Hz. Âdem’le insanlığa sayfalar şeklinde gönderilen İlahî mesajlar, medeniyetler ilerledikçe; Tevrat, Zebur, İncil gibi büyük kitaplarla insanların ihtiyacı nispetinde inkişaf ediyordu. Fakat bu kitaplar, belli bir zaman ve mekânla sınırlıydı ve ancak bazı kavimlerin ihtiyaçlarını tatmin eder nitelikteydi. Aslında onlar tüm zamanlarda hükmü geçecek olan bir kitaba fihrist oluyorlardı. İstikbale dalları uzanacak olan bir ağacın çekirdeği gibiydiler. O “Kur’ân-ı Kerim” öyle bir ağaçtı ki; hem bütün O suhufların, kitapların özünü hem de onlara tabi olan fedakâr kavimleri anlatıyordu. Ve en güzel meyvelerini açtığı asr-ı saâdette geçmiş ve geleceği buluşturduğu gibi, en son âhirzamanda gelen insanlara dahi her bir âyet ve kıssalarıyla kendi zamanlarına ve yaşam şartlarına uygun, sanki o asırda yeni nâzil olmuş gibi dersini veriyordu.
Asr- ı saâdette kabul etmeseler de onun hârika üslubuna secde edenler, asırlardır ve özellikle de son asrın her geçen çeyrek asrında yenilenen bilimin, keşif ve icatlarının en zirve noktalarının 14 asır önce Kur’ân’da bahsedildiğini görenler, iman edip secde etmeseler de beşer kelamı olmadığını kabul ediyorlar. Ve bu asrın en büyük putu olan bilim ve icatlar; Aynı Hz Musa’nın kıssasında anlatılan, o kavmin tapar derecede kıymet verdikleri buzağının kesilmesi hâdisesi gibi, Kur’ân’ın mucizevî kılınıcıyla kesiliyor. Nasıl ki buzağı o zamanın insanı için tarım ve hayvancılığın, en büyük zenginliklerinin kaynağıydı. Bu asırda ise dünyanın hareket merkezi, bilim ve teknoloji etrafında dönüyor. İşte O kıssa dahi bu asırdaki insanlığa aynı dersi verip onları putlarını kesmeye davet ediyor.
Kur’ân’da anlatılan başka bir kavim de “Uhdud Ashabı”:
Bir rivayete göre Hz. İsa’dan sonra yaşanmış bir hâdise; Allah’a inanmayan kâfir bir kral, mü’minleri dinlerinden döndürmek için, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır. Allah’a inananlar hendeğin başına getirilir, imanında ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır. Âyet-i kerimede şöyle bahsedilir: “Uhdud Ashabı’na lânet olundu. Tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi, onların, kudreti her şeye gâlip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka bir şey değildi”. (Bürûc Sûresi: 4-8) “Dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamız”. (Yâsin Sûresi: 41-42)
Burada daha nice binekler diyerek gemilerden başka bineklerin de icat edileceğine işaret ediyor. Gemiden sonra ilk icat edilen binek buharlı trenlerdir. 19. yüzyılın başlarında İngiltere’de en gelişmiş hâliyle icat edilmiştir. Ne ilginçtir ki; uzun hendeklere benzeyen bu trenler de altında yakılan ateşin üzerindeki kazanlardan çıkan su buharıyla çalışıyor ve aynı âyette anlatılan kanal ve hendek tabirine benzeyen derin bacasından dumanı tütüyordu. Ve nasıl Uhdud Ashabı’nın hendekleri onları öldürüyordu, aynı bunun gibi İngiltere’de Darwin gibi bilim adamlarının, dinsizliğe bilim adını verdikleri akımların mânevî yangınları ve sonra da “hayat bir cidaldir” felsefesiyle çıkardıkları dünya savaşlarının yangınları İslam âlemini sarmıştı. Ve trenler de bu savaşlarda asker ve erzak sevkiyatında kullanılıyor ve İslam ülkelerini ekonomik olarak da esâretleri altına alıyorlardı. İşte milyonlarca Müslüman’ın mânen ve maddeten yenilmelerine sebep olan bir icada Kur’ân-ı Kerim asırlar öncesinden işaret etmiştir. Ve âhirzaman ümmetine Uhdud Ashabı’ndan ders vermiştir. Şu asırda dinsizlik ateşiyle mücâdele edenler de aynı hendek ashabının zulümlerine aldırmadan mücâdele eden o fedakâr mü’minler gibi güzel neticelere vâsıl olabilir.
