Hak Sübhanehu ve Teala, sonsuz sayıdaki Güzel İsimleri’nden dolayıdır ki, bu
İsimleri’nin aynlarını görmeyi diledi, veya dilersen şöyle de diyebilirsin: (Varlığının
küllî oluşundan dolayı) varlıkla niteleniyor olmaklığıyla, Emr’i (yani, vahidiyet
mertebesinde, bütün İlahi İsimlerin aynlarının tecellisini) kendine içkin kılan
toplayıcı-varoluşta [kevn-i cami] (yani, İnsan-ı Kâmil’de, İnsan-ı Kâmil’in
hakikatinde) Kendi ayn’ını görmeyi ve bu toplayıcı-varoluş’la Kendi sırrını Kendine
zahir kılmayı diledi. Çünkü bir şeyin kendini kendinde görmesiyle, kendini kendine
ayna olabilecek bir başka şeyde görmesi aynı değildir: Kendini aynada görmek,
bakılan yerden yansıyan bir suretin zahir olmasıyla olur. Bu (yansıyan) suretin
kendisine zahir olması için, bu yerin (yani, aynanın) olması ve kendisinin bu yere
tecelli etmesi gerekir.
Hak bütün bir alemi –yaradılışı kusursuz olmakla birlikte– ruhtan yoksun bir ceset
olarak yarattı. Dolayısı ile alem, cilâsız bir ayna gibiydi. Ama, İlahi hükmünün şanı
gereği, O hiçbir zaman, üflenen İlahi Nefes olan İlahi Ruh’u kabul etmeyecek bir
mahal hazırlamamıştır [tesviye]. Ve Ruh’un kabulü, bu ruhtan yoksun alem
suretindeki, daimi tecellinin bitimsiz feyzini kabul etme istidadının açığa
çıkmasından başka bir şey değildir. Böylece, (bu bitimsiz feyzi) kabul-edici [kabil]
olan dışında bir şey kalmaz — ki, bu kabul-edici’nin (yani, ayn-ı sabitenin) ortaya
çıkışı da Feyz-i Akdes’tendir (yani, ayan-ı sabite, Zat’ın tecellisi yoluyla –Zat’ın
Kendine ilişkin ilminin suretleri olarak– ortaya çıktığı için Hak’tan başkası değildir).
Ve başlangıçta ve sonda, her şey O’ndan olduğu gibi, yine her şey O’na döner. İmdi
Emr, alem aynasının cilâlanmasını gerekli kılınca, Âdem bu alem aynasının cilâsı ve
bu suretin ruhu oldu.
Öte yandan melekler de, bu suretteki, yani ehlullah’ın ıstılahında “Büyük İnsan” adı
verilen alemin suretindeki bazı yetileri [kuvve] oluşturdular. İnsan oluşumu [neş’et-i
insaniyye] için hissî ve ruhanî yetiler ne ise, alem sureti için de melekler odur. Bu
yetilerin herbiri kendi nefsiyle örtülüdür ve böyle olunca da (İlahi Cem’iyet’in
yalnızca kendilerine özgü olduğunu sandıklarından) kendilerinden üstün hiçbir şeyi
göremezler (yani, kendi nefslerinde gördükleri kemal, başkalarında bulunan kemali
görmelerine engel olur). Çünkü, kendilerince onlar Allah’ın indinde olan bütün
yüksek mertebeler ve yüce menziller için gereken yeterliliğe sahip oldukları zannı
içerisindedirler — çünkü onların indinde; hem İlahi Taraf’a [cenab-ı ilahi], hem
Hakikatlar Hakikatı [hakikatü’l hakaik] tarafına ve hem de bu sıfatları (yani
halkiyyet ve hakkıyyet sıfatlarını) yüklenmiş olan oluşumda, alemin ulvi ve süfli
bütün kabul-edebilirliklerini [kabiliyet] içeren Külli Tabiatın gerektirdiği şeye ilişkin
olarak İlahi Cemiyyet sözkonusudur. Ama (Külli Tabiat’a ilişkin) bu ilme
akılyürütme yoluyla ulaşılamaz, çünkü bu türden ilim ancak ilahi keşf yoluyla gelir;
ve ancak ilahi keşf yoluyladır ki, ruhlarını (yani, İlahi İsimlerin kendilerindeki
etkilerini) kabul-edici olan alem suretlerinin aslının ne olduğu (yani, Külli Tabiat
olduğu) bilinebilir.
