Hazret-i Peygamber (asm)’ın risâleti vahye dayanır. Kur’ân-ı Kerim’de açıkça ifade buyrulduğu üzere “O, asla kendi hevâsından konuşmaz, sadece kendisine vahyedilenleri bildirir.”1
Vahiy ise iki kısımdır:
a) Vahy-i Sarihî:
Resûl-i Ekrem (asm)’ın sahsî hiçbir müdâhalesinin bulunmayıp sırf tercümanı olduğu, hem lafzı, hem mânâsı itibarıyla, vahiyle aldığını aynen tebliğ etmiş olduğu Kur’ân-ı Kerim âyetleri ve bazı kudsî hadîslerdir.
b) Vahy-i Zımnî: Özü ve esası itibarıyla vahye ve ilhama dayanmakla beraber, Hazret-i Peygamber (asm)’ın ifade ve tasvir ettiği, yani mânası Cenâb-ı Hakk’a, ifade ve tasviri Peygamber (asm)’a âit olan bazı hadîs-i şeriflerdir.
Hazret-i Peygamber (asm) ise, mânası ve esası itibarıyla kendisine vahyen bildirilen bir hakîkati;
– Ya yine vahiy ve ilhama mazhar olarak,
– Ya da kendi ferâsetiyle tasvir eder.
Kendi ferâseti ve içtihadıyla yaptığı tasvirlerde;
– Ya risâlet vazifesi cihetinden gelen ulvî ve kutsî bir kuvvetle,
– Veyahut beşeriyet noktasında örf, âdet ve umum halkın anlayış seviyesini dikkate alarak beyan eder.
Evet, Resûlullah (asm)’ın mübarek lisanından vahye muhalif hiçbir kelam südûr etmemekle beraber, her bir hadîs-i şerife, her cihetle vahiy nazarıyla bakılmaz. Çünkü bazı hadîs-i şeriflerin mânası ve esası vahiy ve ilhama dayanmakla beraber lafızları ve tasviri Peygamberimiz’e aittir. Peygamber (asm), vahiyle gelen bir hakîkati ya vahiyle ve peygamberlikten gelen kutsî bir kuvvetle tasvir eder ya da beşeriyet noktasında bazen kendi ferâset ve içtihadıyla, bazen de halkın idrakine göre tasvir eder.
Halkın idrak ve anlayış seviyesine göre yaptığı bir tasvirde ve kullandığı bir ifadede zâhirî bir kusur görünse, o kusur hadîs-i şerife değil, halkın o yanlış anlayışına aittir. Mânası hak olmakla beraber ifadelerinde gariplik görünen bir hadîs, bu nazarla değerlendirilmeli, yoksa hemen üzerine uydurma yaftası vurulmamalıdır. Veyahut risâlet noktasındaki o yüksek kutsî makamdan değil, belki beşeriyet noktasında kendi içtihadıyla yaptığı bir tasvir olabilir.
HADİSLERE HÜRMET ŞARTTIR!
Bu hususta birkaç noktaya dikkat edilmelidir:
Birincisi, âyet-i kerimede herhangi bir ayrım yapılmadan, Resûlullâh (asm) “her neyi getirdiyse almamız, neyi yasakladıysa da kaçınmamız”2 emredilmiştir. Onun için biz de o Zât (asm)’dan gelen hadîs-i şeriflerden hiçbirisini ayırt etmeden tamamına hürmet etmemiz icab eder.
İkincisi, mânası itibariyle vahiy olup, Resûlullah (asm)’ın kendi ferâseti ve ictihadıyla tasvir ettiği bir hadîs-i şerifte kendi dar aklımıza sığmayan bir ifade gördügümüzde hemen inkâr edemeyiz. Çünkü bizim anlayış ve idrak seviyemiz Resûlullah (asm)’ın o kutsî ferâset ve fetânetine asla yetişemez.
Zekâ seviyesini ölçen uzmanların tespitlerine göre, mesela orta zekâlı bir kişi, ileri zekâ sahibi birisinin yaptığı ince bir espriyi anlayamayabilir ve içindeki nükteleri fark edemeyebilir. Ya da kastedilenden çok uzak bir mâna çıkarabilir.
Anlamaması veya kastedilenden başka ve yanlış bir mâna anlaması, o şahsın zekâ seviyesi ile alakalıdır.
“Madem anlamıyorum, o halde mânası yoktur; bir yanlışlık görüyorum, o halde bir yanlışlık vardır” diyemez. O yanlışlık kendi kısa anlayışına ve dar fikrine âittir.
