Tevvab olan Rabbimize kabul ettiği tevbeler adedince hamd ü senalar olsun. “Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir”[1] diye bizlere müjde veren Şefiimize ve O‘nun âl ve ashabına salat ü selamların en güzeli olsun.
Malumdur ki insan için iki şey çok ehemmiyetlidir. Bunlardan birisi şerlerin def’i, ikincisi de hayırların celbidir. Sahip olduğumuz en değerli hazinemiz ise İman nimetidir. O halde imanımızı zedeleyen şeyleri def etmek, imanımıza kuvvet veren şeyleri ise celb etmek, şu dünya hayatımızda en önemli ve en öncelikli vazifemiz olsa gerek.
İmana darbe vurup onu zayıflatan, günahlardır. İmanı parlatıp kuvvetlendiren de ibadetlerdir. Hâsılı, iman tohumunun koca bir çınar olabilmesi için, düşmanları olan günahlardan korumak ve ibadet suyu ile sulamak lazımdır. Hayatımızın merkezinde olan bu iki vazifemizi (Tevbe-i Nasuh ve Tecdid-i İman) başlığı altında nazarlarınıza sunuyoruz.
Tevbe-i Nasuh İle Bütün Günahların Silinmesi
Tevbe, lügatte dönmek, rücu etmek manalarına gelir. Dini ıstılahta ise, Cenab-ı Hakk’a dönüş manasında kullanılır. Nasuh kelimesi ise, çok nasihat eden manasındadır. O halde Tevbe-i Nasuh’u Rabbimize dönmemiz için, ‘bize çok nasihat eden tövbe’ olarak anlayabiliriz. Bir ayette Nasuh Tevbesi şöyle geçer:
“Ey iman edenler! (Samimi bir tevbe olan) Tevbe-i Nasûh ile Allah’a tevbe edin! Olur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi örter ve Allah, peygamberi ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı bir günde, sizi altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyar! Onların nuru önlerinde ve sağlarında koşar (da): ‘Rabbimiz! Nurumuzu bize tamamla ve bize mağfiret eyle! Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla gücü yetensin!”[2] derler.
Nasuh Tevbesi’nin ne olduğunu soran Muaz bin Cebel (ra)’e Efendimiz (asm) şöyle cevap verdi:
“Tevbe-i Nasuh, işlenen günahtan pişman olmak, Allah Teâlâ’dan mağfiret dilemek, bir daha öyle bir günah işlememek demektir.”[3]
İslam tarihi boyunca, ayetler ve hadisler ışığında binlerce âlim tevbe konusunda detaylı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bunların zirve isimlerinden bir kısmını aktaralım:
Hasan Basri (ra)’ye Nasuh Tevbesi sorulunca şöyle demiştir:
- Kalp ile pişman olmak,
- Dil ile istiğfar edip Allah’ tan affını istemek,
- Azalarla günahları terk etmek,
- İçten bir daha günaha dönmemeye karar vermektir.
İmam-ı Gazali ( Hüccetü’l-İslam):
“Nasuh Tevbesi yapanlar, tevbe edip ölünceye kadar tevbesinde duranlardır. Bunlar geçmişteki eksiklerini tamamlar ve bir daha günaha dönmeyi hatırdan bile geçirmezler. Zelle ve sürçme müstesna! İşte tevbe, istikâmet budur. Günahların sevaplarla değiştirilip hayırlarda müsabaka edenler bu tür tevbe sahipleridir.”
Cüneyd-i Bağdadî (ra) :
“Günahı unutup bir daha hatırlamamaktır. Çünkü tevbesi sıhhatli olan kişi Allah dostluğuna erişir. Allah’a dost olup O’nu gönülden seven kişi de O’ndan başkasını unutur.”
Bu güzide âlimlerimiz gibi hikmetli sözleri bize kadar gelen birçok Allah dostunun açıklamaları da dikkate alınarak günümüzde Nasuh Tevbesi hakkındaki genel kanaat şu şekilde özetlenebilir:
- Kusurunu anlayıp kalben tam bir pişmanlık,
- Edebine uygun bir şekilde Rabbinden af edilmeyi istemek,
- Bir daha öyle bir günahı işlemeyeceğine dair tam bir kararlılıkla söz vermektir.
Mühim Bir Hatırlatma!
Kişinin verdiği bu sözde durması için, kendisini o günaha götüren yolları terk etmesi şarttır. Bu yollar; kötü arkadaş olabilir, sosyal medya olabilir, ya da akla gelebilecek başka şeyler de olabilir. Tekraren hatırlatalım ki, bu yollar terk edilmeden edilen tevbeler kısacık birer moladan ibaret olur.