Yukarıda sözü edilene, “İnsan” ve “Halife” adı verildi. İnsan adı verilmesi,
oluşumunun [neş’et] genel olmasından ve bütün hakikatları kendinde içkin
kılmasından dolayıdır. Ve İnsan Hak için, gözdeki görmeyi mümkün kılan
gözbebeği gibidir. Böylece ona (“gözbebeği” anlamına gelen) “İnsan” adı verilmiştir.
Çünkü Hak, mahlukatına İnsan’dan doğru bakar ve mahlukatına yönelik rahmetini
onunla ihsan eder. O ezelî olan sonradan olma insandır [insan-ı hâdis]; ve ebedî olan
daimi-oluşumdur [neş’et-i dâimü’l ebedî]; ve ayrımsızlayıcı olan ayrımlayıcıkelime’dir
[kelime-i fasl-ı camî].
Alem insanın varlığıyla tamamlandı. Ve onun aleme nisbeti, mührün, üzerinde
bulunduğu yüzük kaşına nisbeti gibidir — sultanın hazineleri üzerine nakşettiği
mühür, yüzük kaşının üzerindedir. Ve insana “halife” denmesi bu nedenledir: Nasıl
ki sultan hazinelerini mührüyle muhafaza ediyorsa, Allah da mahlukatını halifesiyle
muhafaza eder. Üzerinde sultanın mührü oldukça hiç kimse, sultanın izni olmadan
bu hazineleri açmaya cüret edemez. Böylece insanı, alemin muhafazasında Kendisine
halife kıldı ve alem, içerisinde İnsan-ı Kâmil bulunduğu sürece muhafaza
olunacaktır. Görmez misin ki, dünya hazinelerinin mührü olan İnsan-ı Kâmil’in bu
dünyadan ayrılmasıyla bu dünyanın üzerindeki mühür parçalanacak olsa, Hakk’ın
onda saklayacağı hiçbir şey kalmaz ve içinde olan ne varsa boşalır, herbir parçası
(kendi asılları olan) diğer parçalara katışır. Ve her şeyin ahirete intikal etmesiyle,
İnsan-ı Kâmil, ahiret hazinelerinin üzerine ebedî (mühür) olarak mühürlenir.
İlahi sureti oluşturan İsimler’in bütünü insanın ortaya çıkışıyla zahir oldu ve böylece
insan bu mevcudiyetiyle bütün bir mevcudatı kapsama ve kendinde toplama [cem]
ayrıcalığını elde etti. Ve bundandır ki, Allahu Teala’nın meleklere gösterdiği delili
oldu. O halde sakın! Çünkü Allah seni, bir başkasından örnek vererek uyarmaktadır
ve suçlanan kişinin ne ile suçlandığını dikkatlice düşün! Çünkü Melekler bu
halifenin ortaya çıkışının ne anlama geldiğini anlayamadıkları gibi, Hazret-i Hakk’a
zatî ibadet için neyin (yani, bütün İlahi İsimlerle ibadetin) gerekli olduğunu da
anlayamadılar. Çünkü hiç kimse Hakk’a ilişkin olarak, kendi zatının verdiğinden
başkaca hiçbir şey bilmez. Melekler Âdem’in toplayıcılığına [cem’iyet] sahip
olmadıkları için, Hakk’ı hangi İlahi İsimler’le tesbih ve takdis ediyorlarsa, ancak bu
kendilerine mahsus İlahi İsimleri anlayabildiler. Melekler, Allahu Teala’nın,
kendilerine bilgisi ulaşmamış başka İlahi İsimleri de olduğunu bilmediklerinden, bu
İlahi İsimlerle Allah’ı tesbih ve takdis edemediler. Böylece, sözünü ettiğimiz şey
(yani, anlayış yokluğu) onlara egemen oldu ve bu halin (yani, bilgisizliğin) hükmü
altına girdiler. Oluşumları itibarıyla, “Yeryüzünde bozgunculuk yapacak birini mi
yaratacaksın?” [Bakara Suresi, 2/30] dediler. Ama bu, (Âdem’i) kötülemekten başka
nedir? Ve kötüledikleri şey, bizatihi bu kötülemeleriyle onların kendisinde ortaya
çıktı. Bu şekilde, Âdem’in yapacağını söyledikleri bozgunculuğu, Hakk’a karşı
kendileri yapmış oldular. Eğer, oluşumları bunu gerektirmeseydi, Âdem hakkında
söylemiş olduklarını söylemezlerdi — ama bu yaptıklarının bilincinde değildiler.