Trenle aynı asırda 19. yüzyılın ortalarında teknolojik ve ekonomik noktada, dünyanın kaderini değiştiren elektrik akımının kullanımına ve ampulün icadına çok belirgin işaretlerden Nur Sûresi’nde şöyle bahsedilir: Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misâli, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fânus içindedir. Cam fânus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya âit olmayan mübârek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kâbiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. (Nur Sûresi: 35)
Allah’ın Nur ismine güneş bir ayna olduğu gibi, elektrik vasıtasıyla ışık veren lambanın yaydığı ışık da bir aynadır. “Onun yakıtı ateş dokunmasa bile ışık verebilir” denilmesi; sudan dahi elektrik üretilebilir ve bir kibrit bile yakmadan, bir düğmeyle ya da bir temasla o ışık bize hizmet eder. O ışık her türlü enerji kaynağından (madenler vs..) elde edilebildiği için onun kaynağı bir yere de âit değildir.Ve cam fanusun yani ampulün içindeki tel, elektrik akımıyla temas etiğinde tıpkı inci gibi parlayan bir yıldızı andırır. Bu âyet, hem ampulü hem de kaynağı olan elektriği ne güzel anlatır. Ve bu tasvirler “Biz ezelî bir ilimden geliyoruz” derler. Âyetin “O nur üstüne nurdur” kısmı da; nurun, yani ışığın kaynağı olan elektrik vasıtasıyla çalışan tüm iletişim cihazlarının İslam nurunun yayılmasına hizmet etmesine de latif bir işaret var.
Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin mucizeleri anlatılırken; onların insanları ve toplumu sâdece mânevî olgunluğa ulaştırmalarından değil maddeten yükselişin de onların rehberlikleriyle olduğundan bahseder.
Gemiyi ilk inşa eden Hz. Nuh
Hz. Nuh (as)’ın gemisinin, tarihî kaynaklarda üç katlı bir gemi olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca bu hadiseyle ilgili Kur’ân-ı Kerim’de; “Nihâyet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca…” (Hud Sûresi: 40) âyetinde geçen ‘tennure’ kelimesi, kaynayan kazan ya da ocak tabirinde kullanılır. O kazanlar da gemiye bir güç olan buhar gücü için ısı oluşturmuştur. Demek ki; üç katlı ve buharlı bir gemiden bahsediliyor. Bu özelliklere sâhip bir gemiyi, insanoğlu ancak 20. yüzyılda Titanik adlı bir gemide uygulayabilmiştir. Böylelikle; Hz. Nuh gemicilik sanatında, Hz. İdris (as)’ın terzilik sanatında, Hz. Yusuf ise saatçilikte sanatkârlara üstad olmuşlardır. Ayrıca, Kur’ân’da geçen Hz. Yusuf kıssasında; Hz Yusuf Mısır’da Maliye Bakanlığı vazifesindeyken, ekinleri başaklarıyla muhâfaza etmesi ona vahyedilir ve böylelikle büyük bir kıtlığı engelleyen mucizesiyle insanlığa gıdaları muhâfaza sanatını öğretir.
Süleyman (as)’ın mucizelerinde ise çok garip sanatlara işaretler vardır
Rüzgârı da Süleyman’ın emrine verdik ki, sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alırdı. (Sebe’ Sûresi: 12) “Semavî kitapların esrarına vâkıf bir âlim ise, “Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm,” dedi. Süleyman Belkıs’ın tahtını yanında hazır görünce. (Neml Sûresi: 40)
Hz. Süleyman’ın emrine verilen rüzgârdan bahseder bu âyetler. Bununla bir günde iki aylık yol almaktan bahsedilir ki; Bu âyetlerle Cenâb-ı Hak beşeriyete; siz de çalışırsanız yolculuklarınızı kısa zamanda yapacağınız binekler bulabilirsiniz diyerek o mucizeyle bu yolu insanlığa açmış. Ve hepimizce malum olan uçağın icadıyla bu yolculuklar gerçekleşiyor. Ayrıca Hz. Süleyman ziyârete gelen Belkıs’ın Yemendeki tahtının Şam’da yanında hazır görünmesi de çok daha ileri bir teknolojiye işaret eder. Bunun şu an gerçekleşen tarzı üç boyutlu görüntüyle insanların canlı yayında sesleriyle ve suretleriyle görüşebilmesi. Allah bilir ki; bunun daha ileri bir boyutu olan ışınlanmaya da işaretler olabilir. Çünkü Kur’ân’ın kıyamete kadar hükmü geçerli olduğundan, bizden sonraki keşiflere de mutlaka işaretleri vardır. Nasıl Hz. Süleyman rüzgârın emrine verilmesiyle memleketinin her yerini kontrol altında tutabiliyordu. Şimdiki zamanda da radyoaktif, elektromanyetik dalgalanmalarla hareket eden iletişim ağlarıyla her an her yerden haberdar olabiliyoruz. Nasıl Hz. Süleyman dünyaya bu mucizeler vasıtasıyla adâletle hükmediyordu, kâinatın bir halifesi olan insan da bu vasıtalarla dünyada adâleti sağlayabilir. Günümüzde bu yöntemlerle zâlim insanların suçları tespit edilebiliyor ve onların şâhitliğiyle birçok dava çözülebiliyor.
Hz. Musa’nın mucizesi bu asra tam on ikiden isabet etmiştir
Biz ona “Asânı taşa vur” demiştik. Asâsını vurduğu yerden on iki pınar fışkırdı. (Bakara Sûresi: 60)
Hz. Musa’nın asâsını taşa vurarak on iki pınar fışkırtma mucizesiyle, hem o asrın insanına imanın ab-ı hayatını sunuyor, hem de istikbalde buna benzer makinelerle yerin kilometrelerce derinlerinden su çıkarabilmeleri için teşvik ediyor. Sondaj makinelerinin uç kısımları da bir asâ gibi sivri olup derinlerden su çıkardığı gibi bu asrın insanı için ab-ı hayat hükmünde olan petrolü çıkartmalarıyla da o mucizenin bu asırdaki şâhitleri oluyorlar.
Hz. İsa tıbba öncülük yapıyor
Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim. (Âl-i İmrân Sûresi: 49) Hz. İsa (as)’ın bu mucizesiyle; “Ey insan! Ümitsizliğe kapılma! Sen de çaresiz zannettiğin hastalıkları çaresini bulabilirsin” diyerek insanoğlunu araştırmaya teşvik ediyor. Nitekim kök hücre nakliyle son dönemlerde felçli insanların yürüyebildiğini hatta bazı körlerin dahi şifa bulabildiğini görüyoruz.
Hz. Davud sanayinin mimarı
Demiri onun için yumuşattık. (Sebe’ Sûresi: 10) Ona ilim ve hikmet ile hakkı ve bâtılı açıkça ayırt eden bir ifade gücü verdik. (Sâd Sûresi: 20) Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık. (Sebe’ Sûresi: 12)
Demir ve bakırı eriterek zırh yapan Hz. Davud (as)’a demir ve bakırı ince tel gibi yapma sanatı verilmiş. Bundan anlaşılıyor ki; hem bu madenleri bulma sanatı hem de onları işleme sanatı öğretilmiş ki; şu asırda bütün sanayinin temeli budur. Zülkarneyn kıssasında da demir ve eritilmiş bakırdan surlar inşa edildiği anlatılır. Bu sistemdeki yapılar ancak bu asrın ‘Metalürji’ ve ‘Konstrüksiyon’ teknolojisiyle yapılabilmektedir. Yani cevher ve metalin kullanımı ve taşıyıcı sistemleri çelikten üretilen inşâatlardır.
“Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin” dedik. Demiri de onun için yumuşattık. (Sebe’ Sûresi: 10) Hz. Davud’un Zebur’u okurken çıkardığı Davudî sesinin dağlar ve kuşlar tarafından tekrar edilmesi mucizesiyle bu asırdaki ilk fonografla icadı başlayan ses kayıt cihazlarına işaret ediyor. Nasıl cansız veya kuşlar gibi akılsız şuursuz mahlûklar konuşur diyenlere şu asırda demirden ve çelikten icat edilen, sesi kaydedip tekrar eden nice cihazlar delildir. Zamanımızdaki radyo, Cd. Çalar gibi cihazlar vasıtasıyla okunan Kur’ân âyetleri de aynı Hz. Davud’un sesinin akisleri gibi kâinatın her yerinde çoğalıp aks-i seda ediyor.
Ateşi, imanıyla emrine alan peygamber
Dedik: “Ey ateş, İbrahim için serin ve selâmetli ol.” (Enbiyâ Sûresi: 69) Hz. İbrahim’in, Nemrut’un yaktırdığı devasa ateşte yanmayıp etrafının gül bahçesine döndüğü mucizesidir. Bu, iman nurunun cehennem ateşini söndüreceğine bir delil olduğu gibi, Hz İbrahim’in ateşe atıldığında üzerindeki gömleğin bile yanmaması, ilerde ateşin yakmadığı gömlekler icat edileceğine işarettir. Aynı buna benzer yanmayan, itfaiyecilerin kullandığı bir kısım gömlekler de şu asrımızda icat edilmiştir.
Bizler, eğer bu keşif, icat ve sanatların asıl sâhibinin Rabbimiz olduğunu görürsek, ancak o zaman dinsizlerin esâretinden kurtulabiliriz. Bizi asıl terakki ettirenin; batı medeniyetini taklit etmek değil, Kur’ân’a uymak olduğunu anlayabiliriz. Elbette her şeyde isâbet eden ezelî nazar, bizim hayat tarzımızın nizamında da isâbetli olacaktır.
İşte ey bu asrın üzerinde durup mâzi ve müstakbeli Kur’ân dürbünüyle seyreden insan! Nasıl; Kur’ân’ın tüm asırlarda hükmünün geçtiğini ve her asırda tazelendiğini bunun gibi nice âyetlerle görüyorsun. Demek ki; zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor.
Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı
Bir yanıt yazın