Yüceliğin [ulüvv] iki nisbeti vardır: mekân yüceliği [ulüvv-i mekân] ve mekândaolmaklık
yüceliği [ulüvv-i mekânet]… Mekân yüceliğine, “Onu yüce mekâna
yükselttik” [Meryem Suresi, 19/57] sözüyle işaret edilmiştir ve mekânların en yücesi,
üzerinde felekler aleminin bir değirmen gibi devr-i daim ettiği mekândır, yani Güneş
Feleği’dir ve İdris’in ruhani makamı işte buradadır.
Güneş Feleği’nin altında yedi felek, üzerinde de yine yedi felek vardır ve kendisi
onbeşincidir. Üzerindekiler şunlardır: Felek-i Ahmer, yani Merih (gezegeninin
bulunduğu felek), Müşteri (Jüpiter) Feleği, Zühal (Satürn) Feleği, Menziller Feleği
(Yıldızsız Felek, yani Felek-i Atlas), Burçlar Feleği, Kürsî Feleği ve Arş Feleği… Ve
aşağısında olanlar da şunlardır: Zühre (Venüs) Feleği, Utarid (Merkür) Feleği, Ay
Feleği, Esîr Feleği, Hava Küresi, Su Küresi ve Toprak Küresi… Ve Güneş Feleği,
feleklerin kutbu olması itibarıyla en yüce mekândır.
Mekânda-olmaklık yüceliğine [ulüvv-i mekânet] gelince; bu, bizim için, yani
Muhammedî olanlar içindir. Allahu Teala şöyle buyurdu: “Sizler yüce olanlarsınız ve
Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir..” [Muhammed Suresi, 47/35] Çünkü O,
mekândan aşkın olsa da, mekânda-olmaklık’tan [mekânet] değildir. Böyle
olmasından dolayı, aramızdaki amel-edici nefsler korkunca, Hak Teala, birlikteliği şu
sözlerle sürdürdü: “..Ve O hiçbir amelinizi boşa çıkarmaz” [Muhammed Suresi,
47/35]. Amel mekânı, ilim ise mekânda-olmaklığı [mekânet] talep eder. Ve Allah,
bizim için bu iki yüceliği; yani, amelden dolayı mekân yüceliğiyle, ilimden dolayı
mekânda-olmaklık yüceliğini, ayrımsızlaştırdı [cem]. Ve bundan sonra –bu
birliktelikten herhangi bir biçimde ortaklaşalık anlaşılmasın diye– Kendini
ortaklaşalıktan tenzih ederek, “Yüce Rabbinin Adını tesbih et” [A’lâ Suresi, 87/11]
buyurdu.
İnsan’ın, yani İnsan-ı Kâmil’in varlıkların en yücesi olması şaşılası şeylerdendir. Ama
ona yüceliğin nisbet olunması, ancak tabi olduğu mekân ve mekânda-olmaklık
dolayısıyladır. Yani o, zatından dolayı bir yüceliğe sahip değildir. Onun yüceliği,
içerisinde bulunduğu mekânın veya mekânda-olmaklığın yüceliğinden dolayıdır.
Dolayısıyla yücelik, mekân ve mekânda-olmaklık için sözkonusudur.
Mekân yüceliği şunun gibidir: “Rahman Arş’a oturdu” [Taha Suresi, 20/5] — ve bu
(Arş), mekânların en yücesidir. Mekânda-olmaklık yüceliği de şudur: “O’nun vechi
dışında herşey helak olucudur” [Kasas Suresi, 28/88], “Her şey O’na dönücüdür”
[Hud Suresi, 11/123] ve “Allah’ın yanısıra bir ilah var mıdır?” [Neml Suresi, 27/63].
Ve Allah (İdris hakkında), “Onu yüce bir mekâna yükselttik” dediğinde, “yüce”
kelimesini, mekânı niteleyen övücü bir vasıf olarak dile getirdi. “Ve Rabbin
meleklere, ‘yeryüzünde bir Halife yaratacağım’ dediğinde..” [Bakara Suresi, 19/57] —
işte bu da mekânda-olmaklık yüceliğidir.
Ve melekler hakkında (İblis’e hitaben) söylediği, “İki Elimle yarattığıma secde
etmekten seni alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın?” [Sâd
Suresi, 38/75] sözleriyle de, yüceliği meleklere özgü kıldı. Eğer bu yücelik
yakıştırması kendilerine melek olmalarından dolayı yapılmış olsaydı, bütün melekler
bu yücelik içre olurdu. Ama, bu yücelik yakıştırmasının bütün melekleri içine alacak
şekilde genelleştirilmemiş olmasından anlıyoruz ki, burada sözü edilen yücelik,
Allah indinde mekânda-olmaklık yüceliğidir. Ve, insanlar arasındaki Halifeler için
de durum böyledir. Halife olmakla elde ettikleri yücelik, zatlarından dolayı bir
yücelik olsaydı, (diğer) bütün insanların (da aynı şekilde) yüce olması gerekirdi.
Ama bu yücelik genel olmadığı için, anlıyoruz ki bu, mekânda-olmaklık yüceliğidir.
“Yüce” [Âli] İsmi, O’nun Güzel İsimleri’ndendir. O’nunla birlikte O’ndan başkası
olmadığından, neye itibarla Yüce’dir? Demek ki, O gerçekte Kendi Zatı itibarıyla
Yüce’dir. Ya da hangi şeyden Yüce’dir? Ancak O var olduğundan, O’nun bu yüceliği
Kendiliğindedir. Ve O, varlık itibarıyla, bütün varlıkların ayn’ı olduğundan,
“sonradan olma” diye adlandırılan şeyler, kendi zatı itibarıyla Yüce’dir. Dolayısıyla
Hak, Kendinden başkası olmadığından, izafî yücelik olmaksızın Yüce’dir. Ve bu
aynlara gelince, onlar için yokluk [adem] sözkonusudur ve onlar yoklukta
yerleşiktirler [sabit] ve varlığın kokusunu koklamamışlardır. İmdi varlıklardaki çok
sayıdaki suretleriyle birlikte, bu aynlar hep kendi hallerinde kalırlar. Öte yandan,
ayrımlaşmamışlıkta [cem’iyet] ayrımsız [cem] olan herşeyin ayn’ı Bir’dir ve çokluğun
[kesret] varlığı İsimler’dedir. Ve İsimler nisbetlerdir. Ve nisbetler, var olmayan
şeylerdir [umur-u ademiyye]; ve ayn’dan, yani Zat’tan başkası yoktur. Ve O, izafet
yoluyla değil, kendi Nefsiyle Yüce’dir. Bundan dolayı, alemde izafi yücelik yoktur;
ne var ki, varlığın vecihleri arasında üstünlük farklılığı vardır. İzafi yücelik ancak
Kendi çoğul vecihleriyle Bir-olan-ayn’da [ayn-ı vahid] vardır. Bu nedenle, bu konuda
(hakikat itibarıyla) “O’dur” ve (taayyün itibarıyla) “O-değildir,” (suret itibarıyla)
“sensin” ve (hakikat itibarıyla) “sen-değilsin” denmiştir.
El-Harraz –ve o Hakk’ın vecihlerinden bir vecih ve kendi nefsinden konuşan, diller
arasında bir dildir– ancak O’nun üzerine kendileriyle hükmedilen zıtların (yani, zıt
İsimlerin) birlenmesiyle Allah’ın bilinebileceğini söylemiştir. O Evvel’dir ve Ahir’dir
ve Zahir’dir ve Batın’dır. O, zahir olanın ta kendisidir ve batın olanın ta kendisidir.
Ve zuhurunu, Kendinden başka görebilecek olan olmadığı gibi, Kendisinden
gizlenebilecek [batın] olan da yoktur. O Kendisiyle zahirdir ve Kendisinden
gizlenmiştir. Ve O, Ebu Said el-Harraz ve benzeri diğerlerinin sonradan olma
isimleridir.
Zahir “Ben” dediğinde, Batın “Hayır” der ve Batın “Ben” dediğinde Zahir “Hayır”
der. Bu, her zıt olan için böyledir (yani, zıtların herbiri kendi zatının gereğini olumlar
ve kendisine aykırı gelen zıttın gereğini olumsuzlar). Ama (bunların her ikisini)
söyleyen birdir ve (bunların her ikisini) işiten de söyleyenin ta kendisidir. (Bu
duruma bir örnek vermek gerekirse:) Nebi, sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle
demiştir: “Allah, söz ve eylemle ortaya çıkmadıkça, ümmetimden olanların
içlerinden geçenleri (nefslerinde olup bitenleri) bağışladı.” Ve nefs, kendi içinden
geçirdiklerini kendisi oluşturur; içinden geçenleri işittiği gibi, bunların ne sebeble
oluştuğunu da bilir. Hükümler birbirinden farklı olsa da, ayn bir’dir; ve durumun
böyle olduğunun bilinmemesi sözkonusu değildir, çünkü Hakk’ın sureti olan insan,
kendi nefsinden durumun böyle olduğunu (yani, söyleyen ve işitenin bir olduğunu)
bilir.
Böylece, (bir-olan-ayn’ın taayyün yoluyla çoklaşması ve mertebelerle
farklılaşmasıyla) şeyler birbirinden farklı oldu. Ve sayılar, bilinen basamaklar (10,
100, …) doğrultusunda “bir”den [vahid] türedi. Böylece nasıl ki “bir” sayıları
varettiyse, sayılar da “bir”e açılım kazandırdı. Öte yandan, sayının [aded] hükmü de
ancak sayılan [ma’dûd] ile zahir oldu. Ve sayıya gelen şeylerin kimisi yok [ma’dum]
ve kimisi de vardır. Bir şey, his itibarıyla var olmadığı halde, akıl itibarıyla var
olabilir. İmdi bir şeyin ya sayı ya da sayılan olması kaçınılmazdır. Böyle olunca
“bir”in üzerine inşa olunarak bir ortaya çıkış kaçınılmaz olur. (Şu halde) “bir”
(sayısı) kendi kendisini ortaya çıkarır. Ve sayıların herbiri –örneğin “dokuz,” “on”
gibi sayılar ve bunların aşağısında olanlar ve bunların üzerinde sonsuz büyüğe kadar
gidenler– tek başlarına birer gerçeklik [hakikat-ı vahid] iseler de, hiçbiri bütünlüğü
kendinde toplamaz. Ve hiçbiri “birlerin toplamı” adıyla anılmaktan kurtulamaz.
Çünkü (birlerin toplamından oluşan) “iki” tek başına bir gerçekliktir; (ve yine
birlerin toplamından oluşan) “üç” de tek başına bir gerçekliktir ve sonraki sayılar
için de durum böyledir. Ve bu sayıların hepsi, (birlerin toplamından oluşmaları
bakımından) bir ise de, hiçbir sayının “bir”in kendisini barındırması, diğerininkiyle
aynı değildir. Böyle olunca toplam [cem], (sayıların ve sayı basamaklarının) hepsini
tutar. Şu halde, toplam, sayılarda sayıların kendileriyle söz sahibidir. Ve onlara,
onların kendileriyle hükmeder. Ve bu şekilde, yirmi basamak zahir oldu (1, 2, 3, 4, 5,
6, 7, 8, 9, 10, 20, 30, 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100, 1000). Dolayısıyla bu basamaklar
(birlerin toplamlarından oluşmaları bakımından) bileşimseldir. Böyle olunca, senin
indinde zatından dolayı menfî olan şeyin (yani, vahidin sayı olmamaklığının) ta
kendisini müsbet kılmaktan (yani, sayıların sayı olmayan birlerin toplamından
oluştuğunu doğrulamaktan) kendini kurtaramazsın.