Eğer kendilerini bilselerdi, (kendi sınırlılıklarını) bilirlerdi ve eğer bilselerdi bundan
sakınırlardı. Âdem’i çekiştirmekle de kalmadılar. Takdis ve tesbih ettikleri şeyle
davalarında ileri gittiler. Halbuki Âdem indinde, meleklerde bulunmayan İlahi
İsimler vardır. Ve onlar, Rablerini bu isimlerle ne tesbih ne de takdis etmediler.
Allahu Teala, kendimizi sakındıralım ve O’na yönelik edebi öğrenelim ve
kendimizde hakikatini gerçeklediğimiz ve kendimizde barındırdığımız şey üzerinde,
kayıtlı oluşumuza bakmaksızın, dava gütmeyelim diye bize bunları bildirmektedir.
Biz nasıl olur da mutlaklık davası güdebiliriz? Haliyle hallenmediğimiz ve kendisi
hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir şey hakkında kendimizi gülünç duruma
düşürmeksizin nasıl genellemeler yapabiliriz? İşte bu ilahi bilgilendirme, Hakk’ın,
edeb sahibi kullarını, iman sahibi kullarını ve halifelerini edeblendirme yoludur.
Ondan sonra, hikmete dönerek şöyle deriz: Bil ki, küllî şeyler [umur-u küllîye] –her
ne kadar (duyumsal birer) ayn olarak var olmasalar da– hiç kuşku yok ki, zihinde
akılla-kavranabilir ve bilinirdirler. Batın olmaları, onları (duyumsanabilir olan) aynî
varlıktan [vücud-i aynî] ayrı kılmaz, tersine, kendilerine aynî varlık olan herşeye
hükmeder ve etkide bulunurlar. Gerçekte küllî şeyler (duyumsanabilir olan) aynî
varlıklardan ayrı değil, onların ta kendisidirler. Ve küllî şeyler, kendi içlerinde hiçbir
zaman akılla-kavranabilir olmaklıktan çıkmazlar. Böylece, akılla-kavranabilir
olmaklıkları itibarıyla batın ve (duyumsanabilir) mevcud aynlar [ayan-ı mevcudat]
olmaklıkları itibarıyla zahirdirler. Aynî varlıkların herbiri –akıldan sökülüp
atılamayan ve akılla-kavranabilir olmaklıktan çıkarlarsa (duyumsanabilir olan)
ayn’daki varlıklarından söz edilemeyecek olan– küllî şeylere dayanır. Geçici olan
veya geçici-olmayan her aynî varlık için bu durum geçerlidir: aynî varlığın küllî şeye
nisbeti, her iki durumda da bir ve aynıdır. Ne var ki, küllî şey tarafından aynî
varlıklara verilmiş olan dolayısıyladır ki, bir hükmün gerisingeri küllî şeye dönmesi
sözkonusudur; tıpkı ilmin ilim sahibine, hayatın da hayat sahibine nisbetinde olduğu
gibi. Şöyle ki:
Hayat akılla-kavranabilir olan bir hakikattir, ilim de öyle. Ve her ikisi de bir
diğerinden ayrışıktır. İmdi, Hak Teala’ya ilişkin olarak, O’nda hayat ve ilim
olduğunu söyleriz ve “O, Hayat ve İlim Sahibi’dir” deriz. Ve melekte de hayat ve
ilim olduğunu söyleriz ve onun için de “o, hayat ve ilim sahibidir” deriz. Aynı
şekilde, insanda da hayat ve ilim olduğunu söyleriz ve onun için de yine “o, hayat ve
ilim sahibidir” deriz. Herbirinde, ilmin hakikatı tektir (yani, ilim tek bir hakikata
işaret eder), ve aynı şekilde hayatın hakikatı da tektir. Ve onların “ilim sahibi” ve
“hayat sahibi” olmaklığa nisbeti de tektir. Ama, Hakk’ın ilmi sözkonusu olduğunda,
bu ilmin “kadîm” olduğunu ve insanın ilmi sözkonusu olduğunda bu ilmin “hâdis”
olduğunu söyleriz. O halde, bu (kadîm ve hâdis biçimindeki) vasıflandırmayla akıllakavranabilir
hakikatin nasıl görecelik kazandığına ve akılla-kavranabilir şeylerle
(duyumsanabilir) aynî varlıklar arasındaki bu bağıntıya bak. İmdi ilim, kendisinde
ilim olan kimseye hükmeder ve ona “alim” denir. Ve bu ilimle vasıflanan kimse de,
ilmi hâdis ise ilmin hâdis olmaklığına ve ilmi kadîm ise ilmin kadîm olmaklığına
hükmeder. Böylece (ilim ve alimin) her ikisi de (yani, akledilebilir tümel ile
duyumsanabilir tikel ayn) hem hükmeden hem de hükmolunandır.
Şurası muhakkak ki, akılla-kavranabilir olan küllî şeyler, ayn olarak yok [madum] ve
hüküm olarak vardırlar [mevcud]. Nitekim, (küllî şeyler) aynî varlığa nisbet
olunduklarında hükmolunandırlar. Hükmolunmayı kabul ederler, ama
ayrımlanmayı veya bölünmeyi kabul etmezler, çünkü böyle bir şey onlar için
mümkün değildir. Çünkü küllî şeyler, niteledikleri her bir mevcud aynda zatî olarak
zahirdirler. Tıpkı herbir insandaki “insanlık”ın, insanların sayısınca bölünmeye
uğramaksızın veya çoğalmaksızın, akılla-kavranabilir olarak kalması gibi. Ve aynî
varlığı olanla, aynî varlığı olmayan (küllî şey) arasında bağıntı kurulursa, bu
varolmayan bir nisbettir [nisbet-i madumiyye]. Bir aynî varlıkla bir diğeri arasındaki
bağıntı anlaşılmaya daha yatkındır. Çünkü, ne de olsa, bunların arasında bir birleyici
[cami] vardır ki, o da aynî varlık olmaklıklarıdır. Ama, aynî varlığı olanla, aynî
varlığı olmayan arasındaki bağıntıda birleyici yoktur ve bağıntı birleyicinin
yokluğuyla kurulmuştur. Ve birleyicinin varlığı ile bağıntı daha sağlam ve daha
yerincedir.
Ve hiç kuşkusuz, hâdis olanın hâdis olmaklığı, ve kendisini ortaya çıkaran ortaya
çıkarıcıya varlık yönünden gereksinimi [iftikâr] olması, kendisinin mümkün
olmaklığından dolayıdır. İmdi onun varlığı kendinden değil, başkasındandır. Böyle
olduğu için de, gereksinim bağıntısıyla bağıntılanmıştır. Ve Kendisine dayanılıyor
olunan; kendi Zat’ından varlığı zorunlu olan, Kendisiyle gani olup, başkasına
gereksinimi olmayandır; bu zorunlu olarak böyledir. Böylece, hâdis olan, Kendi
Zat’ıyla varlık verene bağıntılanmış oldu. Ve zorunlu varlığın [vacibü’l-vücud],
Zat’ıyla onu gerektirmesinden dolayı da, zorunlu oldu. Ve zatıyla, Kendisinden zahir
olduğu Zat’a dayanması da, kendisine bütün İsim ve Sıfatlardan nisbet olunan ne
varsa –zatî zorunluluk dışında– O’nun suretinde olmasını gerektirdi. Çünkü, hâdis
olan hakkında bu (yani, zatı itibarıyla zorunlu olmaklık) sözkonusu değildir ve
zorunlu varlık haline gelmiş olsa bile, zorunlu olması, kendisiyle değil, kendisinden
başkası yoluyladır.
Ondan sonra, bil ki, iş bizim dediğimiz gibi, yani, O’nun Kendi suretini hâdis olanda
zahir kılması şeklinde olunca, Hak Teala, O’na ilişkin ilmi edinebilmemiz için bizi
hâdis olan üzerine düşünmeye sevketti ve ayetlerini onda gösterdiğini söyledi.
