Ey Kur’ân! İnsanlık namına sana sonsuz minnetlerimi arz ediyorum. Çünkü insan nesli seninle bütün mahlûkat tabakalarının en zirvesine tırmandı. Yaratılmışların en kıymetlisi, en şereflisi oldu.
İnsanı esfel-i sâfilîn olan en derin dalâlet kuyularından, âlâ-yı illiyyîn olan hidâyet bağıstanına çıkardın. Kalplerimizi, ruhlarımızı, dünyamızı, kabrimizi, mahşeri, sıratı ve ebediyeti bizim için nurlandırdın. Hayat verdin idamlık bildiğimiz bütün emvata. İhya ettin ölü sandığımız ömür dakikalarımızı.
Evet, Kur’ân öyle bir dost ve yardımcı ve öyle bir münevvirdir ki, en başta dünyamızı, yani dünyadaki hayatımızı aydınlatır ve nurlandırır.
Kur’ân’ın hakîkî bir tâbisi, talebesi ve hâdimi olan kişi için hayatında ve hayatında geçirdiği hiçbir bâdire ve hâtırasında ümitsizlik yoktur. Yok oluş, mahvoluş, perişanlık gibi mefhumlar lügatçemizde yer almaz. Çünkü Kur’ân’a tâbi olana mü’min denilir. Mü’min için zarar, ziyan yoktur. Başına bir musibet gelse, “elhükmü lillah” der.
Bilir ki, kâinatın ve hâdiselerin ve benim sâhibim ve mutasarrıfım olan Zâtın emir ve iradesi, gücü, kuvveti ve izni olmazsa hiçbir şey hiçbir şeye müdâhale edemez. Böyle düşünen ve inanan insan rahata, huzura ve sükûna kavuşur.
Yine başına bir nimet isâbet etse, “elhamdülillah” der. Çünkü hakîkî nimet verici olan ve bütün nimetler sırf O’nun katından olan bir Zâtın hediyesine, nimetine, ihsan ve ikramına mazhar olduğuna şükür eder. Hasta olsa, hastalık O’nun misâfiri, beden evime şeref verdi. Hem günahlarım dökülecek veya O’nun katında derecem artacak diye sevinir.
Şikâyet değil, şükür eder. Hatta insanın lezzetlerini acılaştırıp tahrip eden ölüm kapısına gelir. En sadık dost, en vefakâr arkadaş ve sonsuz nuranî bir kandil olan Kur’ân der: “Sonsuz merhametli, şefkatli, kullarını seven, ihsanı bol, iyilikleri ve hayırları muhâfaza edici olan bir Sultanın huzuruna gideceksin.”
Mü’min kişinin daha dünyada iken cennetbaha bir hayat yaşamasını temin eder. Hem de insanın ebediyet yolunda uğrayacağı bütün durakları ve âlemleri aydınlatır.
KUR’ÂN KABRİ NURLANDIRAN BİR REFİKTİR
Evet, Kur’ân kabirleri nurlandırır. Çünkü dostluğun en bâriz göstergesi, muhtaç olunduğunda, yardım edilmesi, zorda kalındığında arka çıkılması ve bir musibet ânında teselli edilmesidir. Onun için dostlar, göklerdeki yıldızlara benzetilmiştir ki, ne zaman bir karanlık çökse onlar başımız üstünde beliriverirler.
İşte dostluğun bu ölçülerine göre yapılacak bir değerlendirmede Kur’ân, kabrimizde de en sâdık dost ve en vefalı bir arkadaş olarak kendini gösterir. Öyle ki, kabir kuyusu karanlıktır, dardır, insan yapayalnız ve kimsesizdir.
İnsanın en zorda kaldığı, en dar bir mekândır. İşte bu kabirde öyle bir dosta ihtiyaç vardır ki, o mekânı genişletsin. O kapkaranlık kuyuyu cennet gibi aydınlatsın. İnsanı o yalnız vaziyetten kurtarıp etrafını ruhanî ve nuranî dostlarla doldursun. Evet, Kur’ân kabirde de hem nur ve hem arkadaş ve hem de yoldaştır. Hem onun nuru insanın kabrini nuranî ve ruhanî dostlarla doldurur.
KUR’ÂN MAHŞERİ NURLANDIRIR
Kabir âleminden geçen insan Sur’un üflenmesiyle soluğu mahşerde alır. Başı derde düşmüş, Mizan onun için kurulmuş, hesap telaşı iliklerine kadar işlemiştir. Çocuklar, ana-babasından, ana- baba çocuğundan, eşler birbirinden (bu dehşetten biraz olsun kurtulabilir miyim diye) davacı oluyorlar. İşte böyle dehşet ve şiddet altındaki insan için en lüzumlu şey; onu bu dehşetten, bu hesap korkusundan ve ebedî azabın titremesinden kurtaracak bir dost, bir tesellici ve şefkatli bir şefâatçidir. İnsanoğluna bu teselli ve dostluğu gösterecek olan yine Kur’ân’dır.
KUR’ÂN SIRATI NURLANDIRAN BİR KANDİLDİR
Mahşerin, hesabın ve Mizanın dehşetini atlatan insanın önüne yeni bir bâdire açılır.
Tabir yerindeyse (muhatabın durumuna göre) “kıldan ince, kılıçtan keskin” olan bir köprü kurulmuştur. Köprünün altı en derin kuyulardan daha da derin. En karanlık mekânlardan daha da karanlık. Soğukların en kırıcısı ve yakıcısı, kokuların en tahammül edilmezleri ve ateşlerin en nursuz olanlarının yurdu ve anavatanı olan cehennem kurulmuştur.
Allah muhâfaza, insan düşmeye görsün.
Ateş öyle şiddetlidir ki, temas ettiği anda temas ettiği kişinin külünü dahi bırakmaz.
Köprünün sonunda ise; nur ve nuranî olan ne varsa hepsinin anavatanı olan, tuğlaları, altından, gümüşten, yakuttan ve zümrütten olan sarayların kurulu olduğu ve o saraylarda eşlerinden başkasına bakmayan ve görünmeyen tertemiz eşler, baldan, sütten ve sâfî sudan Kevser ırmaklarının aktığı, hased, kıskançlık gibi ârızalardan arınmış dostlukların bulunduğu, gözlerin bütün zevklerini tam tatmin edecek muhteşem manzaraların, dillerin bütün lezzetlerini tam doyuracak tatların ve gıdaların bulunduğu, sönmeyen, solmayan, bitmeyen, eksilmeyen ve eskimeyen bir cennet kuruludur.
İşte insanın en büyük ihtiyacı odur ki; onu ebedî kuyuya düşmekten kurtarıp, ebedî saâdet mekânı olan cennet taraflarına geçmesini sağlayacak bir dost, bir tiryak, bir deva bulsun. İşte insanın aradığı dost ve tiryak ve o karanlık mekânları ebedî olarak aydınlatacak olan kandil Kur’ân’dır.
KUR’ÂN, MEYVESİ CENNET OLAN MÂNEVÎ BİR AĞAÇTIR
Dünyadan, kabirden, haşirden, sırattan geçen insanın gönlünde yatan ve her biri ebede kadar uzanan arzularını, isteklerini, lezzetlerini, his ve duygularını ve fıtratındaki bitmez, tükenmez ve ebeden başka hiçbir şeyle susmaz ve sâkinleşmez ve tatmin olmaz olan şu fıtrat-ı insana, adı Cennet olan, her yönüyle nur ve her şeyi nuranî olan, bitmeyen, kesilmeyen ve kesintiye uğramayan, hiçbir lezzeti bozulmayan, eksilmeyen bâki bir mekân ve mahal, bir vatan lâzımdır.
İşte Kur’ân, öyle bir tarladır ki, ebedî meyveler yetiştirir. Öyle nuranî bir ağaçtır ki, dalları, çiçekleri, meyveleri ebede kadar uzanır. Cennet gibi bir meyve verir.
İnsanın yüzünü ebediyen, tam ve mükemmelen güldürür. Tatmin eder. Mutmain kılar. İşte Kur’ân öyle sâdık ve vefakâr bir dosttur ki, insanı bu ebed yolculuğunun hiçbir kertesinde ve merhalesinde ve aşamasında yalnız ve çaresiz bırakmaz. Ne mutlu Kur’ân’ın dostluğunu kazanana. Ne mutlu Kur’ân’la dostluk kurana.
Bir yanıt yazın