Hâlbuki bütün peygamberler gibi Resûlullah (asm) da ferâset ve fetânet, yani yüksek bir anlayış ve idrak sahibidir. Ferâset, iman kuvvetinden gelen hakikati sezme ve doğru muhakeme kabiliyeti olduğuna göre, Resûlullah (asm) hem insanların en ferâsetlisi hem fetânet sıfatı sahibi olarak insanların en zekisidir.
Haydi onun risâlet mertebesindeki kuvvetli imanından hâsıl olan o kutsî ferâsetinden sarf-ı nazar edip, sırf onun fetânet ve zekâvetine göre muhakeme etsek yine onun tasvir ettiği bir hakikati her insan anlayamayabilir.
Anlayamadım, o halde mânası yoktur; bir yanlışlık gördüm, o halde hakikaten yanlıştır diyemez. Eğer derse kendi zekâ özrünü itiraf etmiş olur. Bir yanlışlık varsa o da, o şahsın kendi damağında ve dimağındadır. Risâletten gelen o kutsî hakikatlere layık olmadığını gösteren ve o nurlu hakîkatlerden mahrumiyetine fetva verdiren büyük bir cahillik ve bir nasipsizliktir. Bir hastalık münasebetiyle ağız tadı bozuk olan bir kişi her şeye acıdır dese de bu söz hakikati değiştirmez, sadece o şahsı yanıltır ve lezzetli gıdalardan onu mahrum bırakır.
Heyhat! Yerdeki küçük bir ateşböceği misali senin ve benim aklım nerede?…
Âlemi aydınlatan gökteki koca güneş misali ulvî bir ferâset ve yüksek bir fetânet sahibi risâlet nûru nerede?…
“İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
ŞEFAATİ İNKÂR EDEMEYİZ!
Akıllarına fazlaca güvenen bazı şahıslar, boyunu aşan işlere girişip bazen muhkem bir meseleyi inkâr ederler. Mesela en az on âyet ve belki yüz hadîs-i şerif ile bildirilen şefaat meselesini inkâr eden birisine niye inkâr ettiği sorulduğunda özetle şunu söylemektedir: “Allah bir kişiyi muhakeme edip cehenneme girmesine hükmettikten sonra peygamberin onu oradan çıkarıp cennete koyması, yani peygamberin Allah’a rağmen bir iş yapması mümkün değildir.”
Biz de deriz: Kimse böyle bir şefaati iddia etmiyor ki! Bu anlayış senin kendi zihnine âittir. Sen kendi yanlış anlayışını dönüp yine kendin inkâr ediyorsun. Hâlbuki şefaat senin (yanlış) anladığın gibi Allah’ın mahkum ettiğini peygamberin affetmesi değil, belki bir peygamberin yahut duâsı makbul bir zâtın duâsı vesilesiyle, Allah’ın bir mümini affetmesidir. Yani ameli tartıldığında günahlarının fazlalığı itibariyle bir müddet cehenneme girmesi gereken bir mümini, bir duâ neticesinde Allah’ın affetmesidir. Bu bir mağfiret duâsıdır, bir af dilekçesidir. Kabul edip etmeme takdiri tamamen Allah’a âittir.
Hal böyleyken, sırf kendi zihinlerinde ürettikleri bir şefaat anlayışını inkâr ederken, bir de buna dayanarak şefaat hususundaki onlarca âyeti te’vil etmeye ve yüzlerce hadîs-i şerifi de kökten inkâra kalkıyorlar. Neticede kendilerini şefaatten mahrum bırakacak dehşetli bir dalâlete düşüyorlar. “Allah fâsıklardan başkasını dalâlete atmaz.”3 Fakat bunlar kendi dar akıllarını esas alıp, anlamadığı herşeyi inkâra cüret etme fıskını işleyince, artık böyle bir dalâlet kendilerine ârız oluyor.
Kaderi inkâr eden, sünnet-i seniyyeye burun kıvıran, mezhepleri beğenmeyen şahıslardaki en yaygın hastalık budur. Herşeyi kendi dar akıl kalıbına sokmaya çalışır, sığmayanı inkâr eder. İnkâr ettigi mevzû hakkındaki âyetleri te’vil, hadîsleri de inkâr ederek dehşetli bir dalâlete düşer.
Cenâb-ı Hakk bizleri, haddini aşmaktan muhafaza etsin, kendi kısır aklını esas alıp nübüvvetin nûrundan mahrum kalanlardan eylemesin! (Âmin!)
Âyet-i kerimede herhangi bir ayrım yapılmadan, Resûlullâh (asm) “her neyi getirdiyse almamız, neyi yasakladıysa da kaçınmamız” emredilmiştir.
Kaynaklar:
Necm Sûresi, 3-4
Haşr Sûresi, 7
Bakara Sûresi, 26
Bir yanıt yazın