Bu tarif üzere edilen tevbeler tam olmakla beraber, eğer kişinin üzerinde kul hakkı varsa, o hak sahipleriyle helalleşmesi gerekir. Maddi haklar olduğu gibi, gıybet ve iftira benzeri manevi hakların da olduğu unutulmamalı.
Böyle bir Nasuh Tevbesi ile ettiğimiz takdirde, bütün günahlarımızın affedilmesini Rabbimizin vasi rahmetinden ümit ederiz. Bir saniye sonrasında bile hayatta kalma garantimiz yokken ve elimizde de bütün günahlarımızı affettirebilme imkânı varken, Rabbimizin Celal’inden Cemal’ine ruh-u canımızla koşmalıyız.
Tecdid ve Tezyid-i İman İle Saadet-i Dareynin Kazanılması
İman, sözlükte gönülden inanmak, ‘emniyet’ kelimesiyle aynı kökten türediği için de ‘emniyette bulunmak’ gibi manalara gelir. Dini ıstılahta ise, Efendimiz (asm)’in bildirdiği imanın altı şartını kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmek demektir.
Bir ayet-i celilede iman konusu şöyle işlenir:
“Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler de! Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine: ‘Peygamberlerinden hiçbirinin arasında ayırım yapmayız’ diye iman ettiler ve şöyle dediler: ‘İşittik ve itaat ettik! Rabbimiz! Mağfiretini dileriz; dönüş(ümüz) ancak sanadır!”[4]
Bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (asm), İman’ı şu şekilde tanımlıyor:
Cebrail (as), Hz. Peygamber’in de aralarında bulunduğu bir sahabe topluluğuna insan suretinde gelmiş, iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri gibi bazı soruları Allah Resulüne sorarak cevaplarını almıştır. İşte Cebrail (as)’in bizzat soru sorarak ve cevaplarını tasdik ederek telkin ettiği bu hadise “Cibril Hadisi” adı verilmiştir.
Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği bu hadis şöyledir:
“Bana imandan haber ver” dedi. Resulullah (sav): “Allah’a, Allah’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır” buyurdu.
İmanın tarifi ayet ve hadislerde bu şekilde geçmekle beraber, imanın mahiyeti hakkında ise İslam büyükleri imanı, “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine o kulun cüz-i irade ve ihtiyarını sarf etmesinden sonra koymuş olduğu bir nurdur”diye tarif etmişlerdir.
İmanın tarifi ve mahiyeti hakkında, yüz yirmi dört milyon evliyanın varlığını göz önünde bulundurursak, binlerce cilt kitap yazıldığı sonucuna varabiliriz. Bu kadar geniş ve derin bir konuda detaylı açıklamalara girmeden kısaca ehemmiyeti üzerinde durmayı uygun buluyoruz.
Öncelikle şunu belirtelim ki iman, basit bir konu değildir. Kur’an-ı Kerim’de “O gün (kıyamet günü) mümin erkeklerle mümin kadınları görürsün ki, nurları önlerinde ve sağlarında koşuyor. (Onlara denilir ki:) ‘Bugün sizin müjdeniz, altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalıcı kimseler olduğunuz Cennetlerdir!’ İşte en büyük kurtuluş budur!”[5] Hadis-i şerifte de “Kalbinde zerre kadar iman bulunan bir kişi Cehennem’ den çıkar.”[6] Risale-i Nur’ da ise, “Kâinatta en büyük hakikat imandır”[7] şeklinde ifadeler geçer. Bu ifadelerden yola çıkarak, sahip olduğumuz en değerli hazinemiz imandır, diyebiliriz. O halde bu değerli hazinemizi ruh-u canımızla muhafaza etmek, en hayati vazifemiz olmalıdır. Çünkü bir insanda iman olmazsa, bu dünyada gayet perişan bir hayat süreceği gibi, sonsuz ahiret hayatında da Cennet’in kokusunu dahi alamadan Allah’ın Celal’inin dehşetli bir tecellisi olan cehennemde de ebediyen perişan olacaktır. Allah cümlemizi imansızlıktan muhafaza eylesin. Amin.
Peki, bizim için bu kadar değerli olan imanımızı nasıl muhafaza edebiliriz, onun ziyadeleşmesini ve kuvvet kazanmasını nasıl sağlayabiliriz?
Özellikle, iman muhafazasının, ateşi elde tutmak kadar zor olduğu bu ahir zamanda, imanı muhafaza edip kurtarmada en etkili yollardan biri ve önemlisi olan Risale-i Nur’a sarılmak lazım ve elzemdir.
