek suretini
gözönüne alarak “Bu, Cebrail’dir” dedi. Her iki durumda da doğruyu söyledi:
Gözün gördüğü suretine bakarak “adam” demekle doğru söylemiş olduğu gibi, “Bu,
Cebrail’dir” demekle de doğruyu söyledi — çünkü o, hiç kuşkusuz Cebrail’dir.
Yusuf, babasına (yani, Yakub aleyhisselam’a) şöyle dedi: “Onbir yıldız ve güneş ve
ayın bana secde ettiklerini gördüm” [Yusuf Suresi, 12/4]. İmdi, kardeşlerini yıldızlar
suretinde, babasını güneş ve teyzesini de ay suretinde gördü. Onları bu şekilde
görmesi, kendisinin onları bu şekilde hayal etmesinden dolayıdır. Eğer, gördüğü
kimselerden dolayı olsaydı, kardeşlerini yıldızlar, babasını güneş ve teyzesini ay
olarak görmesi, onların istedikleri bir şey olurdu. Ama, gördüğü şeyi
bilmediklerinden, Yusuf’un gördüğü şey kendi hayal hazinesinden ortaya çıktı.
Yusuf bunu anlattığında, Yakub bunun böyle olduğunu bildi ve şöyle dedi: “Oğlum
bunu kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar” [Yusuf Suresi, 12/5]. Sonra
da, hile yapmaklığı oğullarından geri tutarak, hile yapmayı şeytana özgü kıldı; ki o
hilenin ta kendisidir. Ve Yakub şöyle dedi: “Gerçekte şeytan insanın apaçık
düşmanıdır” [Yusuf Suresi, 12/5] — yani, düşmanlığı apaçık ortadadır.
Çok sonraları (kardeşleri, babası ve teyzesi Mısır’da kendi önünde saygıyla
eğildiklerinde) Yusuf şöyle dedi: “Bu önceden gördüğüm rüyanın yorumudur.
Rabbim bu rüyayı doğru kıldı” [Yusuf Suresi, 12/100] — yani, önceden hayal
suretinde görünen şeyi, duyumsal olarak da apaçık kıldı. (Hayal ve his arasında
yapılan ayrımdan dolayıdır ki) Kerem Sahibi Nebi (sav), “İnsanlar uykudadır..”
buyurdu (ve böylece, his ve hayali ayrımsızladı). Böyle olunca, “Rabbim bu rüyayı
doğru kıldı” sözü; rüyasında uykudan uyandığını görüp, gördüğü rüyayı tabir eden
kimsenin sözünden farklı değildir. Bu kimse bilmez ki, hala uykudadır ve uykudan
uyanmamıştır. Ve gerçekten uyandığında ise, “Böyle böyle bir rüya gördüm;
rüyamda, gördüğüm rüyadan uyanıp, bu rüyayı yorumladım” der.
İmdi, Muhammed’in (sav) idrakiyle, Yusuf’un idraki arasındaki farkı gör! “Bu
önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim bu rüyayı doğru kıldı” [Yusuf
Suresi, 12/100] derken Yusuf’un kastettiği şey histir (yani, rüyasında gördüğü hayal
suretinin duyumsal olarak apaçık hale gelmesidir). Halbuki rüyada görülen şey,
duyumsanandan başkası değildir (çünkü, eğer duyumsanır olmasaydı idrak
edilemezdi). Çünkü hayal, hiçbir zaman duyumsanandan başka bir şey vermez.
Hayal için bundan (yani, histen) başkası yoktur.
İmdi, (bu gerçeği bilen) Muhammedî vârislerin ilminin ne kadar şerefli olduğuna bir
bak! Ve ben birazdan bu hayal hazreti hakkında söylenenleri, Muhammedî Yusuf’un
diliyle açıklığa kavuşturacağım. Cenab-ı Hak dilerse, bunu anlarsın.
Bil ki, “Hak’tan başka” olan veya “alem” olarak adlandırılanın Hakk’a nisbeti,
gölgenin kişiye nisbeti gibidir. Böyle olunca alem, Allah’ın gölgesidir. Ve bu, varlığın
aleme nisbetinin aynısıdır. Çünkü gölge hiç kuşkusuz duyumsanan bir şeydir. Ama
gölgenin görünmesi, ancak gölgenin üzerine düştüğü mahal varolduğu sürece
sözkonusudur. Eğer bu gölgenin görünmesini sağlayan mahallin yokluğunu
varsayacak olsaydın, bu gölge aklî bir şey olarak kalır ve duyumsal olarak
varolamazdı. Olsa olsa, gölgenin sahibi olan kişide açığa çıkmamış olarak [bi’lkuvve]
kalırdı.
O halde, Allah’ın, “alem” olarak adlandırılan gölgesinin düştüğü yer, mümkün
varlıkların aynlarıdır ve gölge bunların üzerine düşer. Dolayısıyla, zatın varlığına
işaret eden bu gölge, üzerine düştüğü şey yoluyla idrak edilir. Ama idrak, Nur
ismiyle ortaya çıktı. Ve bu gölge, mümkün varlıkların aynları üzerine, (ilim
mertebesinde) bilinmez gayb suretinde (yani, yokluğun karanlığı üzere) düştü.
Görmez misin ki, gölge, siyahlığa meyillidir. Ve bu siyahlık, kişi ile gölge arasındaki
ilişkinin uzaklığından dolayı, gölgedeki gizlenmişliğe işaret eder. Ve kişi beyaz bile
olsa, gölgesi yine de bu şekilde siyahtır. Dağları görmez misin ki, bakan kişiden
uzakta olduklarında kara gözükürler. Halbuki renkleri göze görülenden farklıdır. Ve
böyle görülmelerinin tek nedeni aradaki uzaklıktır. Ve gökyüzünün maviliği de
bunun gibidir. Gökyüzünün mavi oluşu, uzaklığın ışık vermeyen cisimlerde
duyulara etkisidir.
Ve yine, mümkün varlıkların aynları da ışık vermezler, çünkü yokturlar [ma’dum].
Ve her ne kadar (ilahi ilim’de) “değişmezlik” [sübut] ile nitelenseler de “varlık” ile
nitelenmezler — çünkü “varlık” nurdur. Işıklı cisimlere uzaktan bakıldıklarında ise,
(ışık vermeyen cisimlerin tersine, siyah görünmeyip) göze küçük görünürler. Bu da
uzaklığın bir diğer etkisidir. Böylesi cisimler, duyulara küçük hacimli görünseler
bile, aslında göze göründüğünden daha büyüktürler. Örneğin, güneşin dünyadan
çok daha büyük olduğu kanıtlanmış olduğu halde, gözle bakıldığında bir kalkandan
daha büyük değildir. Bu da uzaklığın bir etkisidir.
Böyle olunca, Hak, bir şeyin gölgesinden bilindiği ölçüde bilinir. Ve Hak, bir şeyin
gölgesinden bilinmediği ölçüde bilinmezdir. İmdi alemin Kendi gölgesi olmasından
dolayıdır ki Hak, (aleme bakılarak, ayrıntılanımsız olarak) bilinir. Ve gölgesi düşen
kişinin suretinin, o gölgenin kendisine bakılarak bilinememesinden dolayıdır ki, Hak
(aleme bakılarak) bilinmez. İşte bundan dolayı biz deriz ki: Gerçekte Hak bizim için
bir yönüyle bilinir ve bir yönüyle de bilinmezdir.
“Sen Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Dileseydi, onu sakin kılardı..”
[Furkan Suresi, 25/45] — yani, açığa çıkmamış olarak O’nda olurdu. Ve bu, şu
demeye gelir: Hak Teala gölgeyi zahir kılmadan önce, mümkün varlıklara tecelli
etmeseydi, bu gölge, varlıkta ayn’ı zahir olmayan mümkün varlıklar gibi (yoklukta)
kalırdı. “..Sonra, güneşi gölgeye delil kıldık..” Ve güneş, daha önce sözünü ettiğimiz,
Allah’ın Nur İsmi’dir. Ve his, gölgenin varlığının güneş yoluyla olduğuna tanıklık
eder. “..Ondan sonra, gölgeyi Kendimize kolaylıkla çektik” [Furkan Suresi, 25/46].
Onu Kendisine çekmesi, Kendi gölgesi olmasından dolayıdır. Nasıl ki O’ndan zahir
olduysa, bütün her şey yine O’na döner.
İmdi gölge, O’dur; O’ndan başkası değildir. Böyle olunca, senin idrak ettiğin ne
varsa, mümkün varlıkların aynlarında (tecelli ediyor) olan Hakk’ın varlığıdır.
Hakk’ın huviyeti yönünden, idrak edilen şey O’nun varlığıdır; öte yandan,
içerisindeki suretlerin birbirinden farklılığı yönünden, bu idrak edilen şey mümkün
varlıkların aynlarıdır. Şu halde, mümkün varlıkların aynlarının birbirinden farklı
suretlerde olmasından dolayı, idrak edilen şey her zaman için “gölge” olarak
adlandırılır — ve yine aynı nedenden dolayı “alem” ve “Allah’tan başka” olarak
adlandırılır. Gölge olmaklığının tekliğinden [ahadiyet] dolayı, o (idrak edilen şey)
Hak’tır — çünkü Hak, Bir [Vahid] ve Tek [Ahad] olan varlıktır. Ama suretlerinin
çokluğundan dolayı (bu idrak edilen şey) alemdir. Öyleyse, senin için açıklığa
kavuşturduğum şeyi anla ve uyanık ol!
Ve iş benim söylediğim gibi olunca; alem vehmolunmuş bir şeydir, gerçek bir varlığı
yoktur — ve hayal bu demektir. Yani sen alemin zaid bir şey olduğunu, kendi başına
durduğunu ve Hakk’ın dışında olduğunu hayal ettin — ama aslında öyle değildir.
Gölgenin, gölgesi düşen kişiye ilişik olduğunu ve gölge için bu ilişikliğin ortadan
kalkmasının olmayacak bir şey olduğunu görmez misin? O halde ayn’ını bil: Sen
kimsin? Huviyetin nedir? Hakk’a nisbetin nedir? Ve sen ne yönden Hak’sın ve ne
yönden alemsin, Hak’tan başkasın? Bu ve benzeri şeyler konusundaki bilgileriyle
alimler arasında, bilenler ve çok bilenler olarak üstünlük dereceleri vardır.
Hak, gölgenin düştüğü belli bir yerin durumuna göre, küçük veya büyük, saf veya
daha saftır. Hak, bakan kimseye camın (yani, ayan-ı sabitenin) rengiyle renklenmiş
olarak görünen, ama aslında rengi olmayan kandildeki nur gibidir. Ve sen bu
misalin, Rabbin ile kendi hakikatin arasındaki ilişkiyi betimlediğini görürsün. Ve
eğer sen, camın yeşilliğinden dolayı “nur yeşildir” dersen, doğru söylemiş olursun —
his bu konuda sana tanıklık eder. Ve eğer sen, aklî delilden yola çıkarak “nur yeşil
değildir” dersen, yine doğru söylemiş olursun — bu konuda sana tanıklık eden ise,
doğru [sahih] olan aklî kurgulamandır [nazar-ı aklî]. Ve cam ile renklenen bu nur,
camdan –yani, gölgeden– yansıyan nurdur. Ve saf olmasından dolayı da, bu gölge,
ışıltılı bir gölgedir. Ve içimizden Hak ile gerçeklenmiş [mütehakkık] bazılarımızda
Hakk’ın sureti, saflıklarından dolayı, başkalarında zahir olandan daha çok zahir olur.
Ve bizden öylesi (yani, Hakk’ın sıfatlarında kendi sıfatlarından fani olmuş olanlar)
vardır ki, Hak’tan haber veren şeriat getirici’nin (yani, Resulallah Efendimizin)
verdiği işaretlerle Hak bu kimsenin işitmesi, görmesi ve bütün yetileri ve uzuvları
olmuştur.
Buna rağmen (Hakk’ın Zat’ında değil ama yalnızca sıfatlarında fani olan bu kulda)
gölgenin ayn’ı (hala) vardır. Çünkü, (kudsi hadiste geçen) “onun işitmesi” sözündeki
“o” zamiri, o kula ilişkindir. Ve diğer kullar onun eriştiği bu noktaya
erişmemişlerdir. Bu kulun Hakk’ın varlığına yakınlığı, diğer kullara nisbetle daha
fazladır.
İş sana anlattığım gibi olunca, bil ki, sen bir hayalsin. İdrak edip, “başkadır” “ben
değilim” dediğin ne varsa hayaldir. Bütün bir varlık (Hakk’ın gölgesi olan ayan-ı
sabitenin gölgesi olduğundan), hayal içinde hayaldir. Ve gerçek varlık [vücud-i hak]
–Zat’ı ve ayn’ı dolayısıyla– ancak Allah’ın varlığıdır. Ve “zat-ı ahadiyye” olarak
adlandırılan Hakk’ın hakikati, belirmemişlik [la taayyün] ve belirmişlik [taayyün]
koşuluna bağlı olmaksızın bir varlık olduğundan dolayı, katıksız varlıktan ibarettir.
Ve O, bundan (yani, tek olan zatıyla katıksız varlık olmasından) dolayı, sıfatlar ve
isimlerden arınıktır. Ve O’nun sıfatı, ismi ve şekli yoktur. Ve kendindeki çokluğa
hiçbir yönden itibar yoktur. Ne var ki, çokluğa itibar olmaması, İsimler yönünden
değildir (yani, Kendindeki çokluğa itibar, İsimler ile adlandırılması dolayısıyladır).
Ve O’nun İsimleri iki şeye delalet eder: İsmin delalet ettiği ilk şey, (bu İsim’le)
adlandırılanın ta kendisidir (yani, Zat’tır). Ve delalet ettiği diğer şey de, bu İsmin
kendisini, diğer İsimler’den ayıran şeydir. Böylece Gafûr (yani, Bağışlayıcı), Zahir ve
Batın olmadığı gibi, Evvel de Ahir değildir. Artık, herbir İsmin hangi itibarla diğer
İsimlerin aynısı olduğunu ve bir İsmin hangi itibarla diğer İsimler’den başka ve
onlardan ayrışık olduğunu anladın. O İsim, diğer İsimler’in aynısı olması itibarıyla
Hak’tır ve o İsim, diğer İsimler’den başka olması itibarıyla da –ele aldığımız
bağlamda– hayal olunan Hak’tır [Hakk-ı mütehayyel] (yani, zat-ı ilahi’nin gölgeleri
olan İsimler, ayan-ı sabite ve onların hariçte varolan zuhur mahalleridir).
Kendine delili yine ancak Kendisi olanı tenzih ederim, ki O’nun varlığı ancak Kendi
ayn’ı iledir. İmdi, varoluşta O’nun ahadiyetine delalet etmeyen hiç bir şey yoktur. Ve
hayalde de her şey çokluğa delalet eder. Anlayışı çokluk yoluyla olan kimse, alem ile
ve İlahi İsimler ile ve alemin isimleri ile olur. Ve anlayışı ahadiyet yoluyla olan
kimse, Hakk’ın sureti (yani, sıfatları) dolayısıyla değil, alemlerden gani olan Zat’ı
dolayısıyla Hak’la olur. Ve Allah’ın alemlerden gani olması, İsimlerin Kendisine
nisbet olunmasından gani olmasının ta kendisidir. Çünkü İsimler O’nun Kendisine
delalet ettikleri gibi, bu İsimlerin etkilerini [eser] gerçekleyen adlandırılanlara da
delalet ederler.
“De ki: O Allah, Tek’tir.” O ayn’ı dolayısıyla Tek’tir [ahad]. Bizim O’na dayanıyor
olmamız dolayısıyla “Allah Samed’dir.” Kendi huviyetinde ve bizimle ilişkisinde “O
doğurmamıştır” ve aynı şekilde “doğurulmuş da değildir.” Ve yine, “O’na denk olan
tek bir şey yoktur.” Böylece bu (İhlas Suresi) O’nun, Kendini nitelemesidir ve O,
kendi Zat’ını “Allah, Tek’tir” sözü ile tek kılmıştır. Ve Hakk’ın bu bilinen nitelenişi
sayesinde çokluk, bizde zahir oldu — biz doğururuz ve doğuruluruz, Hakk’a
dayanırız, ve kimimiz kimimize denk oluruz. Halbuki Bir [Vahid] olan, bu
nitelemelerden münezzehtir ve O, bizlerden gani olduğu gibi, bu nitelemelerden de
ganidir. Ve Hakk’ın, (bu nitelemelerden gani olmaklığıyla) bu İhlas Suresi’nden
başka bir sıfatı yoktur. İhlas Suresi, bu ahadiyeti nitelendirmek için indi.
İmdi, Allah’ın ahadiyeti bizi talep eden İsimler’den dolayı çokluğun ahadiyetidir
[ahadiyet-i kesret]. Ve bizden ve İsimler’den gani olması dolayısıyla da, Allah’ın
ahadiyeti, ayn’ın ahadiyetidir [ahadiyyet-i ayn]. Her ikisi de ahadiyet olarak
adlandırılır, (ama aralarında bir fark olduğunu) bil!
İmdi Hak, sağa ve sola dönerek secde eden gölgeyi senin kendine ve O’nun
kendisine bir delil olarak senin için varetti — sen kendini bilesin; senin Hakk’a
nisbetin nedir, Hakk’ın sana nisbeti nedir, anlayasın diye. Allah’tan başka olanların
hangi itibarla ve hangi ilahi hakikatten Allah’a karşı tümüyle yoksunluk içerisinde
olduğunu ve kimisinin kimisine gereksinimi nedeniyle nisbî yoksunluk ile
nitelendiğini bilesin diye. Ve, nasıl ve hangi ilahi hakikat ile, Hakk’ın insanlardan ve
alemlerden gani olduğunu ve alemin nasıl gani olmaklık ile nitelendiğini, yani
insanların kimisinin kimisine bir yönden gereksinim duymazken, kimisinin de
onların gani oldukları bu aynı yönden başkalarına nasıl muhtaç olduklarını bilesin
diye.
Hiç kuşkusuz alem (aslî varlığı olmayıp, yokluk üzere olduğundan) tümüyle
sebeplere muhtaçtır. Ve alemin muhtaç olduğu sebebiyet, Hakk’ın İlahi İsimleri’nden
başkası değildir ve muhtaç olunan İlahi İsimler –ister muhtaç olanın, alemdeki
benzeri olan İsim olsun, isterse Hakk’ın ayn’ından bir İsim olsun– alemin muhtaç
olduğu herbir İsim’dir. Ve muhtaç olunan İsim, Allah’tır, ondan başkası değildir.
Bundandır ki Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız; O
ise Gani ve Hamid’dir” [Fâtır Suresi, 35/15].
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın