Yüzyıla yakın bir zamandır bazı şahıs veya gruplar tarafından Kur’ân’ın Arapça olduğu sorgulanmakta ve ibâdetlerin Türkçe yapılması savunulmaktadır. Fakat bu görüşü savunanlar nedense pek de ibâdet yapan kesimler değildir. Onlar Türkçe ibâdeti kendileri için değil de başkaları için istemektedirler. Halkımızın ekseriyeti zâten bu tür iddialara pek kıymet vermemektedir. “Kur’ân’ı niçin Arapça okuyoruz?”, “Namazı niçin Arapça kılıyoruz?” gibi çok da iyi niyet taşımayan bu sorular -maksadının aksine- bugüne kadar Müslümanları Kur’ân okutmaktan vazgeçirememiştir.
Bu mevzuu öncelikle iki görüş olarak ele almak gerekirse:
İlk görüşe göre; Kur’ân – bir ibâdet olarak aslî, Arabî haliyle- okunmalı, tüm ibâdetler Kur’ân’ın Arapça aslıyla yapılmalı ve Kur’ân’ın mânâlarından haberdar olunmak için meal ve tefsir okunmalıdır.
Buna zıt olan Kur’ân’ın sâdece anlamını öğrenmeye odaklı görüşe göre ise; meal okunmalı ve Kur’ân’ın Arapça aslî şekli bütünüyle terk edilerek ibâdetler Kur’ân’ın tercümesiyle yapmalıdır.
Birinci kısım ehl-i sünnetin görüşü olup zâten olması gerekendir. Fakat İkinci görüş Kur’ân ve sünnet ölçülerine göre oldukça zıt olduğu kanaatindeyiz. Çünkü:
KUR’ÂN’IN ARAPÇA OLMASINI ALLAH DİLEMİŞTİR
“Apaçık beyan eden Kitab’a and olsun ki şüphesiz biz, (anlayıp) akıl erdiresiniz diye onu Arapça bir Kur’ân kıldık.” (Zuhruf, 3)
“Hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’ân olarak (indirdik) tâ ki sakınsınlar.” ( Zümer, 28)
Allah, insanlar için pek çok dil yaratmış, fakat kullarıyla konuşmak için bu diller arasından Arapçayı seçmiştir. Evrensel bir kitabın Arap bir peygamberle ilk olarak Arap bir kavme gönderilmesinde elbette çok hikmetler vardır.
İmam Zerkanî; “Âyetlerden de anlaşılıyor ki; Kur’ân’ın Arapça olması Allah’ın takdiridir. Çünkü aziz Kitab’ın, arşını terk etmesi mümkün değildir. Onun arşı Arapçadır. Kur’ân’ı o arşa oturtan da Yüce Allah’tır. Kur’ân’ı Allah, sözlerin en güzeli yapmış, ona i’caz tacını giydirmiş, onun Arapçasını da bu i’caz ve i’tizaza (izzetine) bir ayna yapmıştır” diyerek Kur’ân’ın arşının Arapça olduğuna dikkat çekmiştir.
Kur’ân aleyhine şartlanmamış her insan aşağıdaki izahlarla “Evrensel bir kitabın Arapça nâzil olmasının kaçınılmaz olduğunu” kolaylıkla idrak edebilecektir.
ARAPÇAYI DİĞER DİLLERDEN ÜSTÜN KILAN ÖZELLİKLER
Tarihe bakıldığında her dil doğduktan sonra gelişmiş, zamanla dönüşüme uğramıştır. Bir kısım diller ise zaman içerisinde kaybolup gitmişlerdir. İşte, Arapçayı diğer dillerden farklı kılan belki de en önemli özellik; “tekâmül süreci” olmamasıdır. Arapça, ilâve ya da eksiltmeye müsâit bir yapısı olmayarak, sâbit ve mükemmel kurallarıyla baştan sona hudutları belli, gelişmeye ihtiyacı olmayan dünyadaki tek dildir. Bu suretle de İlâhî tebliğin vâsıtası olmaya en lâyık lisan olmuştur.
Arapçanın vasfı; “Lisan-ı nahvî”dir. Yani Arapça gramer kuralları bakımından hiçbir dille mukâyese edilemez.
Mânâda hiçbir kayıp olmadan en kısa bir şekilde anlatım sâdece Arapçaya hastır. Belâgat, edebiyat ve fesahat bakımından da dünya dilleri içinde en gelişmiş dildir. Bu sebeple Arapçadaki ifadeleri hiçbir dil tam anlamıyla karşılayamamaktadır.
Kelime açısından en zengin dil, yine Arapçadır. Her eylem için farklı bir kelimesi vardır. Bir kökten farklı birçok kelime türetilmektedir.
Ayrıca Arapçada kelimelerin anlamı ile sesleri arasında uyum bulunmaktadır. Mesela; “zelzele” denildiğinde anlamdaki “sarsıntı” sanki dilde de hissedilmektedir. Bu sebeple ruhun, kalbin, aklın tercümanlığını yapabilen en mükemmel dil Arapça olduğu gibi akla, ruha, kalbe ve insanın tüm latifelerine İlahî hakîkatleri hissettirebilecek tek dil yine Arapçadır.
Allah dileseydi başka bir lisana aynı husûsiyetleri vererek bu vazifeyi gördürebilirdi. Fakat hikmet-i İlahiye Lisan-ı Arabîyi iktiza etmiştir.
Arapça, Arap toplumunu Kur’ân’ı anlamaya hazırladı
Arap toplumunda şair ve hatipler belâgatli şiirler ve fesahatli hutbelerle halka tesirli nasihatler verirdi. Câhiliye döneminde kitâbî olmayan bir Arapçayla Arapların fesahat ve belâgatte bu derece ilerlemeleri ibrete şayan bir durumdur. Çok geri, câhil ve bedevî bir toplum olmalarına rağmen bu toplumu Allah, Arapça ile fesahat ve belâgate yönlendirerek Kur’ân’ı anlamaya ve Kur’ân kültürüne hazırladığı anlaşılmaktadır.
KUR’ÂN ARAPÇASI, MUZİCEDİR
Kur’ân-ı Azimüşşan indirilmeden Arapça henüz kitabî değildi. Yani çoğunluğu ümmî olan câhiliye Arapları Arapçayı kurallarına en uygun bir şekilde konuşuyor, fakat yazıyı neredeyse hiç kullanmıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, fesahat ve belâgatin son haddine çıktığı bir devirde Arapça yazılmış ilk kitaptır ve Arapçanın nahivdeki en yüksek derecesiyle nâzil olmuştur.
Arapça, Kur’ân’ın gelmesiyle kitabîleşmiş, âdeta yeniden doğmuş ve anlam kazanmıştır. Kur’ân Kerim’in gelmesiyle Arapça başta İslam toplumlarının dilleri olmak üzere dünya üzerindeki tüm dilleri de etkilemiştir.
Arap edip ve hatipler Kur’ân’ı dinlediklerinde hayrete düşmüş, o hudutsuz, nihâyetsiz, emansız fesahat ve belâgat karşısında üdeba ve büleganın eserleri kıymetten düşmüştür.
İmam Zerkanî şöyle bir örnek vermektedir:
“Padişah tahtını boşaltırsa izzet ve kuvvetten padişah için ne kalır? İşte bu Kur’ân’ı Allah, sözlerin padişahı yapmış, ona i`caz tâcını giydirmiş, onun Arapçasını da bu i`caz ve i`tizaza bir ayna yapmıştır.”
Evet, Arapça nahivde, belâgatte emsali olmayan ve her mânâyı en iyi bir şekilde anlatan tek lisan olmasına rağmen Kur’ân onu en yüksek bir anlaşılırlık ve açıklık ile parlatmıştır. Bundan anlaşılıyor ki; mukaddes ve mucize olan, Kur’ân Arapçasıdır.
SEMA EHLİNİN DİLİ ARAPÇADIR
“Onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâîl), korkutuculardan olman için, apaçık Arabça bir lisân ile senin kalbine indirmiştir.” (Şuara, 193–195)
İmam Kurtubî tefsirinde: “Âyette geçen “Arapça” kelimesi onu Arap dili ile indirdik demektir. Çünkü sema ehlinin dili Arapçadır” demiştir.