Evet, konunun ehemmiyetine binaen deriz ki; “Ey felaket, helaket asrının adamı, senin de bir reyin var, fikrini beyan et! Çünkü asıl söz, asrı en iyi idrak edenindir.” Biz de sözü sahibine bırakıp edeple ve dikkatle dinleyelim:
“Bu asırda Cenab-ı Hak’ a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’ un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevisine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kutsiyede tesirli ve fatihane neşri ile gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.”[8]
Burada Üstad Hazretleri, Risale-i Nur’un yirmi yıl gibi kısa bir sürede yaptığı muazzam iman kurtarma hizmetinden bahsediyor. Bu gün ise Risale-i Nur’un yüz yıla yakındır cihanşümul ve galibâne fütuhatını müşahede etmekteyiz.
Peki, Risale-i Nur’un iman kurtarma konusundaki muvaffakiyetinin sırrı nedir?
En temelde iki madde halinde özetlenebilir:
- İmanı, tahkiki seviyeye çıkarması yani akıl, kalp ve sâir latifelere yerleştirecek kadar sağlamlaştırması.
- Yüz binlerce Risale-i Nur talebelerinin birbirine ettikleri iman konusundaki samimi dualarının red edilmemesi.
Evet, iman bütün latifelere yerleşip kökleştiği zaman, ölüm anında şeytan o imanı sahibinden alamaz. Ve Risale-i Nur’un yüz binlerce sadık talebelerinin birbirlerinin hüsn-ü akıbetlerine dair ettikleri hâlisâne dualar gösteriyor ki; bütün dualar kabul olmasa dahi sadece bir tanesi bile kabul olsa, o sadık şakirtlerin hepsinin imanla kabre girmesine vesile olur.
Netice-i Kelâm
İşlediğimiz günahlar, tevbe ibadeti vaktinin içinde olduğumuzu gösteriyor. Her ibadetin içinde müeccel (ileride verilecek) bir lezzet olduğu gibi tevbe ibadetinin içindeki müeccel lezzeti de düşünerek bir an evvel ‘Nasuh’ bir tevbe ile Rabbimize dönüp günahlarımızı affettirmeye çalışmalıyız.
Tevbemizde sebat etmek ve imanımızı ziyadeleştirip tahkiki seviyeye çıkarmak için Risale-i Nur’un elmas hakikatlerine aklımızı, kalbimizi, ruhumuzu ve hissiyatımızı açmalı, her gün bu kudsi ilaçtan -bir dirhem bile olsa- almalıyız.
Şu hususu da belirtelim ki, iman sadece inanmaktan ibaret değildir. Aynı zamanda bir intisaptır, hakka tarafgirliktir. Yani bir mümin; Rabbine inanmakla beraber O’na sevgi ve itaat hissi ile bağlıdır. Fakat şeytan ve Ebu Cehil gibi bazı kâfirler Allah’ı bildikleri halde O’na karşı sevgi ve itaat hissinden yoksun oldukları için, bu bilgi ve inançları iman sayılmaz. İşte bu hayatî ayrıntıyı ve konumuzu bir bütün olarak özetleyen Risale-i Nur’dan iki kıymettar parçayı idrakinize havale ediyoruz.
“Evet, Sözler, Tuba-i Cennet’in meyveleri gibi tatlı güzel olan iman ve İslamiyet’in meyveleri ve sadet-i dareynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslam’ın burhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir izan ve kuvvet verirler. Hatta bazı defa Evrad-ı Beahiye de şehadet getirdiğim vakit (Bunun üzerine yaşar onun üzerine ölür ve yarın onun üzerine diriltiliriz) dediğim zaman, nihayetsiz bir tarafgirlik his ediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elim geliyor. Bütün dünya benim olsa bir tek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bila-tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor. (Peygamber olarak kimi gönderdiysen iman ettik. Kitap olarak ne gönderdiysen iman ettik ve tasdik ettik) dediğim vakit, nihayetsiz bir kuvveti iman his ediyorum. Hakaik-i imaniyenin her birsinin aksini aklen muhal telakki ediyorum. Ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum.”[9]
“Siz gayet nâfî ve her derde deva ve hakikî lezzetli kutsi bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani tevbe ve istiğfar ile namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kutsi olan imanı ve imandan gelen ilacı istimal ediniz. Hakiki imanın kutsi ilaçlarından ve nurlarından tevbe ve istiğfar ile dua ve niyaz ile istimal ediniz.”[10]
DUA:
Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden bu yazımızın bizlerin ve sizlerin Nasuh Tevbesi’ne muvaffak olmamıza ve imanımızı ziyadeleştirip tahkiki seviyeye çıkarmamıza vesile kılmasını niyaz ediyoruz. Amin, Amin, binlerle Amin!
[1] İbn Mace , Zühd, 30
[2] Tahrim, 8
[3] Beyhaki
[4] Bakara, 285
[5] Hadid, 12
[6] İmam-ı Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, c. 1
[7] Sözler Mecmuası
[8] Kastamonu Lahikası
[9] Mektubat Mecmuası 1
[10] Lem’alar 25. Lem’a
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın