Fesahat, bir sözün telaffuzunun kolay olmakla beraber, muhatabın kulağına hoş gelmesi ve kolayca anlaşılması;[1]belâgat da, sözün fasih olmak şartıyla mukteza-yı hâle mutabık olması diye tarif edilmiştir.[2]
Bilindiği gibi Kur’ân’ın nüzulünden önceki Cahiliye Döneminde, Araplar arasında belâgat ve fesahat çok ileri seviyedeydi. Bütün Araplar şiire, belâgate değer veriyordu. İçlerinde şiir söylemeyen hemen hemen yok gibiydi. Hatta çocuklardan, mecnunlardan, hırsızlardan bile şiir söyleyenler vardı. Erkekler içinden çok şairler çıktığı gibi kadınlar içinden de şairler çıkmıştı. Bir kabiledeki şair o kabilenin adeta kahramanı gibi kabul ediliyor ve halk üzerinde büyük bir tesir icra ediyordu. Örneğin, söyledikleri şiirlerle bazen savaş çıkmasına, bazen de barışa sebep olabiliyorlardı. Her yıl panayırlarda şiir yarışmaları yapılıyor, beğenilen şiirler altınla yazılarak Kâbe’nin duvarına asılıyordu.[3]
Allah tarafından peygamberlere, kendi zamanlarında hangi şey revaçta ise, o şeyin daha üstünü mucize olarak verilmiştir. Örneğin Mûsâ (as) zamanında sihir revaçta olduğundan, ona asâ mucizesi; İsa (as) zamanında tıp revaçta olduğundan, ona da hastaları iyi etme mucizesi verilmiş idi. Peygamberimiz (sav) döneminde belâgat, fesahat ileride olduğundan, ona da belâgat, fesahat alanında mucize olan Kur’ân verilmiştir.[4] Peygamberimiz, Arap toplumuna kendisine indirilen kelâmın Allah kelâmı olduğunu söylemiş, eğer bunu kabul etmiyorlarsa, onun söylediği bu kelâmın bir benzerini söylemelerini istemiş, fakat bunu yapmalarının mümkün olmadığını, yapamayacaklarını iddia etmiş ve onlara meydan okumuştur.[5]
Müşrik Arapların çoğunluğu ilk dönemlerde Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu reddettiler. Fakat onun belâgat ve fesahatini inkâr edemedikleri gibi, meydan okumasına da karşılık veremediler. Tam tersine onun belâgatine, fesahatine hayran oldular. Kureyş’in önde gelenlerinden Velid b. Mugire’nin, Peygamberimizi dinledikten sonra Ebû Cehil’e şöyle dediği nakledilir: “Onun hakkında ne diyeyim? Allah’a andolsun ki, içinizde şiiri benden daha iyi bileniniz yoktur. Recezini de, kasidesini de, cinlerin şiirini de benden daha iyi bileniniz yoktur. Allah’a, andolsun ki; onun söylediği söz, bunlardan hiç birine benzemiyor. Vallahi o, öyle bir söz söylüyor ki; apayrı bir lezzeti var. O, altındaki her şeyi ezer. Ve o, daima üstün gelir fakat ona üstün gelinmez.”[6] Bedevî bir Arap “Sana emr olunanı açıkça söyle” (Hicr, 15/94.) ayetini işitince secdeye kapandı ve “Ben bu ayetin fesahatine secde ettim” dedi.[7] Muallakât-ı Seb’a şairlerinden Lebid b. Rebia Müslüman olduktan sonra bir daha şiir söylemedi. Niçin şiir söylemediği sorulduğunda “Allah bana Bakara ve Âl-i İmran surelerini öğrettikten sonra şiir söyleyecek değilim” dedi.[8]
Buraya kadar anlattığımız konular genellikle herkes tarafından bilinen konulardır. Herkes Kur’ân’ın edebî alanda mucize olduğunu bilir. Fakat bu edebî mucizelik belâgat ilmiyle meşgul olanlar haricinde çoğunluk tarafından net bir şekilde bilinmemektedir. Bu makalede bazı ayetlerin edebî nükteleri üzerinde durularak konunun daha iyi anlaşılması sağlanmaya çalışılacaktır.
Belâgat Örnekleri
Şairlerin söylediği şiirlerde her beyitte bir iki edebi özellik görülür. Hâlbuki Kur’ân’ın ayetlerinde ve Peygamberimizin bazı hadislerinde daha fazla edebî özellik müşahede edilir. Bu konuda Peygamberimiz (sav) “Ben cevâmiü’l-kelim (az fakat çok manaları ihtiva eden sözler) ile gönderildim” (Bûharî, Kitabu’l-Cihad, Bab, 121) buyurmuştur. Hadisde zikredilen “cevâmiü’l-kelim” ifadesi hem Kur’ân hem de sünnet için geçerlidir. İkisinde de az sözle çok manalar ifade edilmiştir.[9] Bilhassa Kur’ân’ın az sözle çok manaları ifade etmesi, onun mucizevî özelliklerinden birisidir. Pek çok âlim bu konu üzerinde durmuş, bilhassa Ulûmu’l-Kur’ân ve İ’cazu’l-Kur’ân’la ilgili kitaplarda bu konular işlenmiştir.
Kur’ân’ın mana zenginliğiyle ilgili pek çok misal vermek mümkündür. Örneğin, Fahrettin Razî (ö. 606/1210), Kâfirûn Suresi’nin başındaki “De ki” kelimesinde 43 nükteyi tefsirinde tafsilatıyla zikreder.[10] İbnü’l-Esir (ö, 630/1233) “Kısasta sizin için hayat vardır”( Bakara, 2/179) ayetinin, “Ölüm, öldürmeyi önler” darb-ı meselinden yirmi kat üstün olduğunu delilleriyle ortaya koymuştur.[11] İmam Süyûtî (ö, 911/1505), “Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nura çıkarır.”( Bakara, 2/257) ayetinde 120 çeşit belâgat nüktesini küçük bir risalede toplamıştır.[12]
Burada benzer bazı ayetlerin zengin muhtevası numune olarak ortaya konulacaktır.
Birinci ayet
فاصدع بما تؤمر
“Sana emr olunanı açıkça tebliğ et!” (Hicr, 15/94)
Ayette geçen (فاصدع) “Fasda’” kelimesinin aslı olan, (صدع) bir şeyi aşikâre söylemek, izhar etmektir. Rivayete göre bu ayet nazil oluncaya kadar peygamberimiz gizli tebliğ yapıyordu, bu ayetin nüzûlünden sonra o ve sahabîleri açıkça tebliğ yapmaya başladılar.[13]
Bununla beraber “Fasda’” kelimesine verilen bu mana, birkaç manadan yalnızca biridir. Kelimeye şu manalar da verilmiştir:
“Sadaa” (صدع), cam gibi sert bir şeyi kırmak, bir şeyi ikiye ayırmak, yarmak demektedir. Bu yüzden, karanlığı yaran sabaha, iki mekânı bölen, ayıran sele ve dağa “Sadi’” (صادع) denilmiştir. Baş ağrısına da –sanki ağrıdan baş ikiye ayrılacak gibi olduğundan- suda’ (الصداع) denilmiştir.[14]
İbn Ebi’l-Esba’ (ö. 654/1256), bu ayette istiare olduğunu, kalplerin kırılmasının, camın kırılmasına benzetildiğini, bu yönden mananın şöyle olduğunu söylemiştir: “Sana vahy edilen her şeyi açıkça söyle, açıklanması emredilen her şeyi tebliğ et! Bu bazı kalplere zor gelip kırılsalar da bundan vazgeçme!” Kırılan veya çatlayan şişenin içindeki nasıl ortaya çıkıyorsa, kalplerdeki tesir de insanın yüzünde can sıkıntısı veya mutluluk olarak ortaya çıkar. Bu yönüyle bu istiarede Kur’ân’ın tebliğ edilmesiyle müşriklerde oluşacak kalp kırıklığı ve yüzdeki can sıkıntısı ifade edilmiş olmaktadır. Bir bedevî Arap bu üç lafzı duyduğunda secdeye kapandı. Ona “Niçin secdeye kapandın?” denilince o da “Bu sözün fesahatinden dolayı secde ettim” dedi. Çünkü o, ayetten kastedilen manayı uzun bir düşünce merhalesinden sonra değil, duyar duymaz hemen anlamıştı.[15]
Yukarıdaki tariflere göre ayete şu manalar da verilmiştir:
- “Sana emr olunanlarla onların cemaatini böl, parçala!”[16]
- “Sana emr olunanlarla hak ile batılı birbirinden ayır!”[17]
- “Sen, sana emr olunanı, onların başlarını çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam ısrar ile ve hiçbir şeyden çekinmeyerek tebliğ et!”[18]
- “Sana emr olunanlarla karanlığı yar!”
İkinci ayet
وأوحينا إلى أم موسى أن أرضعيه فإذا خفت عليه فألقيه في اليم ولا تخافي ولا تحزني إنا رادوه إليك وجاعلوه من المرسلين
“Musa’nın annesine: ‘Çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman onu suya bırak; korkma, üzülme; biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas, 28/7)
İbnü’l-Arabî (ö, 543/1148), bu ayet hakkında “Fesahat yönünden Kur’ân’ın en büyük ayetidir, çünkü bu ayette, iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjde vardır” demiştir.[19] Ayetteki “Musa’nın annesine ilham ettik.”, “korktuğun zaman” ifadeleri iki haber; “çocuğu emzir”, “onu suya bırak!” iki emir; “korkma, üzülme!” iki nehiy; “onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız” ifadeleri ise, iki müjdedir.
Şair Asmaî (ö. 216/831) bir cariyenin edebî bir sözünü işitti ve ona “Allah canını alsın, ne kadar da fasihsin” dedi. Cariye de ona “Allah’ın “Musa’nın annesine: “Çocuğu emzir,….” kelâmından sonra bu da fesahatten mi sayılır?” diye karşılık verdi.[20]
Üçüncü ayet
حتى إذا أتوا على واد النمل قالت نملة يا أيها النمل ادخلوا مساكنكم لا يحطمنكم سليمان وجنوده وهم لا يشعرون
“(Süleyman ve askerleri) karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir dişi karınca: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman’ın ordusu farkında olmadan sizi ezmesin” dedi.”( Neml, 27/18.)
Bu ayette 11 edebi sanat vardır. ayetteki (يا) “Ya” nida; (أي) “ey” kinaye; (ها) “ha” tenbih; (النمل) “karıncalar” tesmiye; (ادخلوا) “giriniz!” emir; (مساكنكم) “meskenlerinize” ifadesi kasas; (لا يحطمنكم) “çiğnemesinler” tahzir; (سليمان) “Süleyman” tahsis; (جنوده) “askerleri” ifadesi tamimdir; (هم) “onlar” işaret; (لا يشعرون) “farkında olmadan” ifadesi özürdür. Ayrıca bu kelâmda karıncaların reisi Allah’ın, peygamberin, kendisinin, kendi halkının, Süleyman (as)’ın askerlerinin olmak üzere beş hukuka riayet etmiştir.[21]
Liderliği karıncaya Allah verdiği için, verilen vazifeyi ifa etmekle Allah’ın hakkına riayet etti; kendisi lider olduğu için halkını zararlardan koruma ve emir verme hakkı vardı, emriyle bunu ifa etti; karıncalar Allah tarafından onun uhdesine verildiği için, onların da kendi üzerinde hakkı vardı, nasihatle bu hakkı da ifa etmiş oldu; nasihatiyle Süleyman (as) ve ordusunun farkında olmadan zulme düşmelerini önledi. Bu yönüyle onların hakkına da riayet etmiş oldu.[22]
Dördüncü ayet
ومما رزقناهم ينفقون
“Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infakta bulunurlar”( Bakara, 2/3)
Bu ayette infak yani zekât ve sadaka verilirken dikkat edilmesi gereken altı konuya işaret edilmiştir:
- (مِمَّا) lâfzındaki (مِنْ) teb’îz ifade ettiği için, infak malın hepsini değil bir kısmının olması gerektiğini, diğer ifadeyle sadakaya muhtaç olacak derecede verilmemesi gerektiğini gösterir.
- (مِمَّا) lâfzındaki (مَا) umumiyet ifade ettiğinden, genişlik ifade eder. Yani sadaka mal ile olduğu gibi, ilim ile, söz ile, fiil ile, nasihat ile de olur.
- (رَزَقْنَاهُمْ) “Bizim onlara rızık olarak verdiğimiz”ifadesi, infakın bizzat kendi malından olması gerektiğini, Ali’den alıp Veli’ye vermek şeklinde olmaması gerektiğini ifade eder.
- (رَزَقْنَا) kelimesindeki (نَا) “biz” zamiri, infak esnasında fakire minnet edilmemesi gerektiğini, çünkü rızkı verenin Allah olduğunu, infakta bulunanın Allah’ın malını yine Allah’ın kuluna verdiğini bilmesi gerektiğini ifade eder.
- (رَزَقْنَاهُمْ) ifadesi aynı zamanda, infakın Allah namına olması gerektiğini ifade eder. Yâni “mal benimdir, kendi namınıza değil benim namıma veriniz!” denilmektedir.
- (يُنْفِقُونَ) “infak ederler”lâfzı, alan şahsın da aldığı malı nafakasına sarf etmesi gerektiğini, bu yüzden sefahate sarf edenlere sadaka verilmemesi gerektiğini ifade eder.[23]
Beşinci ayet
وكذلك مكنا ليوسف في الأرض ولنعلمه من تأويل الأحاديث والله غالب على أمره ولكن أكثر الناس لا يعلمون
Yusuf Suresinde, Yusuf (as)’ın Mısır’ın azizine köle olarak satılması anlatıldıktan sonra şöyle buyrulur: “İşte böylece kendisine (rüyadaki) olayların yorumunu öğretmemiz için Yusuf’u o yere yerleştirdik. Allah, iş(ler)inde galip olandır. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmez.” ( Yusuf, 12/21)
Ayetteki “Allah’ın işinde galip olup, insanların bunu bilmeyişleri” umumî bir ifadedir. Fakat bu ayetin Yusuf Suresinde geçen olaylarla ve kişilerle çok yakından bir ilişkisi vardır. Sanki bütün sure bu ayetin tefsiri gibidir. Şöyle ki:
- Surenin başında Yakup (as), Yusuf’a rüyasını kardeşlerine anlatmamasını, aksi halde ona bir hile yapabileceklerini söyler. Bu nasihatiyle onu hilelere karşı korumak ister. Fakat Allah’ın emri galip gelir ve kardeşleri rüyadan haberdar olurlar ve ona hile yaparlar.
- Kardeşleri Yusuf’u değersiz bir köle olarak satarlar. Fakat Allah’ın emri galip gelir, Yusuf, Mısır’ın azizi olur ve onun önünde secdeye kapanırlar.
- Yusuf’u köle olarak satarken babalarının muhabbetinin yalnızca kendilerine has olmasını isterler. Fakat Allah’ın emri galip gelir ve babaları onlara gücenir.
- Babalarının kalbinden Yusuf’un muhabbeti yok olsun diye hile yaparlar. Allah’ın emri galip gelir ve babalarının Yusuf’a olan muhabbeti ve şevki daha da artar. 70 veya 80 yıl “Ah Yusuf’um ah!” (Yusuf, 12/84)diye üzüntüyle Yusuf’u düşünür.
- Babalarına ağlayarak Yusuf’un kanlı gömleğini getirip, onu aldatmak isterler. Allah’ın emri galip gelir ve onu aldatamazlar. Babaları onlara “Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel göstermiş.”(Yusuf, 12/18)
- Yusuf’u öldürüp veya köle olarak satıp sonra da tevbe edip salihlerden olmayı düşünürler. Allah’ın emri galip gelir ve işledikleri günaha tevbe etmeyip, onda ısrar ederler. Hatalı olduklarını 70 yıl sonra Yusuf’un önünde ikrar ederler ve babalarına “Biz hata ettik” (Yusuf, 12/97)
- Azizin hanımı, Yusuf (as)’dan murad almak ister, Allah’ın emri galip gelir muradına eremez.
- Azizin hanımı kapıda kocasıyla karşılaşınca, yalan söyleyerek suçu Yusuf’un üzerine yıkmak ister. Allah’ın emri galip gelir, asıl suçlu olanın kendisi olduğu ortaya çıkar. Bu yüzden kocası ona “Günahın için istiğfar et! (af dile!) Çünkü sen günahkârlardan oldun” (Yusuf, 12/29.)
- Yusuf (as) zindandan çıkacak olan hükümdarın hizmetçisine “Beni efendinin yanında an! (Beni zindandan çıkarsın!)” (Yusuf, 12/42)Böylelikle zindandan kurtulacağını düşünür. Allah’ın emri galip gelir, hizmetçi onu unutur. Yusuf (as) zindanda birkaç yıl daha kalır.[24]
- Yusuf (as)’ın kardeşleri ikinci defa Mısır’a gideceklerinde babalarından Bünyamin’in de kendileriyle gelmesini isterler, onu geri getireceklerine dair söz verirler. Yakup (as)’da başlarına bir hadise gelmemesi için onlara şehre değişik kapılardan girmelerini söyler. Allah’ın emri galip gelir, Bünyamin’i geri götüremezler.
Altıncı ayet
Yusuf Suresinde, Mısır azizinin karısının, Yusuf (as)’dan murad almak istediği zikredilir. Durum şehirdeki bazı kadınlar tarafından duyulduğunda onlar kadını şu ifadelerle zemmederler:
وقال نسوة في المدينة امرأة العزيز تراود فتاها عن نفسه قد شغفها حبا إنا لنراها في ضلال مبين
“Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin karısı, delikanlısının/kölesinin nefsinden murat almak istiyormuş; sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz.” (Yusuf, 12/30)
Bu ayette şehirdeki kadınların azizin hanımını dokuz yönden tenkit ettikleri anlaşılmaktadır:
- Ayette kadınlar “azizin hanımı” demişler, onu ismiyle anmamışlardır. Bununla da onun bekâr değil, evli bir kadın olduğunu, evli birinin böyle bir işe teşebbüsünün çok çirkin olduğunu nazara vermek istemişlerdir.
- Aynı zamanda “azizin hanımı” ifadesiyle, kocasının yüksek bir mevki sahibi olduğunu, böyle yüksek mevki sahibi birinin karısının böyle bir işe teşebbüsünün daha çirkin olduğunu söylemek istemişlerdir.
- “Murat almak istiyormuş” ifadesiyle, bu fiili Yusuf’un değil, kadının istediğini ima etmişlerdir. Bu durum kadınların, Yusuf (as)’ı, iffetli, vefakâr ve iyi kabul ettiklerini gösterir. Böyle iffetli birinden murad almayı istemek diğer insanlara nispetle daha çirkindir.
- “Murat almak istiyormuş” (تراود) ifadesi mazi değil, muzari sıygayla gelmiştir. Muzari sıygası ise devam ifade eder. Yani mana “Azizin karısı yaptığına pişman olmuş ve vazgeçmiş değil, gelecekte de aynı fiile teşebbüs etmek niyetinde” denilmek istenmiştir. Bu da azizin karısının halinin kötü olduğuna delalet eder.
- “Delikanlısı / kölesi” ifadesiyle de, azizin hanımı hür birisiyle değil de kölesiyle bu işi yapmak istemiştir. Köleler toplumun aşağı tabakası olduğu için bu fiil bu yönden de çirkindir.
- Aynı zamanda “Delikanlısı / kölesi” ifadesiyle, kadının murad almak istediği köle onun evinde ve onun emri altında, adeta aile içinden biri gibidir. Bu fiil bu yüzden de çirkindir.
- “Sevdası onun kalbine işlemiş” ifadesiyle de, kadının sevgisinin aşırı dereceye ulaştığı ifade edilmiştir. Mısır’ın aziziyle evli olan bir kadının böyle bir hâli elbette çirkin bir durumdur.
- “Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz” ifadesinde kadınlar “biz” ifadesiyle, bazı kadınlar çirkin fiillerde birbirlerini teşvik edip, yardım ettikleri halde, böyle bir fiilde bütün kadınlar ittifak ederek böyle bir işin hiçbir kadının yapmaması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Üstelik cümlede inneve tekit lamı kullanarak sözlerini pekiştirmişlerdir.
- “Açık bir sapıklık” ifadesi bu fiilin çirkin olduğunun bedihi olduğu, aklı olanın buna yaklaşmaması lazım geldiğine işarettir. Çirkinliği açık bir fiile teşebbüs, o fiile cüret edenin hatasının büyüklüğünü gösterir.[25]
Yedinci ayet
Kur’ân’da edebî nüktelerinin çokluğuyla meşhur olmuş en güzel örnek, Nuh (as)’ın kavminin helak olmalarından sonraki hali tasvir eden Hud Suresinin 44. ayetidir. Ayette şöyle buyrulur:
وقيل يا أرض ابلعي ماءك ويا سماء أقلعي وغيض الماء وقضي الأمر واستوت على الجودي وقيل بعدا للقوم الظالمين
“Ey arz! Suyunu yut! Ey gök! Sen de (suyunu) tut!” denildi. Su çekildi, iş bitirildi; gemi Cudi’ye oturdu. “Zalimlerin kavmi Allah’ın rahmetinden uzak olsun” denildi.”( Hud suresi, 11/44)
Bu ayet nazil olduğu andan itibaren Kureyş müşrikleri başta olmak üzere belagatten anlayan herkesin dikkatini çekmiştir. Rivayet olunduğuna göre Kureyş kâfirleri Kur’ân’a karşı muaraza yapmak istediler. Zihinlerinin sâfîleşmesi için kırk gün buğday unu, koyun eti yemediler, şarap içmediler. İstedikleri şeyi yapacakları zaman bu ayeti işittiler. Birbirlerine “Bu söz yaratıkların sözüne benzemiyor” dediler. Bunun üzerine yapmaya başladıkları şeyi bıraktılar ve dağıldılar.[26]
Kâbe duvarına asılı Muallakat-ı Seb’a içinde en üstün kabul edilen şiir İmriü’l-Kays’ın (ö. 540) şiiri idi ve bu şiir Kâbe’nin duvarında yaklaşık 70 yıldan fazla asılı kaldı. İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi bahsinde bulunduğumuz ayeti işittiğinde “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahi meydan-ı iftiharda kalamaz” diyerek ağabeyinin şiirini Kâbe’nin duvarından indirdi. Daha sonra diğerleri de indirildi.[27]
Rivayet edildiğine göre, zamanının en fasihi olan İbn Mukaffa (ö. 142/759), Kur’ân’a muaraza yapmak istedi. Bir takım sözler nazmetti, bunları fâsılalara ayırdı, sonra da bunlara “sureler” adını verdi. Bir gün küçük bir çocuğun bir mektepte bahsinde bulunduğumuz bu ayeti okuduğunu gördü. Hemen geri döndü ve yaptığı şeyleri imha etti. Ve şöyle dedi “Şehadet ederim ki buna karşı asla muaraza edilemez ve bu, beşer kelâmından değildir.”[28]
Kurtubî (ö, 671/1272) bu ayet hakkında: “Eğer Arap ve Arap olmayanların sözleri araştırılsa nazmının güzelliği, belâgatinin mükemmelliği, manalarının genişliği itibarıyla bu ayet gibi bir söz bulunmaz.” der.[29]
Müfessir Âlusî (ö. 1270/1854) bu ayet hakkında şöyle der: “Bil ki, bu ayet-i kerîme i’cazın en son mertebelerine ulaşmış, Arab’ın başını eğmiş ve perçeminden çekmiştir. Fesahat dairesinin dar geleceği güzellikleri üzerinde toplamıştır. Belâgatin sağlam ve düzgünlüğünde mızrağın demir ucu gibidir.”[30]
Zerkeşî (ö, 794/1392) ise “Eğer bu cümle içinde münderic olan lâfızdaki bedâat, belâğat, îcaz ve fesahat şerh edilecek olsa kalemler kurur, eller yorulur.” der.[31]
İbn Ebi’l-Esba (ö. 654/1256), “Ben Allah’ın “Ey arz suyunu yut …” kelâmı gibi bir kelâm görmedim. Zira bu kelâm 17 kelime olduğu halde Bedî’ ilmine dair 20 sanat vardır.” demiştir.[32] Burada İbn Ebi’l-Esba tarafından tespit edilen ayetteki edebî sanatlar sıralanacaktır.
- Ayetteki “Suyunu yut” (ابلعي), ile “suyunu tut” (أقلعي) lafızları arasında tam bir “münasebet” vardır. (Tenasüb veya telfik bir cümlede mütenasib şeyleri cem etmektir. Top, tüfek gibi.)
- Yine bu iki kelimede “istiare” vardır. (İstiare, kelimeyi benzetme amacıyla hakiki manasından başka bir manada kullanmaktır. “Elinde kılıç olan bir aslan gördüm” cümlesinde olduğu gibi.)
- Yine bu iki kelimede “cinas-ı nakıs” vardır. (Cinas, iki lafzın manaları muhtelif olduğu halde, telaffuzlarının birbirine benzemesidir.)
- (أرض) (سماء) “arz”ve “sema” lafızları arasında “tıbak” sanatı vardır. (Tıbak veya mutabakat bir cümlede iki zıt kelimeyi bir arada kullanmaktır.)
- Allah Teâlâ’nın (يا سماء) “Ey Sema!”kavlinde “mecaz” vardır. Hakikatte bu “Ey semanın yağmuru” demektir.
- (غيض الماء) “Su çekildi”ifadesinde “işaret” vardır. Onunla çok manaları açıklamıştır. Çünkü su, semanın yağmuru kalkmadan ve yer kendisinden çıkan menbaları yutmadan çekilmez. Böylece yerin üstünde biriken sular eksilir.
- Yine bu kelimede “ta’lil” (sebep beyan etme) sanatı vardır. Çünkü suyun çekilmesi geminin oturmasının illetidir.
- (واستوت) “Oturdu” kelimesinde “irdaf” sanatı vardır. (Bu cümledeki “istevet (gemi oturdu)” kelimesi tam bir ifadedir. Buna, “Cudi Dağı’nın üzerine” ifadesi, bu yerde tam manasıyla yerleştiğini mübalağa şeklinde ifade etmek için irdaf (ilâve) edilmiştir.
- (وقضي الأمر) “İş bitirildi” ifadesinde “temsil” sanatı vardır. Helak olanların helak edilmesi, kurtulanların kurtarılması “emr” kelimesiyle tabir edilmiştir.
- Yine burada “sıhhatü’t-taksim” vardır, Çünkü suyun eksilmesi hâlindeki kısımlarını ihtiva etmiştir. Onlar da şudur: Semanın suyunun ve yerden çıkan suyun hapsolması ve yerin üstündeki suyun çekilmesi. (Taksim bir şeyin aklen mümkün olanını değil, fiilen mevcut olan kısımlarını sıralamaktır.)
- (بعدا للقوم الظالمين) “Zalimlerin kavmi Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” bedduasında “ihtiras sanatı” vardır. Yani helâke müstahak olmayanların da boğulacağı tevehhüm edilmesin diye bu cümle ilave edilmiştir. Çünkü Allah’ın adâleti müstahak olmayanlara bedduayı meneder. (İhtiras sanatı, kastedilen mananın aksi anlaşılma ihtimali olan cümlede, bu ihtimali kaldırma için yapılan ıtnabdır.)
- (الظالمين) “Zalimler” kelimesinde “izah” vardır. Buradaki “zalimler” daha önce geçen “kavminin ileri gelenleri ona her uğradıklarında..” (Hûd, 11/38)ayetinde zikri geçen kimselerdir. Buradaki “el-kavm”kelimesindeki “elif-lâm” ahd için yani daha önce bilinen bir şeyi belirtmek içindir.
- Yine bu (الظالمين) “Zalimler” kelimesindezem ve tahzir (kötüleme ve sakındırma) vardır.
Buraya kadar saydıklarımız ayetin cüzlerinde geçen meziyetlerdir. Ayetin bütününde görülen edebi sanatlar ise şunlardır:
- Bu ayette “hüsn-i nesk” sanatı vardır. (Hüsn-i nesk; mütekellimin uygun bir üslup dâhilinde atıflarla birbirini takip eden, birbirine lafız ve mana yönünden yakın olan kelimeleri, ayrı cümlelerde başlı başına bir mana teşkil edecek, manası lafzıyla müstakil olacak şekilde kullanmasına denir. Buna en güzel örnek bu ayettir.)
- Mana ile beraber lafzın “itilafı” sanatı vardır. (Buna muvafakatda denmiştir. İtilaf lafızların manaya uygun olması demektir. Mesela savaşla ilgili sözlerde şiddet ifade eden, gazel gibi şiirlerde de yumuşaklık, incelik ifade eden kelimelerin kullanılması gibi.)
- Ayette “îcaz” vardır. Çünkü Allah Teâlâ hâdiseyi şümullü bir şekilde en kısa ibârelerle anlattı. (Îcaz, az sözle çok manaları ifade etmek veya maksadı en az kelime ile ifade etme sanatıdır.)
- Ayette “teshim” sanatı vardır. Çünkü ayetin evveli, ayetin ahirine delâlet ediyor. (Teshim, sözün başlangıcının sonuna delalet etmesidir.)
- Ayette “tehzib” sanatı vardır. Çünkü kelimeleri güzel vasıflarla vasıflanmış. Her kelimede harflerin çıkış yerleri kolay; kabalık ve terkîb zorluğundan hâli olmakla beraber, üzerlerinde parlaklık ve güzellik vardır.
- Ayette “hüsn-i beyan” sanatı vardır. Çünkü dinleyen, sözün manasını anlamak için duraklamaz. Ondan bir şeyi anlamak ona zor gelmez.
- Ayette “temkin” sanatı vardır. Çünkü fâsıla, kendi mahallinde karar bulmuş, kendi yerinde mutmain olmuş; endişeye ve yardım istemeye gerek yok.
- Ayette “insicam” sanatı vardır. Bu, lâfızda düzgünlükle beraber, sözün kolaylık, tatlılık ve yumuşaklıkla hızlıca akıp gitmesidir; tıpkı havadan azıcık suyun akıp gitmesi gibi.
- Bu ayette “itiraz” sanatı da vardır. İtiraz sanatı, bir veya birkaç cümleden meydana gelen, arasında i’rabdan mahalli olmayan bir veya birkaç cümle giren, müphemliği kaldırmaktan ziyade, bir nükteden dolayı mana yakınlığı taşıyan cümledir. Bu ayette 3 itirazi cümle vardır. Bunlar “Su çekildi.”, “İş bitirildi.”ve “(Gemi) Cudi’ye oturdu.” cümleleridir.
- Ayrıca bu ayettetıbak sanatının bir çeşidi olan “mukabele” de vardır. Mukabele, cümlede iki veya daha fazla kelimenin zıtlarıyla birlikte bir tertib üzere zikredilmesidir. Bu ayette emir, nehiy, ihbar, nida, sıfat, isim, helak ve ibka, mesut etme, şaki kılma yönüyle mukabele vardır.
- Bu ayette “müsavat” vardır. Müsavat, lafız ile mananın birbirine müsavi olup, ne az ne de çok olmamasıdır.
Sonuç
Peygamberimiz (sav) döneminde belâgat ve fesahat ilerde olduğu için, onun mucizesi de belâgat ve fesahat alanında olmuştur. Peygamberimiz kendisine indirilen Kur’ân’la müşrik Araplara meydan okumuş, onları muarazaya davet etmiştir. Müşrik Araplar belâgat alanında en ileri seviyede oldukları halde bu meydan okumaya karşılık verememişler, Kur’ân’a iman etmeseler bile onun belâgat ve fesahatine hayran olmuşlardır. Bu konuda pek çok tarihi örnek rivayet edilmiştir.
Bu makalede ele aldığımız yedi ayetin her biri, Kur’ân’ın belâgatini gösteren birer numunedir. Her ayet az lafızla, çok manalar ifade etmektedir. Bu makalede “Sana emr olunanı açıkça tebliğ et!” ayetinde 6 nükte; “Çocuğu emzir,…” ayetinde 8 nükte; “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, …” ayetinde 11 nükte; “Rızık olarak verdiğimiz şeylerden infakta bulunurlar” ayetinde 6 nükte; “Allah, iş(ler)inde galip olandır” ayetinde 10 nükte; “Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki….” ayetinde 10 nükte; “Ey arz suyunu yut! ….” ayetinde 24 nükte olduğu kaynaklardan yapılan iktibaslarla ortaya konulmuştur.
Üzerinde durduğumuz ayetlerdeki nükteler, Kur’ân’ın belâgatini anlamak için denizden bir katre hükmündedir. İ’cazu’l-Kur’ân veya Ulûmu’l-Kur’ân adlı kitaplarda bizim zikrettiğimiz nüktelerden daha fazla nükteleri görmek mümkündür.
[1] Kazvinî, Celâleddin Muhammed, Telhis (Meani, Beyan, Bedî), (tercüme eden: Fahreddin Dinçkol), Ebrar Yayınları, 1990, İstanbul, s, 12.
[2] Fazl Hasan Abbas, El-Belâgatu, Funûnuhâ ve Efnânuhâ, Dârü’l-Furkan, Amman, 1997, s, 58.
[3] Corci Zeydan, İslâm Medeniyeti Tarihi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1976, c, 3, s, 43 vd.
[4] es-Süyûtî, Celâleddin, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mektebetu-Nizar Mustafa, Mekke, 1998, c, 4, s, 998.
[5] Bakara, 2/23, 24; Isra, 17/88.
[6] Taberi, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Tefsirü’t-Taberî, Dâru Hicr, ts, c, 23, s, 429,
[7] Kadı İyaz, a.g.e., c, 1, s, 280; Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 830.
[8] Kurtubî, el–Câmi li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Müessetü’r-Risale, Beyrut, 2006, C. 1, s, 236.
[9] İbn Hacer, el-Askalânî, Fethü’l-Bari, Dârü’l-Marife, 1379, c, 6, s, 128.
[10] Râzî, Fahrettin, Tefsirü el-Fahri’r- Râzî, Darü’l-Fikr, 1995, C, 16, s, 137.
[11] Zerkeşî, Bedreddin, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Mektebetü’l-Asrıyye, 2009, c, 3, s, 143.
[12] Nebhanî, İsmail b. Yusuf, Nucumu’l- Mühtedin ve Rucumu’l- Mu’teddin, Mısır, s, 386.
[13] Taberî, a.g.e., c, 14, s, 143.
[14] Ragıp, Ebû’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed el-İsfehanî, Mu’cemu Müfredâti Elfâzi’l-Kur’ân, Defterü Neşri’l-Kitab, Mısır, 1353, s. 276.
[15] İbn Ebi’l-Esba’, Bediil-Kur’ân, Nahdatu Mısr, ts, c, 2, s, 22.
[16] Kurtubî, a.g.e., c, 12, s, 261.
[17] Râzî, a.g.e., c, 10, s, 224.
[18] Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, c, 5, s, 247.
[19] Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 830.
[20] Kadı İyaz, a.g.e., c, 1, s, 281.
[21] Süyûtî, a.g.e., c, 3, s, 829; Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 146.
[22] Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 146.
[23] Bediüzzaman Said Nursî, Zülfikar, Altınbaşak Neşriyat, ts, s, 84.
[24] Kurtubî, a.g.e., c, 11, s, 303.
[25] İbn Kayyim, el-Cevzî, İgasetü’l-Lehvan, Daru İbnü’l-Cevzî, ts, c, 2, s, 813.
[26] Âlusî, Şihabuddin Muhammed, Rûhu’l-Meânî, Dar’u İhyaü’t- Türasi’l Arabî, Beyrut, c, 12, s, 63-68.
[27] Cevdet Paşa, Kasas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, Bedir Yayınları, 1976, c, 1, s, 83.
[28] Âlusî, a.g.e., c, 12, s, 63-68.
[29] Kurtubî, a.g.e., , c, 11, s, 126.
[30] Âlusî, a.g.e., c, 12, s, 63-68.
[31] Zerkeşî, a.g.e., c, 3, s, 145
[32] İbn Ebi’l-Esba’, Tahriri’t-Tahbir fi Sınaatiş-Şi’r ve’n-Nesr, s, 235.
ALINTIDIR
Bir yanıt yazın