Ve her kim, sayılar hakkında vardığımız sonucu, yani bir’in sayı olmaklığının
değillenmesinin, bir’in sayı olmaklığının kesinlenmesiyle aynı olduğunu anlasa;
gerçekte bilir ki, aşkın [münezzeh] olan Hak, halkta benzeş [müşebbeh] olandır ve
halk, Hâlik’ten ayrışık olsa da, bu böyledir. İmdi iş odur ki, Hâlik mahluktur. Ve yine
iş odur ki, mahluk Hâlik’tir. Her ikisi de bir-olan-ayn’dandır. Belki de, tersine
(hakikat itibarıyla) bir ayn’dır ve (taayyün ve zuhur itibarıyla) çoğul aynlardır. Neyi
görüyor olduğuna bak!
(İsmail, babasına dedi ki:) “Ey babacığım, sana emredileni yap!” [Saffât Suresi,
37/102]. Oğul babasının ta kendisidir. Ve İbrahim, (rüyasında) nefsinden başkasını
boğazlıyor olduğunu görmedi. Ve O, İbrahim’e fidye olarak büyük kurbanı verdi; ve
(rüyada) insan suretinde görünmüş olan bu kurban, (his aleminde) koç suretinde
göründü. Oğul suretinde görünmüştü; hayır, belki de oğul hükmünde görünmüştü
— ve oğul, babasının aynısı olan kişidir. “Ve O, ondan eşini halk etti” [Nisa Suresi,
4/1]. Bu demektir ki, Âdem’in nikâhı, kendi nefsinden başkasıyla olmuş değildir; eşi
ve oğlu kendi nefsindendir. Ve varlık, sayısal çoklukta bir’dir.
Tabiat nedir ve ondan zahir olan nedir? Tabiatın, kendisinden zahir olan yüzünden
eksiklendiğini; ve zahir kılmadıklarıyla da artıklandığını görmedik. Ve Tabiat’tan
zuhur eden, ondan (yani, Tabiat’ın kendisinden) başkası değildir. Ve o, kendisinden
zahir olan şeylerin hükümleri yoluyla suretlerin birbirinden farklı olmasından
dolayı, kendinden zuhur edenle aynı değildir. Ve şu, soğuk ve kurudur; şu diğeri de
sıcak ve kurudur ve bunlar kuru olmalarından dolayı ayrımsızdırlar ve öbürleri
(yani, soğuk ve sıcak) yüzünden de farklılaşmışlardır. Tabiat (bu hükümleri) biraraya
toplayıcıdır [camî]. Ya da, tersine, ayn (yani, ayn-ı vahid) Tabiat’ın ta kendisidir.
Dolayısıyla, tabiat alemi, bir aynadaki suretlerdir. Ya da, tersine, birbirinden farklı
aynalardaki bir surettir. Böylece, bakış açılarının farklı olmasından dolayı, ancak
hayret vardır.
Ve bizim söylediklerimizi bilen kimse, hayrete düşmez. Ve böylesi bir kimse ilimde
ilerlemiş biri olsa bile, bu ilim ancak mahallin hükmüncedir. Ve mahal, değişmez
ayn’ın [ayn-ı sabite] ta kendisidir. Ve Hak, değişmez ayn’la tecelli mahallerinde
çeşitlenir. Böyle olunca da, Kendisi üzerine hükümler çeşitlilik gösterir. Ve O, her
hükmü kabul eder. Ve Kendisi üzerine, ancak tecelli ettiği ayn hükmeder. Böyle
olunca da, (ayn’ın hükmetmekliği dışında Hak üzerine hükmeden) başkaca hiçbir
şey yoktur.
Hak, bu yönüyle halktır, düşün öyleyse
Halk değildir diğer yönüyle de; an, zikret öyleyse…
Kim ki anladı dediklerimi, zayıflamaz basireti
Ve ancak basireti olan anlar bu söylediklerimi…
İster ayrımları kaldır, ister ayrımlar koy — Bir’dir ayn.
Ve baki değildir, kalmaz bir şey çokluktan…
İmdi Kendinden dolayı Yüce olan, varolan şeylerin bütününü ve varolmayan
nisbetleri [niseb-i ademiyye] istiğrâk eden bir kemale sahip olandır. Ve bu kemal,
O’nun bu vasıflardan hiçbirini yitirmemesi ve O’nun bu vasıflardan başkası
olmaması sayesindedir. Ve bu vasıfların ilmî, aklî ve şer’î olarak övülesi veya yerilesi
vasıflar olması bir şey değiştirmez. Ve böylesi bir kemal, ancak “Allah” İsmiyle
adlandırılana özgüdür.
Ama “Allah” ismiyle adlandırılandan başkası olanlar, ya O’nun için (duyumsal
varlıkta) birer tecelli mahallidirler, ya da O’nda (yani, Hakk’ın varlık aynasında, ilahi
ilimde) birer surettirler. Eğer O’nun için tecelli mahalleri varsa, böyle olduğundan
dolayı kaçınılmaz olarak bir tecelli mahalliyle diğeri arasında (İlahi İsimleri
kapsayıcılık yönünden) üstünlük farklılığı ortaya çıkar. Ve eğer bu (Allah’tan başka
olan), O’nda (yani, Hakk’ın varlık aynasında, akıl mertebesinde zahir olan) bir suret
(yani, İlahi İlim’de ortaya çıkan ayan-ı sabiteden biri) olursa, böylesi bir suret için
zatî kemal sözkonusudur; çünkü bu suret, kendisinde zahir olan şeyin ta kendisidir.
Ve, “Allah” olarak adlandırılan için sözkonusu olan, bu suret için de sözkonusudur.
Ve bu suretin O olduğu söylenemeyeceği gibi, O’ndan başka olduğu da söylenemez.
Gerçekte, Ebu Kasım ibn Kasiyy, Hal’ün-Naleyn adlı kitabında, buna, herbir İlahi
İsmin, bütün İlahi İsimler’le isimlendiğini ve onlarla vasıflandığını söyleyerek işaret
etti. Ve burada söylediği şudur ki, herbir İsim Zat’a ve kendisi için sözkonusu edilen
ve kendisi tarafından talep edilen manaya delalet eder. Ve bu İsim, Zat’a delalet
etmesinden dolayı, İlahi İsimler’in hepsini kendinde toplar. Ve tekilleştirdiği
[infırad] anlama delalet etmesiyle de, Rab ve Hâlik ve Musavvir ve benzeri diğerleri
gibi, diğerlerinden ayrışır. Ve İsim, Zat’tan dolayı, adlandırılanın ta kendisidir. Ve
İsim, kendisi için sözkonusu edilen kendine özgü anlamından dolayı,
adlandırılandan başkadır.
Eğer sözünü etmiş olduklarımızdan (Zatî) yüceliğin ne olduğunu anladıysan; bunun,
mekân veya mekânda-olmaklık yüceliği olmadığını da anlamış olmalısın. Çünkü,
mekânda-olmaklık yüceliği sultan ve hakimler ve vezirler ve kadılar ve –bu mevki
için yeterliliği bulunsun bulunmasın– amir olan herbir mevki sahibine özgüdür. Ama
sıfat yoluyla yücelik böyle değildir. Çünkü bir kimse, insanların en alimi olsa da, bu
kimseye; insanların en cahili de olsa, hükmetme mevkiinde bulunan bir kimse
tarafından hükmedilebilir. Böyle olunca, amirin yüceliği, mekânda-olmaklık’tan
dolayı yüceliktir. Onun yüceliği, kendisine tabi olanlara hükmetmesi bakımındandır
ve böyle olunca da o, kendinden bir yüceliğe sahip değildir. Dolayısıyla, bulunduğu
mevkiden alındığında, yüksekte bulunmaklığı ortadan kalkar. Ama, alim için durum
böyle değildir.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın