Rabbimiz buyurur ki : [ لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ ] yani sen olmasa idin, kâinatı yaratmazdım. Kâinatın hürmetine yaratıldığı Muhammed (asm)’ a sahâbeler sorarlar:
Ya Resûlallah, siz mi daha faziletlisiniz, yoksa Kur’ân mı daha faziletlidir? Peygamberimiz (asm): “Kur’ân’ın tamamı değil; bir harfi dahi benden üstündür, daha faziletlidir.” der.
Bir harfinin bile Allah’ın Habibi’nden daha faziletli olduğu Kur’ân-ı Azimüşşan, bu özelliği ile Resûl-i Ekrem (asm)’ın da en büyük mucizesidir. Kur’ân, Peygamberimiz (asm)’ın en büyük mucizesi olduğu gibi, Peygamberimiz (asm) da, Kur’ân’ın bir mucizesidir. Yani Kur’ân’ın bahsettiği bütün ahlâkî güzellikler ve faziletlerin en güzel ve mükemmel misali Muhammed (asm)’dır. Başka bir ifade ile söyleyecek olursak, Kur’ân’ın emir ve yasaklarına riâyet eden bir insan, düşmanlarının bile faziletini inkâr edemediği ahlâk timsali bir insan hâline gelir. Âdeta o Zat (asm), Kur’ân’ın emirlerine itaat cihetiyle yürüyen, canlı bir Kur’ân gibi idi.
İşte bu Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın katında da şüphesiz o kadar kıymetlidir ki, Rabbimiz onun indirildiği geceyi, günler ve geceler içerisinde en mübârek ve kıymetli gece ilan etmiş ve bin aydan daha hayırlı kılmıştır. Bu ne demektir? Bir kimse o geceyi yani kadir gecesini ihya ettiğinde yaklaşık seksen dört sene ibâdet etmiş gibi Cenâb-ı Hakk’ın ecir ve sevabına nâil olmaktadır. Başka bir ifade ile o gece yapılan ibâdet ve taata bire otuz bin sevap verilmektedir. Yani insan o gece bir rek’at namaz kılsa otuz bin rek’at, bir sayfa Kur’ân okusa otuz bin sayfa Kur’ân okumuşçasına ecir ve sevap yazılmaktadır.
Biz burada Muhammed (asm)’ın en büyük mucizesi olan Kur’ân-ı Azimüşşan’ın birkaç hususiyetinden bahsetmeye çalışacağız.
Evet, Kur’ân Resûl-i Ekrem (asm)’ın en büyük mucizesi olduğu gibi Kur’ân’ın da en parlak mucizesi “belâgatıdır”. Yani bir sözün ve kelamın kusursuz olmakla beraber yerli yerince olması, başka bir ifade ile yerine ve adamına göre konuşma sanatıdır.
Hz. Musa (as) zamanında sihre ilgi çok fazla olduğundan, Musa (as)’ın mucizeleri o sihirleri yok edecek türden zuhur etmişti. Hz. İsa (as) zamanında ise tıp ilmi çok yaygın olduğundan İsa (as)’ın mucizeleri o tıp cihetinde geldiği gibi; Peygamberimiz (asm) zamanında ise dört şey çok meşhur idi: 1- Belâgat ve fesâhat 2- Şiir ve hitâbet 3- Kâhinlik ve gaybdan haber vermek 4- Tarihî olayları ve yer ile göklerdeki olayları bilebilmek. İşte Kur’ân nâzil olduğunda bu dört gurup meslek erbabını hayretlerle diz çöktürdü ve Kur’ân’ın büyüklüğünü itiraf ettirdi.
Kur’ân nâzil olmazdan evvel Arap yarımadası, okuma yazması olmayan insanlarla dolu idi. Bu durumda olan Araplar, unutmak istemedikleri övünülecek hâl ve hikâyeleri ile ahlâkî terbiyeye yardımcı olacak ifade ve sözleri yazı ile muhâfaza edemedikleri için sözlü muhâfaza etmek mecburiyetinde idiler. Bu muhâfaza işini daha güzel ve kolay yapabilmek ve kalıcı olmasını sağlamak için de şiir ve hitâbete çok büyük bir önem vermekte idiler. Ta ki bu birikimleri nesilden nesile zevkle nakledilsin. Bu sebepten dolayı, o zamana kadar hiçbir millet, edebiyatta Arapların seviyesine ulaşamamıştır. Allahu Teâlâ onlara başka hiç bir kimsenin sâhip olamadığı derecede bir dil kıvraklığı, akıllara durgunluk verecek bir ifade gücü vermiş ve bunu onların tabiatı ve karakteri hâline getirmiştir.
Dil bir güçtü ve silahtı; insanlar dilleriyle diğer insanlara her şeyi yaptırabiliyorlardı. Onlar bu konuşma ve ifade özellikleri ile güç işleri kolaylaştırır, kinleri ortadan kaldırır, kötülükleri tahrik eder, korkakları cesaretlendirir; cimrileri cömertliğe, zayıf karakterlileri olgunluğa sevkeder, ayıkları âdeta sarhoş hâle getirirlerdi.
Yine bu belâgat hayranlıklarının eseri olarak her türlü hazırlıkları yapılmış bir savaş, bir edîbin konuşması sâyesinde durur ve yine başka bir edîbin konuşması neticesinde de iki kavim birbirleriyle harbe girerlerdi.
O zamandaki edebiyata ve güzel konuşmaya hayranlığı anlatan bir örnek meşhur bir hâdisedir: Ebrehe Yemen San’a’da bir mabed yaptırır; fakat hiç gelen gideni yoktur. Etrafındakilere sorar: “Benim mabedime neden kimse gelmez?” Etrafındakiler cevaben: “Efendim, Arapların kadîm mabedi Mekke’dedir, oraya giderler.” derler. Bu cevabı alan Ebrehe bilindiği gibi fillerden müteşekkil muazzam bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıkar ve gelip Mekke’yi kuşatır. Mekkelilerin develerini gasp eder. O zaman Mekke’nin emîri olan Peygamberimiz (asm)’in dedesi Abdulmuttalib, Ebrehe’ye gelir, bir konuşma yaparak develeri ister. Fakat bu isteme esnasında öyle mükemmel bir hitâbetle konuşur ki Ebrehe hayran hayran bu konuşmayı dinler ve der ki : “Ey adam ben zannettim ki bu konuşmanın neticesinde benden bu kuşatmayı kaldırıp geri dönmemi isteyeceksin ve ben buna hazırdım, bu konuşmanın hürmetine dönerdim; fakat sen benden develeri istiyorsun!” Cevaben Abdulmuttalib: “Ben develerin sâhibiyim, Kâbe’nin sâhibi başkadır ve onun sâhibi onu korur.” cevabını verir.
İşte böyle belâgatın en yaygın kabul gördüğü bir zamanda Kur’ân-ı Azimüşşan nâzil oldu. Başta belâgat ehline birden diz çöktürdü. Hayretle Kur’ân’ı dinlediler. İkincisi şâir ve hâtiblere öyle hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altın ile yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına iftihar için asılan meşhur “Muallakat-ı Seb’a’larını indirtti, kıymetten düşürdü ve اِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ gibi âyetlerle onlara meydan okudu. Ve muârazaya yani mücâdele etmeye davet ettiği halde hiçbir Arap edebiyatçı buna cesâret edememiş; eden birkaç kişi ise rezil olmuştur.
Gönülleri okşayan hoş üslubu karşısında en büyük düşmanları bile onu, yani Kur’ân’ı dinlemekten kendilerini alamamışlardır. Velid b. Muğire, Ahnes b. Kays, Ebu Cehl b. Hişam birbirlerine söz verdikleri halde yine de dinlemeye devam etmişlerdir.
Necm Sûresi’nin sonunda secdeyi emreden âyeti, mü’minlerle beraber müşriklerinde bulunduğu bir topluluğa Peygamberimiz (asm) okuduğunda mü’minler secdeye gittiler, müşrikler de dayanamayıp onlarla birlikte secdeye kapandılar. Secde yapmayı gururuna yediremeyen müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye b. Halef yerden bir avuç toprak alıp alnına götürdü.
Bir gün yine müşriklerin ileri gelenlerinden Velid B. Muğire Kureyş’in ileri gelenlerini toplayıp: “Muhammed (asm) hakkında ağız birliği yapalım, farklı farklı şeyler söylemeyelim” der. “Pekiyi ne söyleyelim? Kâhin? Hayır olmaz! Onun sözlerinde kâhine benzer ifadeler yok. Mecnun diyelim. Hayır, onun hallerinde mecnunluk hâli yok! Şâir diyelim. Hayır, şair olamaz! Sihirbaz diyelim. Hayır, o ne üfürmesini ne de düğüm vurmasını bilir; peki o halde ne diyeceğiz? O’na söylenecek en uygun söz yine sihirbaz demektir; çünkü onun sözleri sihir gibi insanları büyülüyor. Kişiyi oğlundan, kardeşinden eşinden ve aşiretinden ayırıyor.”
Yine Mekke’nin ileri gelenlerinden Utbe B. Rebia Peygamberimiz (asm)’ın huzuruna gelerek onu davasından vazgeçirmek ister. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) Fussilet Sûresi’ni okumaya başlar. Nihâyet on üçüncü âyete geldiğinde Utbe Peygamberimiz (asm)’ın mübârek ağzını eli ile kapatır ve “Allah aşkına sus” der süratle oradan uzaklaşır. Evine kapanır, birkaç gün evinden çıkmaz, Mekkeliler merak edip gelirler, ne olduğunu sorarlar. Utbe: “O sözlerin etkisini üzerimden atmak için böyle yaptım” der. Ve yine hayranlığını ifadeden kendini alamaz ve der ki: “Vallahi Muhammed (asm) bana öyle sözler söyledi ki şu kulaklar onların benzerlerini hiç duymadı. Ona karşı söyleyecek bir şey bulamadım. O’nu kendi hâline bırakmanızı tavsiye ederim.”
Meşhur bir şair ve Devs kabilesi ileri gelenlerinden olan Tufeyl B. Amr Mekke’ye geldiğinde Kureyşliler ona: “Ey Tufeyl, Muhammed (asm)’ı dinleyenlere bir şeyler oluyor, akraba arasını açıyor, sakın dinleme” demişler. Tufeyl bu sözlerden o kadar etkilenmiştir ki Kâbe’ye her gelişinde kulağına bir şeyler tıkardı. Fakat bir gün kendi kendine şöyle der: “Ben ne kadar bâtıl itikatlı bir insanım, Muhammed (asm)’ın söylediklerini işitmek bana ne zarar verebilir ki? Ben doğru ve yanlışı ayırt edebilecek bir insanım” diyerek Kur’ân’ı dinler ve hidâyetle müşerref olur.
Kur’ân-ı Kerim’in insanlığı âciz bırakan üslubundaki bu mükemmellik sâdece asr- ı saâdette Araplar tarafından övülmüş bir gerçek değildir. Her asır bu hususu belirtmiş, hatta günümüzde Kur’ân’ı inceleyen gayr-ı müslimler dahi ister istemez bu güzelliği itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Mesela, Kur’ân’ı Fransızca’ya çeviren Sorbon Üniversitesi’nden bir Fransız profesör şöyle demiştir: “Hatta Arapça bilmeyen bir Avrupalı, bazı sûrelerin okunmasından hisleniyor. Ya Muhammed’(asm)in muasırları hakkında neler düşünülmez.” Arapça bilmeyen insanların bile yine Kur’ân’dan etkilenmeleri ile alâkalı bir dostumuzun anlattığı hâdise de çok anlamlı idi. Dostumuz, Türkçe ve Arapça bilmeyen bir Amerikalıya: “Sana bir şey okuyacağım, dinledikten sonra hissettiklerini bana söyle” der. Önce sakinleşmesini ve dikkatini okuyacağı şeye vermesini söyler ve Felak Sûresi’ni okur. Dinleyen şahıs: “Birilerinin birilerine bir oyun ve hile yaptıklarını hissettim” der. Hayret edilecek bir şekilde o şahsın ruhu bu surenin özet mealini hissetmiştir.
Yine İslâmiyet aleyhtarı eserleri ile tanınmış bir papaz bile: “Filolojik bakımdan (yani kısaca dilbilimi) bakımdan Kur’ân’ın üslubu dikkate değer bir mükemmelliyettedir” demek mecburiyetinde kalmıştır.
Daha bunlar gibi pek çok örnekler verebiliriz, burada kısa kesip Kur’ân-ı Azimüşşan’ın bazı hususiyetlerinden örnekler vererek konumuzu başka cihetten delillendirmiş olalım.
Kur’ân’ın belâgatını kuvvetlendiren bir hususiyet de sûreler, âyetler, kelimeler hatta harfleri arasında bir münâsebet ve irtibat bulunması ve bunların dizilişlerinin de belli düzen, gâye ve mantıkla dizilmiş olmalarıdır. Ayrıca aynı veya yakın mânâya gelen kelimelerin içinden en münâsibi seçilmiştir, o tercih edilen kelimenin yerine daha güzelinin bulunup yerleştirilmesi ise mümkün değildir.
Bu sözlerimizi örneklerle açıklamaya çalışalım:
[İla âhir …² ثُمَّ أَنزَلَ عَلَيْكُم مِّن بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُّعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِّنكُمْ](Âl-i İmran, 154)
– Bu âyette elifbadaki 29 harften hepsi yer almıştır;
– “يا” ile “الف” en hafif ve birbirinin yerine kullanılabilecek kadar iki kardeş gibi her birisi yirmi birer defa tekrar edilmiş.
– “ميم” ile “نون” birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için her birisi otuz üçer defa zikredilmiştir.
– [ص س ش] ağızda telaffuz ediliş şekli itibariyle kardeş harfler oldukları için her biri üç defa,
– [ع غ] kardeş oldukları halde [ع] daha hafif altı defa, [غ] teleffuzu ağır olduğu için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir.
– [öط ظ ذ ز]ö ağızda telaffuz ediliş şekli itibariyle, sesçe kardeş oldukları için her birisi ikişer defa zikredilmiştir.”
Beş özelliğini zikrettiğimiz bu âyetteki harflerin, daha pek çok diziliş hârikalığı mevcuttur ki gören gözlere “Bunu bir beşerin yapması mümkün değil, Allah’tan başkası yapamaz!” dedirtir.
Bir başka örnek:
وَلَئِن مَّسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِّنْ عَذَابِ رَبِّكَ (Enbiya, 46) (And olsun ki, onlara Rabbinin azabından hafif bir kokucuk, azıcık dokunsa elbette: “Eyvah bize!…) bu âyette Cenâb-ı Hak, azabın şiddetini anlatıyor. Fakat azabın şiddetini en az azabı zikrederek anlatıyor. Yani “Allah’ın en az azabını bile görseniz “Eyvah” dersiniz, nasıl Allah’ın şiddetli azabına tahammül edebileceksiniz” diyor. Bu âyette öyle muazzam bir kelime intizamı var ki hârikulâdedir. Şöyle ki: Âyet umumen Allah’ın azabını en hafifini zikrederek Azab-ı İlahînin şiddetini anlatıyor; fakat bu hakîkati anlattığı âyette kullandığı kelimelerin tümü “azlığı” ifade eden kelimelerden tercih edilmiştir. Mesela: مَسَّ kelimesi azlığı ifade eden bir kelimedir ki azıcık dokunmaktır. نَفْحَةٌkelimesi yine azlığı anlatır ki bir defa kokucuk demektir. Bu iki örnekte olduğu gibi bütün kelimeler hepsi de azlığı ifade eden kelimelerdir.
Başka bir örnek: Nas Sûresi’dir.
1- De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine,
2- İnsanların hükümdârına,
2- İnsanların İlâhına,
4- O sinsi vesvesecinin şerrinden.
5- O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar.
6- Gerek cinlerden, gerek insanlardan.
Yukarıda mealini de verdiğimiz bu sûrede Cenâb-ı Hak (sin) yani (s) sesini tercih etmiştir. Dedikodu yapan insanlara “Fıs fıs ne dedikodu yapıyorsun?” denildiği gibi, bu âyette de bunu hissettirir tarzda bir üslub kullanılmıştır. Âdeta bu âyetin mânâsını bilmeyen bir insan bile bu sesten bu âyetin dedikoduculardan bahsettiğini hissedebilecektir.
Son olarak Bedîüzzaman Hazretlerinin İşârâtü’l-İcaz adlı tefsirinden ve bu tefsir vesilesi ile Kur’ân-ı Azimüşşan’ın hârikalarının birkaçından bahsedelim.
Bedîüzzaman Hazretleri’nin 1915 yılında Birinci Dünya Savaşı’nda Harb Meydanı’nda yazdığı İşârâtü’l-İcaz tefsiri sahasında eşsiz bir tefsirdir. Altmış yetmiş cilt olarak tasarlanan bu tefsir, savaş şartları ve ondan sonraki durumlar tefsirin tamamlanmasına engel olmuş; ancak birinci cildi tamamlanabilmiştir. (Said Nursî Hazretleri ileride bahtiyar bir heyet tarafından bu tefsirin tamamlanacağı ümidindedir). Fâtiha Sûresi ile otuz üç âyetin iki yüz altmış sayfada izah edildiği bu tefsirde Bedîüzzaman Hazretleri bütün âyetleri ve kelimeleri tek tek inceleyip içerisindeki ince zarif mânâları ortaya koymakla beraber; yine bütün âyet ve kelimelerin önceki âyet ve kelimelerle olan münâsebetlerini ortaya koyarak tefsir yapmıştır. Bir başka ifade ile “Bir kelimenin bir önceki kelime ile ve bir sonraki kelime ile münâsebeti nedir? Neden bu kelime bu arada yer almıştır?” Sorularına cevap vererek bütün âyetleri incelemiştir. Hatta bazen bu inceleme harflere kadar inmiştir. Yani harflerin yerlerindeki münâsebetlerde izah edilmişlerdir. Mesela: “Besmeledeki Allah, Rahman, Rahim isimleri neden arka arkaya gelmişlerdir ve neden başka Esma-i Hüsna değil de bu isimler tercih edilmişlerdir?” gibi pek ince hakîkat hârika bir şekilde izah edilmiştir.
Bunun yanında âyetlerde kullanılan kelimelerin yerine aynı ve yakın mânâya gelen başka kelimelerin neden kullanılmayıp da bu kelimelerin kullanıldıkları da mükemmel bir şekilde tefsir edilmiştir. Mesela: اِهْدِنَا الصِّرَا الْمُسْتَقِيمَ ‘deki sırat kelimesinin tercih edilmesi ile alakalı Bedîüzzaman Hazretleri şöyle der: “Tarik” veya “sebil” kelimelerine “sırat” kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdud ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işârettir.
Netice olarak, gerek İşârâtü’l-İcaz tefsirindeki hârikulâde izahlar gerek diğer misaller ve daha buraya kaydedemediğimiz binlerce misaller var ki “Bunlar bir beşerin eseri olamaz, bir insan böyle bir şeyi yapamaz!” demeye herkesi mecbur ediyor.
Allah’ım, bize Kur’ân’ın sırlarını anlamayı nasip eyle. Bize nurlarından elbiseler giydir. Bizi lütuflar deryasına daldır. Üzerimize marifet nurlarının en güzellerini yağdır.
Bir yanıt yazın