İmam Süyûtî ise İtkan’da; “Bütün semavî kitaplar Arapça olarak indirilmiştir. Her vahiy Arap diliyle gelmiş her peygamber bunu kendi diline çevirerek ümmetine tebliğ etmiştir”, der.
Ömer Nasûhî Bilmen ise mezkûr Âyet-i Kerime hakkında şöyle der:
Öyle bir lisan ki mânâsı âşikâr, anlamı açıktır. Nitekim Hûd, Sâlih, Şuayb, İsmail Aleyhimüsselam da ümmetlerini bu pek geniş, fasih -anlam ve hakîkatleri akıcı ve ahenkli bir uslûbla ifade eden lisan ile Hak Dine davet etmişler, muhâlefet edenleri korkutmuşlardır.
KUR’ÂN, LAFIZ VE MÂNÂSIYLA MUZİCEDİR
Kur’ân’ın “i’caz”, “belâgat” ve “usandırmama” mucizeleri Arapçasıyla ortaya çıkar.
Hz. Cebrail’in (as) Kur’ân’ın belâgati hakkında: “Levh-i mahfuzdaki Kur’ân harflerinin her biri Kafdağı büyüklüğündedir. Her harfin çeşitli mânâları vardır. Bunları ancak Allahu Teâlâ bilir” dediği rivâyet edilmiştir. (İtkan, 103)
Kur’ân’ın i’cazı, benzerinin getirilememesidir. Böyle bir eseri ortaya koymaktan tüm mahlûkat acizdir. Belâgati ise; her kelimesi ve her âyetinin bütün zamanlara, bütün kesimlere en uygun ve en yerinde olan hakîkati söylemesidir. İşte Kur’ân’ın i’caz ve belâgatinin anlaşılması lafız ve mânâ bütünlüğü ile mümkündür.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri “İ’cazın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder ve en parlak i’caz, Kur’ân’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir” der. Üstadın nazımdan kastı; kelimelerin, cümlelerin, âyetlerin dizilişidir. Nasıl Mimar Sinan alelâde taşları alıp Selimiye’de kullanmış ve alelâde taşlar bir araya gelmekle mimarî bir hârika vücuda gelmişse, Kur’ân da daha önce alelâde olan kelimeleri alıp nazmetmekle -onları dizmekle- ortaya mucize olan bir kitap çıkmıştır.
Dolayısıyla Kur’ân mânâsıyla, lafzıyla ve harfleriyle mucizedir. Değil bütün Kur’ân, bir sûre, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi dahi birer mucize hükmündedir. Belki tek bir harf olan “na’büdü”nün “nun”u sayfalarca anlatılabilecek hakîkatlerin nurlu anahtarıdır. Kur’ân tercüme edilse onun mânâsı ile lafzı birbirinden ayrılmış olur. Mânâsı ile lafzı birbirinden ayrıldığında i’caz ve belâgati kaybolur.
Usandırmamasına gelince: İnsan akılının gıdası mânâdır. Fakat daha pek çok hissimiz var ki; mânâyı düşünmek bir müddet sonra onları yorar ve usandırır. Letâif denilen bu hislerimizin gıdası İlâhî ve nebevî kelimelerdir. Kur’ân’ın yine bir mucizesidir ki; akıl mânâyı idrak etmese de o letâif Kur’ân’ı okumaktan ve dinlemekten hiç usanmaz ve feyz almaya devam ederler.
Arapça hâricindeki lisanların –farz-ı muhal olarak- Kur’ân’daki mânâları akla bildirebileceği düşünülse bile sâir lisanlar Kur’ân’ın lafız ve harfleri gibi hayattar olmadıkları için aklın hâricindeki hislerin gıdalarını temin etmekten âcizdirler.
KUR’ÂN, GÜNÜMÜZ HARFLERİYLE OKUNABİLİR Mİ?
Allah’ın (cc), kelâmına zarf olarak Arapçayı seçmesiyle Arapça ve Arap harfleri İslam’a mal olmuştur. Diğer taraftan Arap yazısının iptidaî tarzda kalmayıp tekâmül etmesinin yegâne sebebi İslam dinidir. O halde bu harflere, Arap harfleri değil “Kur’ân harfleri” ve “İslam harfleri” denilmesi doğru sayılacaktır.
İslam harfleri, İlâhî kelâmın kutsiyet ve ulviyetini dâima taze tutan mübârek mahfazalar hükmündedir. İmam Süyûtî; “Kur’ân, Kur’ân harflerinden başka bir alfabeyle yazıldığında âyetler vahiy olma özelliğini kaybeder. Çünkü vahiy lafız ve mânâdan müteşekkildir. Zira Cebrail (as) da Kur’ân’ı lafzıyla getirmiş ve peygambere Arapça olarak vahyetmiştir” demiştir. (İtkan, 103)
Kur’ân’ın lafızları ve harfleri Kur’ân’ın hayattar cildi hükmündedir
Kur’ân’ın lafızları ve harfleri, İslâm’ın ismi ve alâmetleridir. Âyetlerin hakîkî mânâlarını muhâfaza eden onun hayattar lafızları ve harfleridir. Dolayısıyla değişmesi şer’an mümkün olamaz. Hem Kur’ân’ın lafız ve harfleri mânâsına hayattar bir cilt hükmüne geçmiş. Lafız ve harfleri değiştirilse okunan, Kur’ân olmaz.
Mânâ ruhtur, İlâhî lafız ve nebevî kelimeler ise mânâya giydirilen cansız elbiseler değil, cesedin hayattar cildi hükmündedirler. Elbise değişir, fakat cilt değişse vücuda zarardır. Hatta namaz ve ezandaki mübarek lafızlar mânâlarına isim olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilemez.
En câhil bir mü’min dahi her gün söylediği “Lailaheillallah”ın, günde beş defa okunan Ezan-ı Muhammedî’nin, şükür için söylenen “Elhamdülillah”ın, namazda okuduğu “Fâtiha”nın mânâsını öğrenebilir.
Hem “Sübhanallah” diyen insan, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu yeterlidir. Dünyevî rütbeler için günde yüz kelime ezberleyenler için ebedî hayatın anahtarı olacak kelimeler, bu kudsî lafızlar değiştirilemez.
Kur’ân’ın lafız ve harfleri mü’minlere muallimdir
Bilindiği gibi bir şeyin başka bir şeyi hatırlatmasına çağrışım diyoruz. İslam memleketlerinde de Ezan, Elhamdülillah, Sübhanallah, Lailaheillallah gibi kudsî, Arabî İlahî kelimeler hatta mezar taşlarındaki Kur’ân harfleri dahi ehl-i imana lisan-ı hal ile pek çok manevî manaların özetini hatırlatan muallimler hükmündedirler.
KUR’ÂN VE İSLAM BÜTÜN MİLLİYETLERİNDİR
Her milletin kendi milliyetini ve kültürünü sevmesi fıtrîdir. Fakat Kur’ân’ın muhâtapları tüm insanlıktır. Müslümanların ırkları ne olursa olsun onların hakîkî milliyetleri MİLLİYET-İ İSLAMİYEDİR. Hiçbir millet Kur’ân’ı tek bir ırka âit kılamaz; Türkleştiremez, Araplaştıramaz… Hâl böyleyken Kur’ân’ın aslî lisanından uzaklaştırma fetvaları hiç de masum değildir.
Kur’ân’ın Arapça okunmasına muhâlefet edenler genellikle caminin içindekiler değil dışındakilerdir. Cami dışındakilerin cami içine karışmaya çalışması garip olmakla beraber, bu tür düşünceler Kur’ân’ı tahrif etmeye yönelik bir teşebbüsü ima etmektedir. Zira Kur’ân asırlar boyunca Arapça özelliğiyle tahriften korunmuştur. Dolayısıyla bu durum bu düşünceyi savunanların daha çok Kur’ân’ı tahrif etme düşüncesini taşıyanlar olduğunu göstermektedir.
Ayrıca iman zayıflığı ile ortaya çıkan arzî ve ârızî bu görüşler Âlem-i İslam’ın tek bir dille tek bir millet olarak ibâdet etmesine muhâlefet etmek ve dolayısıyla Müslümanların birlik ve beraberliğine engel olmak anlamı taşımaktadır.
KUR’ÂN LAFIZ VE MÂNÂSIYLA KALBE TESİR EDER
Kur’ân-ı Azimüşşan insan aklını hayrette bırakacak en büyük hakîkatleri gösterirken her insanın kulağına ve nefsine de hârika bir haz verir. Kur’ân’ın üslubuna dikkat edilerek güzel bir şekilde okunduğunda, kalplerdeki tesiri muhteşemdir.
Müşriklerin “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin. O okunurken yaygara koparın, belki o zaman baskın çıkarsınız.” (Fussılet, 26) demeleri bu endişeleri sebebiyleydi. Belâgat sanatında ileri olan câhiliye Arabı Kur’ân’ın edebî ve tesirli üslubuna hayran kalıyor ve etkilenme korkusuyla kulaklarını kapatıyorlardı.
Henüz iman etmediği dönemde Cübeyr b. Mut’ım (ra) Peygamberimizin (asm) Tûr Sûresi’ni okuduğunu duyduğunda “Kur’ân’ı işittiğim zaman sanki kalbim parçalanacaktı.” demiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Kur’ân, kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i’câzını gösterir. Kur’ân’ın mânâsını anlamadan dinleyen avam insanlar, Kur’ân’ı büyük bir hazla dinlerler. Az sözle dahi müteessir olan hastalara Kur’ân’ın sesi, zemzem suyu gibi tatlı gelir.
Kur’ân’da harflerin, cümle içerisinde kendilerine âit ses musikîlerine göre mucizevî olarak tertip edilmiş olması kalbi ve ruhu etkileyecek nağmeleri oluşturmaktadır. Ve Kur’ân’daki bu musikî sırrına, Kur’ân’la boy ölçüşmek isteyen hiçbir Arap edibinin eseri güç yetirememiştir. (Sâir dillerde bu zâten söz konusu bile olamamıştır)
Bir harfinin dahi yanlış okunmasıyla – ya da değiştirilmeyle- onun sesindeki ruhî duygulara hitap eden mucizevî tınısının bozulduğunu anlamak mümkündür.
Mânâların akla telkinine engel olmadan tüm ruhî duyguların haz alması… İşte bu husûsiyet Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta yoktur.
“Kur’ân-ı Kerim’in harflerinden ve bu harflerin oluşturduğu kelimelerden ortaya çıkan mükemmel ve muazzam nazım, indirilmesinden itibaren insanları kendine hayran bırakmaktadır. Kur’ân aleyhinde şartlanmamış her insan onun insicamındaki, telifindeki ve insanın ruhuna yaptığı derin tesirdeki dile âit bu musikiyi duymamazlıktan gelemez.”
İslam olmayan kimseler dahi bu gerçeği inkâr edemeyerek Kur’ân-ı Kerim’in insan ruhu ve belleği üzerindeki derin tesirini itiraf etmek durumunda kalmışlardır.
KUR’ÂN HER ASRA HER TOPLUMA HİTAP EDER
Kur’ân’ın muhâtapları, insanlar ve cinlerdir. Kur’ân’ın hitabı, bunların ayrı ayrı tabakalarının ayrı ayrı anlayışlarını tatmin edecek şekildedir.
Mesela siz her yaş ve meslekten insanın olduğu karışık bir topluma herkesi muhâtap alarak konuşmak isteseniz, oldukça zor bir durumla karşı karşıya kalırsınız. Çocukların ve ihtiyarların, akademisyenlerin ve câhillerin, zekilerin ve safların aynı anda muhâtabınız olması ve hepsinin sizi anlaması imkânsız gibidir.
İşte, Allah kelamı için böyle bir zorluk söz konusu değildir.
Kur’ân’da Rabbimiz, bütün zaman ve bütün mekânları muhâtap kabul etmektedir. Muhâtaplar 40, 50 kişi değil, geçmiş ve gelecek zamanlar ve milletlerdir. Zaman değiştikçe ve mekânlar farklılaştıkça muhâtapların ne kadar farklılaştığını anlamak zor değildir.
İşte Kur’ân, hiçbir zorluk olmaksızın bütün zamanlara, bütün milletlere ve tüm beşeriyet tabakalarına hitap etmiş ve onun mesajını tüm muhâtapları alabilmiştir. Kur’ân’ın kendini kabul ettirmesi, okutturması, meşgul etmesi ve hala yaşaması hârikulâde bir olaydır. Bu hârikulâde olayın gerçekleşmesinde Kur’ân’ın Arapça olmasının büyük bir rolü vardır.
Kur’ân, başka kelamlarla kıyas edilemez. Her tabakaya hitap eden başka bir kitap yoktur.
KUR’ÂN’I HER MİLLET KOLAYCA OKUR VE EZBERLEYEBİLİR
Kur’ân Arapça olmasına rağmen Arap olmayan mü’minler Kur’ân’ı telaffuzda zorluk çekmezler.
Kadı İyaz şöyle diyor: “Onu öğrenenlerin hıfzetmelerindeki kolaylıkla, hıfzetmeye elverişlilik hakkında Allahu Teala şöyle buyurmaktadır; “And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur’ân’ı kolaylaştırdık.” (Kamer;17, 22, 32, 40)
Kur’ân büyüklüğüyle beraber ezberlerken karıştırmaya sebep olacak derecede içerisinde benzer âyetlerin bulunmasına rağmen çocuların bile hâfızasına kolaylıkla yerleşmesi Kur’ân’ın bir mucizesidir.
İSLAM’IN İBÂDET DİLİ ARAPÇADIR
“Kim Allah`ın kitabından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir haseneye on misli sevap verilir. Ben Elif Lam Mim bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, Lam bir harftir, Mim bir harftir diyorum.” (Tirmizi)
Namazda ya da başka bir ibâdette -Arapça bilinsin ya da bilinmesin- Kur’ân’ın nâzil olduğu dilin dışında Kur’ân okumak câiz değildir. Peygamber Efendimiz (asm) hadisinde; Kur’ân bizzat Arapçasından okunmak şartıyla ibâdet sevabı kazandıracağını bildirmektedir.
Kur’ân; lafızları ve harfleri, ibâdet olan tek İlahî kitaptır. Diğer semavî kitaplar ise sâdece içindeki İlahî hükümler öğrenilmesi için okunur. Kur’ân, her harfiyle Müslümanlara binler sevap kazandırır.
Bedîzüzzaman Hazretleri de; “Şeriattendir ki; Kur’ân kelimatı ve harfleri Kur’ândan olmak cihetiyle her birinin on sevabından tut tâ binler sevaba kadar uhrevî meyveler verir. Gafletle okunsa dahi sevab verir” diyerek Kur’ân’ın lafız ve harfleriyle Kur’ân olduğunu ifade etmiştir.
Ayrıca burada ifade etmemiz gereken önemli bir husus daha var ki; Müslümanların ibâdet dilinin Arapça olması birlik ve beraberlik dini olan İslam’ın bir gereğidir. Bunun en açık örneği Mescid-i Haram’da görülür. Her dilden Müslüman bir arada olduğu ve birbirlerinin konuşmalarını anlamadıkları halde Allah’ın seçtiği tek bir dille yapılan bir çağrı ile ittifak ederler ve uyum içinde namaz kılarlar. Müslümanların en önemli birlik sebeplerinden biri aynı dille ibâdet ediyor olmalarıdır.
Bunlarla beraber Müslüman için Kur’ân’ın mânâsının anlaşılması elbette elzemdir. Fakat ibâdette esas olan aklın mekanik olarak Kur’ân’ın kelime mânâlarını anlaması değil, Kur’ân’ın maksadının anlaşılması ve kulun şuur ile Yaratıcısına yönelmesidir.
KAYNAKLAR
İtkan
Hak Dini Kur’ân Dili
İşaratül İ’caz
Mektubat
Ez-Zerkânî- Menâhilu`l-İrfan fi Ulûmi`l-Kur’ân
El-Câmiu li-ahkâmi’l- Kur’ân
Farukî, İslam Kültür Atlası
Kısas-ı Enbiya
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Kur’ân-ı Kerim Tarihi, İslam Peygamberi
El-Câmiu li-ahkâmi’l- Kur’ân
Bir yanıt yazın