Böylece, O’nun yol gösterdiği şekilde, biz O’nu –Zat’ına özgü olan zorunlu olmaklığı
dışında– ancak kendi sahip olduğumuz vasıflar ölçüsünde vasıflandırırız. Ve O’nu
kendimizden ve kendimizle bildiğimiz için kendimize nisbet ettiğimiz herşeyi O’na
nisbet ettik ve bundandır ki, İlahi haberler bize tercümanların (yani, nebilerin) dili
üzere ulaştı ve O, Nefsini bize bizimle vasıflandırdı. Böylece, O’nu müşahede
ettiğimizde, kendimizi müşahede ederiz. Ve bizi müşahede ettiğinde, O Kendini
müşahede eder.
Her ne kadar bizi ayrımsız kılan [cem] tek bir hakikat [hakikat-ı vahid] üzre olsak da,
hiç kuşkusuz, kişi ve tür olarak çok sayıdayızdır. İmdi, biz kesinlikle biliriz ki,
kişileri bir diğerinden ayıran bir ayırıcı vardır. Eğer bu olmasaydı, bir’de [vahid]
çokluk olmazdı. Böylece, O, bütün vecihleriyle birlikte Kendini vasıflandırdığı
vasıflarla bizi vasıflandırmış olsa da, bir ayırıcı olması kaçınılmazdır. Ve bu ayırıcı,
mümkün varlığımız için O’na duyduğumuz gereksinimden dolayı, varlığımızın ona
dayanması ve O’nun, bizim Kendisine duyduğumuza benzer bir gereksinimden
Gani olmasıdır. Bundandır ki O’nun için, yokluktan [adem] varlığın açılması
anlamında evveliyetin sözkonusu olmadığı önceden olmaklık ve öncesizlik
sözkonusudur. Böylece O, Evvel olmakla birlikte, Kendisine hiçbir varoluşsal
evveliyet nisbet olunmaz. Bundandır ki O’na Ahir denir. İmdi O’nun evveliyeti,
kayıtlı varlığın evveliyeti olsaydı, bitimi olmayan mümkün şeylerin ahiri
olmadığından, O’nun kayıtlı olanın Ahir’i olduğu söylenemezdi. O’nun Ahir olması,
bütün herşeyin bize nisbet olunduktan sonra O’na dönmesinden dolayıdır. Böyle
olunca o, Evvel olmaklığının kendisinde Ahir ve Ahir olmaklığının kendisinde de
Evvel’dir.
Yine bil ki, gerçekte Hak Teala Kendini hem Zahir hem de Batın olarak vasıflandırdı:
Ve, gaybımız ile batını idrak edebilmemiz için gayb alemini ve şehadetimizle zahiri
idrak edebilmemiz için de şehadet alemini var etti. Ve Kendisini, aynı zamanda da,
rıza ve gazabla vasıflandırdı: Ve O’nun gazabından korkalım ve O’nun rızasını
umalım diye de alemi, korku ve ümit sahibi olarak var etti. Ve yine Kendisini
“Cemîl” ve “Celal Sahibi” olarak vasıflandırdı. Ve bizleri de (celal tecellilerinin
müşahede edilmesi olan) heybet ve (cemal tecellilerinin müşahede edilmesi olan) üns
üzere var etti — ve O’na nisbet olunan ve O’nunla adlandırılan her şey için bu
böyledir. İmdi Hak Teala, alemin hakikatlerini ve bireylerini cami olan İnsan-ı
Kâmil’in yaratılışına yöneldiği bu iki sıfat (yani, “Celal” ve “Cemal” sıfatları) için
“İki El” ibaresini kullandı. Böyle olunca, alem şehadettir ve (bir cesetten ibaret olan
alemin ruhu olmaklığıyla) Halife gayb’dır. Ve bundan dolayıdır ki, Sultan örtünür.
Hak Teala Kendini, (Celal sıfatı olan) tabii cisimlerin oluşturduğu zulmanî perdelerle
ve (Cemal sıfatı olan) latif ruhların oluşturduğu nuranî perdelerle vasıflandırdı.
Böyle olunca kesif ve latif olan şeylerden oluşan alem, (kesif, latif olana ve latif de
kesif olana perde olduğundan) kendisi için perdenin ta kendisidir. İmdi alem, bu her
iki vechinden dolayı, Hakk’ı, Hakk’ın Kendini idrak ettiği vech ile idrak edemez. Ve
O’na duyduğu gereksinimle kendini var edenden ayrı olduğunu bilse bile, bu perde
[hicab] hiçbir zaman kalkmaz. Çünkü alem, Hakk’ın varlığı olan Zatî varlığın
zorunlu oluşunu tadamaz ve O’nu sonsuza dek idrak edemez. Bu demektir ki, Hak
Teala; hâdis olanın onda (yani, zatî zorunlulukta) yeri olmamasından dolayı,
deneyimleme [zevk] ve şuhud ilmiyle sonsuza dek bilinemez olarak kalır.
İmdi Allahu Teala’nın Âdem’i “İki Eli” arasında cem etmiş olması, onu
şereflendirmek içindi. Bundandır ki, Hak Teala İblis’e, “İki Elimle yarattığıma secde
etmekten seni alıkoyan nedir?” [Sâd Suresi, 38/75] buyurdu — ki Âdem, Hak
Teala’nın İki Eli’ne karşılık gelen iki suretin, yani alemin suretiyle Hakk’ın suretinin
cem olmaklığından başka bir şey değildir. İblis ise ancak alemin bir parçası
olduğundan, bu cem’iyet onda ortaya çıkmadı. Ve Âdem, bu vasfından dolayı halife
oldu. Eğer halife kılındığı şeyde, kendisini halife kılanın suretiyle zahir olmasaydı,
kendisine halifelik verilmezdi. Ve eğer, üzerlerine halife kılındığı ve (bundan dolayı)
kendisine dayanıyor olan uyrukların bütün talebleri kendinde bulunmasaydı ve
onların taleplerini karşılayacak durumda olmasaydı, onlar üzerine halife olmazdı.
Böyle olunca kendisine muhtaç olanların tümünü birden kendinde barındırması
kaçınılmazdır. Değilse, onların üzerine halife olamaz. Bu takdirde halifelik ancak
İnsan-ı Kâmil için geçerlidir. Ve Hak Teala, İnsan-ı Kâmil’in zahirî suretini alemin
hakikatlerinden ve suretlerinden ve batınını da Kendi suretinden inşa etti. Ve bunun
için İnsan-ı Kâmil’e ilişkin olarak, “Ben onun görmesi ve işitmesi olurum” dedi;
“gözü ve kulağı olurum” demedi ve böylece iki sureti birbirinden ayırdı.
Ve böylece o (yani, Halife), alemdeki her varlıkta, bu varlığın hakikatinin talep
ettiğincedir. Ama, Halife’den başka (Hakk’ın suretiyle, alemin suretini) cem edici
olan yoktur ve o da bu cem’iyete sahip olmaklığı ile üstün oldu. Eğer Hakk’ın
mevcudatta (ilahi) suret yoluyla yayınımı olmasaydı, alemin varlığı sözkonusu
olmaz ve aynı şekilde, küllî olan akılla-kavranabilir hakikatler için olmasaydı, aynî
varlıklarda bir hüküm zahir olmazdı. Ve bu hakikat dolayısıyladır ki, alemin kendi
varlığı için Hakk’a gereksinimi olduğu kesinlenmiş oldu.
Herşey müftekir; müstağni olan yok…
Durum budur, sözün gerçeği
Anarsam Tek, Müstağni olan diye
Anlarsın kimden söz ettiğimi
Herşey birbirine bağlı, kaçacak yer yok
Öyleyse anlayıver sözlerimi…
Artık Âdem’in, kendi zahirî sureti olan bedeninin ortaya çıkışındaki hikmeti (yani,
Âdem’in bedeninin alemin hakikatlerinden ve suretlerinden inşa olunmasının, bir
halife olarak, alemin muhtaç olduğu her şey ile kaim olması gerekliliğinden dolayı
olduğunu) öğrendiğin gibi; Âdem’in, kendi batınî sureti olan ruhunun ortaya
çıkışındaki hikmeti de (yani, Âdem’in batınî suretinin Hakk’ın sureti üzre inşa
olunup, O’nun işitmesi ve görmesi olduğunu) öğrenmiş oldun. Ve bildin ki o, hem
halk hem de Hak’tır. Ve onun –kendisiyle Halifeliği hak ettiği– herşeyi birleyici
[mecmu] olan rütbesini de bildin. Âdem kendisinden bütün bir insan türünün
yaratıldığı bir-olan nefs’tir [nefs-i vahid]. Ki Hak Teala şöyle buyurmaktadır: “Ey
insanlar, sizi bir tek nefsten yaratıp, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar çıkaran Rabbinizden sakının!” [Nisa Suresi, 14/1]. O’nun,
“Rabbinizden sakının” sözü şu anlama gelir: “Sizden zahir olanı Rabbiniz için
korunak [vikaye] kılın, ve sizin için batın olanı da, ki o Rabbinizdir, zahiriniz için
korunak kılın.” Ve, gerçekte iş, yergi ve hamddır. Ve (senden zahir olan yerilesi
fiillerini Hakk’a izafe etmeyerek) yergiye korunak ol ve hamd ile O’nu kendine
korunak kıl ki, ilim ve edeb sahiplerinden olasın.
