Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَنِعْمَ الْاَمِيرُ اَمِيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا deyip, İstanbul’un İslâm eliyle fetholunacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fâtih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhûr etmiş.
Meşhur Yevmü’l-Hendek’te, Hazret-i Câbirü’l-Ensarî kasem ile ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sa’ arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin âdem yediler ve öylece kaldı. Hazret-i Câbir der ki: “O gün yemek, hanemde pişirildi; bütün bin âdem o sa’dan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor.”
Hazret-i Enes diyor: Zevra nâm mahalde, üçyüz kişi kadar, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. İkindi namazı için abdest almayı emretti. Su bulunmadı. Yalnız bir parça su emretti, getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra bütün maiyetindeki üçyüz âdem geldiler, umumu abdest alıp içtiler.
Gazve-i Taif’te, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O hâlde iken, bir sidre ağacına rastgeldi. Ağaç ona yol verip, atını incitmemek için, iki şık oldu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanımıza kadar o ağaç, iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı.
Mescid-i Şerifte hurma ağacından olan kuru direk, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayanıyordu. Sonra minber-i şerif yapıldığı vakit, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enîn edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanına geldi, elini üstüne koydu. Onunla konuştu, teselli verdi; sonra durdu.
Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Âişe-i Sıddîka’dan nakl-i sahih ile sabittir ki: Dağ, taş, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” diyorlardı.
Bedir’de, Ukkaşe İbni’l-Mihsani’l-Esedî’nin müşriklerle döğüşürken kılıncı kırıldı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kılınca mukabil kalınca bir değnek verdi. Dedi: “Bununla harbet!” Birden değnek, biiznillah uzun, beyaz bir kılınç oldu. Onunla harbetti. Hayatı miktarınca, tâ Yemame Harbi’ nde şehit oluncaya kadar boynunda taşıdı.
Gazve-i Uhud’da… Katâde İbn-i Nu’man’ın gözüne bir ok isabet etmiş, gözünü çıkarıp, gözünün hadekası (gözbebeği) yüzünün üstüne indi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir şey olmamış gibi şifa buldu.
Gazve-i Hayber’de, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Aliyy-i Haydarî’yi bayraktar tayin ettiği halde, Ali’ nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada, şifa bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber Kal’asının pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup, Kal’a-i Hayber’i fethetti.
Mütevâtir ve kat’î bir mu’cize-i kübrâsı, Şakk-ı Kamer’dir. Evet şu inşikak-ı Kamer (ayın yarılması); çok tarîklerle mütevâtir bir sûrette, İbn-i Mes’ud, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, İmam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eazım-ı sahâbeden müteaddid tarîklerle haber verilmekle beraber, nass-ı Kur’ânla اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ “Kıyâmet yaklaştı ve kamer (ay) yarıldı.” âyeti, o mu’cize-i kübrayı âleme ilân etmiştir.
Hem İmam-ı Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yağmur için duâ taleb edildi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm duâ etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: “Aman duâ et, kesilsin.” Duâ etti, birden kesildi.
Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman bin Avf’a, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kesret-i mal ve bereketle duâ etmiş. O duânın bereketiyle o kadar servet kazanmış ki, bir defasında yedi yüz deveyi yükleriyle beraber “fîsebilillah” tasadduk etmiş.
Abdurrahman İbn-i Zeyd İbn-il Hattab hem küçük, hem çirkin idi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eli ile başını meshedip duâ etmiş. O duânın bereketiyle; kaametçe en bâlâ kaamet (en uzun boy) ve sûretçe en güzel bir sûrete girmiş.
Hazret-i Ömer’den haber veriyorlar ki, demiş: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına bir bedevi geldi. Arapça ‘dabb’ denilen bir susmar, yani ‘keler’ elinde idi. Dedi: “Eğer bu hayvan sana şehadet etse, ben sana îman getiririm; yoksa îman getirmem.” Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hayvandan sordu; o susmar fasih bir dille, risâletine şehâdet etti.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferanî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler. Hem nakl-i sahih ile; Câbir İbn-i Abdullah’ın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürüyemiyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o deveye ufak bir dürtmek ile dürttü. O deve, o iltifat-ı Ahmedîden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peyda etti ki; daha sür’atinden dizgini zabtedilmiyor, yolda yetişilmiyordu. Hazret-i Câbir haber veriyor.
Enes demiş: Bir ihtiyar kadının birtek oğlu vardı, birden vefat etti. O sâliha kadın çok müteessir oldu, dedi: “Yâ Rab! Senin rızan için, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatımı temin edecek tek evlâtcığımı, o Resûlün hürmetine bağışla.” Enes der: O ölmüş âdem kalktı, bizimle yemek yedi.
Sa’d İbn-i Ebî Vakkas haber veriyor ki: “Gazve-i Uhud’da, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbetdâr gibi muhafız sûretinde gördük. İkisi de anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrâîl ile Mikâîl olduğunu anladık.”
Hazret-i Ömer’den meşhur bir haberdir ki, demiş: “Biz Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asâ, ‘Hâme’ isminde bir cinnî geldi, îman etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kısa sûrelerden birkaç sûreyi ders verdi. Dersini aldı, gitti.”
Ebû Cehil yemin etmiş ki: “Ben secdede Muhammed’i görsem, bu taşla onu vuracağım.” Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış, Ebû Cehil’in eli çözülmüş.
Tevrat’ın âyeti: “Hazret-i İsmâil’in vâlidesi olan Hacer, evlâd sahibesi olacak ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umûmun eli huşu’ ve itaatle ona açılacak.”
Kütüb-i Enbiya’da, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Muhammed, Ahmed, Muhtar mânâsında Süryanî ve İbranî isimleri var. İşte Hazret-i Şuayb’ın suhufunda ismi, Muhammed manasında “Müşeffah”tır. Hem Tevrat’ta yine Muhammed manasında “Münhamenna”, hem Nebiyy-ül Haram manasında “Hımyata”. Zebur’da “El-Muhtar” ismiyle müsemmadır. Yine Tevrat’ta [El-Hâtem-ül Hâtem]. Hem Tevrat’ta ve Zebur’da [Mukîm-üs Sünne]. Hem Suhuf-ı İbrahim ve Tevrat’ta [Mazmaz]dır. Hem Tevrat’ta “Ahyed”dir.
Bir yanıt yazın