Aslında daha en başında insan fıtri bir zikirle yaşamak zorunda bırakılmıştır. İnsanoğlu yaşamak için nefes almaya, dolayısıyla “Hû” zikrini her dâim tekrarlamaya mecburdur.
Yani bu fıtri vird, insanoğlunun yaşaması için kaçınılmaz bir evraddır. Öyle ki sonsuz hayat için de; isteyerek, bilinçlice hakkı zikretmemizi bizlere her an öğütler.
Hatta “Hû” zamirinin bütün dillerde ilginç ses benzerlikleri göstererek “O” anlamına geldiğini düşündüğümüzde, bu virdin lisanlar ötesi bir ilâhi yönlendirme olduğunu hemen fark ederiz.
İnsanoğlunun tekrar etmesi gereken asıl evradı ise, üzerinde yazılı Esma-yı Hüsna şifrelerini tek tek çözmek ve böylece hakk’al yakin derecesinde bir ilm’el yakin imanı elde etmek için gayret göstermektir.
Cevşen’ül Kebir evradımızdan Sekine duasına kadar Üstadlarımızın bizlere talim ettikleri evradlar da, işte bu kudsi amaca, yani Rabbimiz’in ma’rifetine erme hedefine bizleri ulaştırırlar.
Sekine duasındaki ism-i âzam virdi, Rabbimizin kâinatta tecelli eden bütün isimlerinin mücmel bir tarifnâmesi gibidir.
Bu isimleri vird-i zeban etmenin yanında hayatın esası eylediğimizde doğacak güzelliklerin ise hadd u hesabı elbette yoktur.
Mesela Hz. Süleyman’ın inşa ettiği o yüksek medeniyet, azametli tezahürünün gücünü muhtemelen “Sekine’den” yani ism-i âzamdan alıyordu.
Hz. Musa’ya vahyolunan tabletlerin içinde bulunduğu sandığa “Sekine” isminin verilmesi gerçeğini aklımızda tutalım bir kere. Sekine sandığı Hz. Musa ve Hz. Harun’dan sonra Hz. Davud’a intikal etmiş, onun döneminde “Kudüs”e taşınmıştı.
Bize göre sekine sandığının en önemli hususiyeti içinde ism-i âzamın yazılı olduğu tabletlerin de bulunmasıydı.
Nitekim Üstad Hz’leri de 6 ism-i azam için Mektubat’ta “Sekîne denilen esmâ-i sitte-i meşhûre” diyerek o isimlerin “Sekine” olarak adlandırıldığını belirtmiştir. Bu manada Hz. Davud ,“sekine”den yani ism-i azamdan azami derecede istifade etmiş olmalıdır. Genç yaşına ve maddi güçsüzlüğüne rağmen ism-i azamın (sekinenin) tesiriyle büyük güçlere sahip Calut’u yerle bir etmiştir mesela.
Daha sonraki yıllarda da Allah’ın yardımı ve ism-i âzamın bereketiyle Kudüs’ü ele geçiren Hz. Davud, krallığını Fırat nehrine kadar genişletmişti. Milattan önce 900’lü yıllarda yaşamış olan Hz. Süleyman, babasından devraldığı saltanatı adeta kendisinden sonraki asırları da etkileyen muhteşem bir “medeniyet”seviyesine çıkarmıştı.
Hz. Davud elbette ki Allah’ın adını ve emirlerini yaymak adına devletin sınırlarını oldukça genişletmişti. Ancak bu durum yüksek bir medeniyet oluşturmak için yeterli değildi. Zira medeniyet, müşahhas örneklerle inşa edilir. Mücerred olan fikriyatın kuvveden fiile çıktığı noktadır medeniyet.
İşte Hz. Süleyman, o dönemin azametli ism-i âzam medeniyetini evvel emirde Beyt’ül Mukaddesi inşa ederek ilan etmişti. Hz. Davud’a nasip olmayan böyle bir mücessem inşa faaliyeti, Hz. Süleyman’a nasip olmuştu.
Demek ki, bir medeniyetten bahsedebilmemiz için öncelikle bu medeniyetim somut örneklerini hayata geçirmemiz gerekiyor. Bilhassa da sanat ve mimari alanında kendini gösterecek olan medeniyetimiz, ism-i âzamdan beslendiği ölçüde mükemmel olacak.
Beyt’ül Makdis olarak anılan ve mimari etkileri bugüne kadar ulaşan o muhteşem mabed, adeta o dönemde ism-i âzamın hayata geçişinin somut bir örneğiydi. Bu mabedin isminde geçen “Makdis”kelimesi köken olarak “kuds” kelimesinden gelmektedir.
Hatta bu mabedin içinde bulunduğu “Kudüs” şehrinin ismi bile, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği o muhteşem medeniyetin bilhassa “Kuddüs” ism-i âzamına dayandığına işaret olabilir. Kuddüs kelimesiyle bu medeniyetteki kimi mabed ve şehir isimlerindeki paralelliğin Arapça’dan kaynaklandığını düşünmeyelim.
Zira İbranice’de bu mabedin ismi Beta Mikdaş’tır. Burada geçen Mikdaş kelimesi Makdis kelimesiyle benzer kökene ve anlama sahiptir. İki kelimenin kökeni de “kuds” kelimesine dayanır. İbranice ve Arapça’da aynı anlamlara sahip olan bu kelime, “temizlik, mukaddes olma, başkalarına benzememe, farklılık, üstünlük, mukaddes olan Allah” gibi anlamları ifade etmek için kullanılır.
İlginçtir ki “Kuds-Kudş” kelimesi Tevrat’ta da en çok tekrar edilen kelimelerden birisidir. İbranice dini metinlerde Allah’ın ismi olan Kuddüs sıfatının “Kaddiş” şeklinde telaffuz edildiğini de hatırlatalım.
Bu ilginç benzerlik, İmam Ali tarafından ümmete öğretilen ism-i âzamın Beni İsrail’in kimi peygamberleri tarafından çok iyi bilindiğini göstermektedir. İşte Hz. Süleyman da bugün örneklerini göstereceğimiz şekilde ism-i âzamdan azami derecede istifade etmiştir.
Bediüzzaman da 30. Lema’da, öncelikle Kuddüs ismiyle başlıyor “sekine sandığını” açmaya. Belki de son İslam medeniyeti de öncelikle “Kuddüs” isminin yansımalarıyla tezahür edecek.
Ancak biz inanıyoruz ki, ahir zamanda, 6 ism-i âzamın tamamı da farklı farklı renkleri ve yansımalarıyla muazzam medeniyetimize kaynaklık edecektir.
Hz. Süleyman döneminde tezahür eden medeniyetin dayandığı ism-i âzamın hayata geçmiş mücessem bir örneği olan Beyt’ül Makdis medeniyet inşasının ne anlama geldiğini anlamak adına oldukça önemlidir.
Şunu da hatırlatalım, bugün Mescid-i Aksa olarak anılan cami Hz. Ömer Camii’dir. Gerçek Mescid-i Aksa yani Beyt’ül Makdis M.S 70’li yıllarda tamamen yıkılmıştır.
Hz. Ömer Kudüs’ü fethettiğinde bu mabedin kalıntılarının yakınlarına bir cami yaptırmıştır. Hz. Ömer’in bu inşa faaliyeti, ism-i âzam medeniyetini devam ettirme kaygısının Hz. Muhammed’in bir isteği olduğunu da göstermektedir.
Çünkü medeniyet boşluk kabul etmez. Tevhide dayanan bir medeniyet inşa edemediğiniz takdirde, putlara dayanan bir Roma veya ateşi kutsayan bir Sasani ya da günümüzdeki gibi inançsız-maneviyatsız seküler bir medeniyet, o bıraktığınız boşluğu dolduruverir.
Bu açıdan bakıldığında itiraf edelim ki kendi medeniyetimizi inşa edemezsek hepimiz mesul olacağız. Bediüzzaman Hazretlerinin “bu milletin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” çırpınışının sırrını şimdi daha iyi anlıyoruz.
Sahabelerin, tabiinin, tebe-yi tabiinin onca yokluğa rağmen, inşa ettikleri gemilerle Kıbrıs’a, İstanbul’a, Endülüs’e gerçekleştirdikleri yolculukların sırrını, gözyaşlarımız ve pişmanlıklarımız eşliğinde daha iyi anlıyoruz şimdi.
Bugün de Kur’an-ı Kerim’in hakikatli bir tefsiri olan Risale-i Nur’un açtığı marifetullah yolundan geçerek tahkiki imanı elde edenler, ellerinde hazır buldukları Hz. Süleyman medeniyetinin sekinesini yani ism-i âzamı hayata sokmanın gayreti içine girmelidirler.
Medeniyetimizi inşa etmek demek, Kâbe’nin etrafına dev ve ruhsuz gökdelenler inşa etmek demek değildir.
Çünkü bizim medeniyetimiz tevazu medeniyetidir ve Kâbe’nin Allah’ı huzurunda huşu ile rüku edenlerin kuracağı bir yeni medeniyettir.
Hz. Süleyman’ın, cinlerin de yardımıyla inşa ettiği Beyt’ül Makdis’te tezahür eden isimleri her alanda yansıtmak demektir medeniyetimizi inşa etmek. Şunu da söyleyelim ki, aslında Beyt’ül Makdis bile ilk inşa edilen mabed olan Kâbe’nin bir yansımasıdır.
Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Beyt’ül Makdis, Kâbe gibi küp benzeri bir yapıdır. Muhtemelen Kâbe örnek alınarak tasarlanmıştır. Bu yapının etrafı zamanla duvarlarla çevrilmiştir. Bugün “Ağlama Duvarı” olarak anılan yapılar o duvarlardan kalıntıdır.
Bildiğimiz gibi Kâbe küp şeklinde bir yapıdır. Bütün kübik yapılarda olduğu gibi ilk Kâbe’nin de 6 eşit yüzü vardır. İlk Beyt’ül Makdis’te de aynı yapıyı görüyoruz. Birbiriyle eşit alan ölçülerine sahip küp yapısı hayatın her alanında muhteşem bir düzeni inşa etmeyi öğütlemektedir bize. Ayrıca kâinatta tecelli eden 6 ism-i âzamın da bir çeşit sembolüdür bu eşitlik. Hayatımızın 6 ciheti, Kur’an’ın, Kâbe’nin 6 cihetiyle ve 6 ism-i âzamla iç içe geçecek derecede uyumlu olmalıdır. O halde medeniyetimizin merkezi olan Kâbe örnekliğinde muhteşem bir denge ve düzen girecektir hayatımıza.
Kuddûsiyet, Adâlet, Hikmet-Hâkimiyet, Ferdiyet, Hayat ve Kayyûmiyet hakikatleri hayatımızın 6 cihetini de aydınlatacaktır. Böylelikle insanlık gerçek “sekinete” yani “huzura” kavuşacaktır.
Demek ki Hz. Süleyman, aldığı vahye istinaden ilk mabed olan Kâbe’nin simetrik yansımasını Kudüs’ün bağrında inşa ederken aslında tabut-u sekineyi de şerh ediyordu.
Kendi dönemindeki İslamî medeniyeti inşa ederken hayatın 6 cihetini de aydınlatan 6 ism-i âzama dayanıyordu. Mühr-ü Süleyman olarak anılan Hz. Süleyman’ın mührünün 6 köşeden oluşması, bu geometrik tarzın Selçuklu ve Osmanlı mimarisini de derinden etkilemesi asla tesadüfi değildir.
Bu durum Hz. Davud gibi Hz. Süleyman’ın da 6 ism-i âzamdan kendi kabiliyetlerine göre istifade ettiklerini gösterir. Ayrıca bizim medeniyetimizin, o dönemde inşa edilen yüksek medeniyetin devamı ve en mükemmel meyvesi olacağını gösterir.
Bilindiği gibi sekine sandığında 10 Emrin de bulunduğu rivayet edilmektedir. Bu bakış açısıyla bakıldığında Hz. Musa’ya verilmiş olan 10 emrin, 6 ism-i âzamın bir nevi tefsiri olduğu anlaşılacaktır.
İmam Ali’nin üstadımızın şahsında Nur Talebelerine hitaben “kendini Sekîne ile dua edip muhafazaya çalış!” emrini vermiş olması da bizi muhteşem geleceğimiz adına ümitlendirmektedir
Bir yanıt yazın