Sonra, Allahu Teala, Âdem’e ne verdiyse kendisine gösterdi. Ve Âdem’e verdikleri
İki Eli arasındaydı. Bir elinde alem ve öbür elinde de Âdem ve herbiri kendi
mertebesinde bulunan onun soyundan gelenler vardı. Ve Allahu Teala, ilk
büyükbabamıza verdiği şeyi, bana kendi sırrımda gösterdi; ben de bu kitapta, bana
getirilen sınırları gözeterek (bu gördüklerimi) yazdım, yoksa (gördüklerim)
hakkında bütün bildiklerimi değil. Çünkü bunlar ne bu kitaba, ne de şu an varolan
aleme sığar. Bu kitapta, müşahede ettiğim şeyleri, Resulallah’ın –salat ve selam onun
üzerine olsun– bana getirdiği sınırlar içerisinde kaleme aldım. Ve kitabımı, ilki bu
“Âdem Kelimesindeki İlahi Hikmet” bölümü olmak üzere, şu bölümlere ayırdım:
Şit Kelimesindeki Nefes Hikmeti, Nuh Kelimesindeki Subbuhiyye Hikmeti, İdris
Kelimesindeki Kuddusiyye Hikmeti, İbrahim Kelimesindeki Müheyyemiyye
Hikmeti, İshak Kelimesindeki Hakkiyye Hikmeti, İsmail Kelimesindeki Aliyye
Hikmeti, Yakub Kelimesindeki Ruhiyye Hikmeti, Yusuf Kelimesindeki Nuriyye
Hikmeti, Hud Kelimesindeki Ahadiyet Hikmeti, Salih Kelimesindeki Fütuhiyye
Hikmeti, Şuayb Kelimesindeki Kalbiyye Hikmeti, Lut Kelimesindeki Melkiyye
Hikmeti, Üzeyir Kelimesindeki Kaderiyye Hikmeti, İsa Kelimesindeki Nebeviyye
Hikmeti, Süleyman Kelimesindeki Rahmaniyye Hikmeti, Davud Kelimesindeki
Vücudiyye Hikmeti, Yunus Kelimesindeki Nefsiyye Hikmeti, Eyyub Kelimesindeki
Gaybiyye Hikmeti, Yahya Kelimesindeki Celaliyye Hikmeti, Zekeriya Kelimesindeki
Malikiyye Hikmeti, İlyas Kelimesindeki İnasiyye Hikmeti, Lokman Kelimesindeki
İhsaniyye Hikmeti, Harun Kelimesindeki İmamiyye Hikmeti, Musa Kelimesindeki
Ulviyye Hikmeti, Halid Kelimesindeki Samediyye Hikmeti ve Muhammed
Kelimesindeki Ferdiyye Hikmeti..
Ve herbir hikmetin bulunduğu bölüm, bu hikmetin nisbet olunduğu Kelime’dir.
Dolayısıyla bu kitapta, Ana Kitab’ın [ümmü’l kitab] getirdiği sınırlar içerisinde,
kendimi bu bölümlerde yazmış olduklarımla sınırladım. Ve ancak bana gösterilene
uydum ve bana çekilen sınırda durdum. Eğer daha fazlasını yapacak olsaydım buna
güç yetiremezdim çünkü Hazret bunu yapmaktan alıkoyar. Başarı Allah’ındır ve
O’ndan başka Rabb yoktur.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın