Kur’ân’ın hak kelamullah (Allah’ın kelamı) olduğuna âit deliller çoktur. Biz teferruatına girmeden bu delillerden bir kısmını bahsedip sıralayacağız.
1. BELÂGATİ VE TAKLİT EDİLEMEMESİ
Belâgat: Sözün fasih, akıcı, etkili, güzel, pürüzsüz olmasıyla birlikte, hitap edilen kimseye, içinde bulunulan duruma uygun düşecek şekilde söylenmesidir.
Kur’ân, meydana çıktığı vakit bütün âleme meydan okudu. Ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı. Dostlarında taklit, yani Kur’ân’ın üslubuna benzemek ve onun gibi konuşmak hissi. Düşmanlarında ise, tenkit ve karşı çıkma, yani Kur’ân’ın üslubuna karşı çıkmak ve onun mucizeliğini kırmak hissi. Bu zamana kadar yazılan milyonlar kitaplar meydandadır. İnsanların fikirlerinin birbirine eklenmesiyle beraber hiç birisi Kur’ân’a yetişemiyor.
Çünkü o zamandan beri devamlı meydan okuyarak Kur’an’ın benzerini getirmeye davet edip, kendini beğenmiş ve edebî konuşan ediplerin ve söz sanatların bilen beliğlerin damarlarına dokundurup gururlarını kıracak bir tarzda: “Ya bir tek sûrenin mislini getiriniz. Ya da dünyada ve âhirette felâket ve aşağılanmayı kabul ediniz.” diye ilan ettiği halde o asrın inatçı belâgatçileri, bir tek sûrenin mislini yani benzerini getirememekle savaş yolunu seçmeleri ispat eder ki, o yolda gitmek mümkün değildir. Çünkü en kolay yol bir sûrenin benzerini getirip işi bitirmekti. Fakat yapamadılar. Eğer yapılsa idi, kâfir ve münâfıklar bunu her tarafa yayacak ve tarihlere şaşaalı bir şekilde geçireceklerdi. Asırlar geçtiği halde hâlâ da yapılamadı ve yapılamayacak da. Hâlbuki, Kur’an meydan okuma devam ediyor!
Buna dâir o zamandan iki misal. Şöyle ki, o zamanda yapılan şiir yarışmalarında dereceye giren yedi şiiri altın harflerle yazıp Kâbe’nin duvarına asıyorlardı. İsmine de Muallakât-ı Seb’a diyorlardı. O şiirlerden birisi de meşhur Lebid’in şiiri idi. Kur’ân geldikten sonra Lebid’in kızı babasının şiirini indirmiş. Ona sorduklarında o demiş: “Âyetlere karşı bunun kıymeti kalmadı.”
Hem bedevî bir edip (فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرْ) (Öyle ise emrolunduğun şeyi çatlatırcasına anlat) âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatine secde ettim.”
Hem bu kitapların en güzelleri Kur’ân ile beraber okunduğu zaman, kim dinlese, kesinlikle diyecek ki: “Kur’ân, bunların hiçbirine benzemiyor. Demek Kur’ân bu kitapların derecesinde değildir.” Öyle ise ya hepsinin altında olacak ya da hepsinin üstünde olacak. Altında olan şık ise hiçbir fert, hiçbir kâfir, hiçbir ahmak hatta şeytan dahi bunu diyemez. Öyle ise umum o yazılan kitapların üstündedir. Öyle ise mucizedir. Öyle ise kelamullahtır.
Hem belâgatin dâhi imamlarından Abdülkahir Cürcanî, Sekkakî ve Zemahşerî gibi birçok âlimler ittifakla karar vermişler ki, Kur’ân’ın belâgati insanların gücünün üzerindedir, yetişilmez.
2. GAYBDEN HABER VERMESİ
Her hangi bir insan, böyle bir kitap yazmaya çalışsa, hem geçmişten hem gelecekten doğru olarak bahsedemez. Belki, hurâfeler suretinde bazı şeylerden bahseder. Bizler için hem geçmiş hem gelecek hem de bilmediğimiz şeyler gaybdır.
Kur’ân’ın gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması, geçmiş ümmetlerin hallerini görürcesine haber vermesi ve verdiği haberlerin vâkıa mutâbık olması ve sonradan yapılan araştırmalarla doğrulanması, gösteriyor ki, insan sözü değildir. Mesela, Hazret-i Musa’ya (as) uyanların denizin yarılması ile kurtulması ve Firavun ile askerlerinin suda boğulmasını anlattığı yerde Firavun’un cesedini koruyacağını ve sonra insanlara ibret olması için ortaya çıkaracağını ifade eden “(Ey Firavun!) Bugün artık senin (boğulan) cesedine necat (kurtuluş) vereceğiz (sâhile atacağız) ki arkandan gelenlere bir ibret olasın!” (Yunus Sûresi, 92) sözü sonra gerçek olmuştur. Kızıldeniz’de 20. yüzyılda secde hâlinde bir ceset bulunmuştur. Şu anda İngiltere’de bir müzede bulunmaktadır. Kur’ân’ın gelecekten verdiği haberler de doğru çıkmış ve çıkmaya devam ediyor. Mesela, Mekke’nin ve Hayber’in fethini, Rumlarla İranlıların yapacağı savaşta Rumların gâlip geleceğini, Bedir savaşından önce müşriklerin mağlup olacaklarını, Peygamberimiz (asm) ile sahâbelerin korkmadan Mekke’yi ziyâret edip umre yapacaklarını önceden bildirmiş ve daha sonra bunlar aynen çıkmıştır. İslam’ın kuvvetlenerek bütün dinlere üstün geleceğini, daha Mekke fetholmadan önce haber vermiş ve bir asır geçmeden İslâmiyet, batıda Fransa içlerinden doğuda Hindistan’a kadar yayılarak bu haber gerçekleşmiştir. Daha bunun gibi pek çok gelecek haberleri Kur’ân’ın haber verdiği gibi çıkması onun hak olduğuna önemli bir delildir.
3. GENÇLİĞİ VE ESKİMEMESİ
Hiçbir beşer sözü veya kitabı her yönden 1400 sene kendisine mürâcaat edilen bir kaynak olmaz. Çünkü insanların yazdığı kitaplar, kendileri gibi yaşlanıp eskimeye mahkûmdur.
Fakat üzerinden 1400 sene geçtiği halde her gruptan insanlar, çeşitli sebeplerle her devirde, her asırda, her zamanda Kur’ân’ı okuyup ona mürâcaat ediyorlar. Kur’ân, bütün zamanlardaki insanların ihtiyaçlarına cevap veriyor. Ortaya koyduğu hükümler, meseleler eskimiyor, vakti geçmiyor. Her asırda bütün insanların ihtiyacı olan hayatî mevzuları ders veriyor. Vakti geldikçe, o asrın ihtiyaçları ortaya çıktıkça Kur’ân’ın o ihtiyaçlara cevap olacak işâretleri de taşıdığı fark edilerek o devalar Kur’ân’dan alınabiliyor.
Âlimler, ilimlerini ondan alıyorlar ve almaya devam ediyorlar. Müçtehitler içtihat hükümlerini ona bina ediyorlar ve hükümleri ondan çıkarmaya devam ediyorlar. Vâizler vaazlarını ve nasihatlerini ondan yapıyorlar ve yapmaya devam ediyorlar. Duâ edecek kimseler duâsını Kur’ân’dan öğreniyorlar. Hastalar şifaları için ona mürâcaat edip okuyorlar veya okutuyorlar. Hatta bilim adamları dahi bazı buluşlar için Kur’ân’dan istifade ediyorlar. Bütün bunlar, Kur’ân’ın gençliğini ve tazeliğini gösterir. Bu da onun hak olduğuna delil olur. Evet, zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor.
4. KUR’ÂNDAKİ İLİMLERİN İNSANÜSTÜ OLMASI
Kur’ân şu kâinattan ve içindekilerden ve yaratılışın başlangıcından öyle bahseder ki bütün âlemleri yaratmayan ve şu kâinat binasının ustası olup her an her şeyi göremeyen birisi o şekilde bahsedemez.
Hem Cenâb-ı Hak, kendi kitabında kendi zâtını, sıfatlarını ve isimlerini ve icrâatlarını öyle bir tarzda anlatıyor ki, ancak, Allahu Teâlâ Hazretleri kendini öyle mükemmel surette anlatıp ders verebilir. Âciz ve küçücük bir insanın gayb perdesi arkasındaki âlemlerin Rabbini sönük akıl feneriyle bu şekilde tanıyıp keşfetmesi mümkün değildir.
Hem Kur’ân imanın altı esasını ve bunlardan çıkan pek çok imanî meseleleri öyle anlatmıştır ki, tarih boyunca pek çok felsefe cereyanları bazen o meselelerin en küçükleri içinde boğulup çıkamamışlardır.
Hem Kur’an’da öyle bir şeriat var ki, bir insanın, üstelik ümmi olduğu halde, miras, eşya, ceza, aile, idare hukuku gibi hukukun bütün çeşitlerini asırlarca insanlığı saâdet, adâlet ve hakkaniyetle yönetecek bir şeriatı tek başına yapması mümkün değildir. Hâlbuki diğer beşerî hukuk sistemlerinin her birisi asırlar boyu süren çalışmaların neticesidir ve hiçbir insanın tek başına yaptığı bir çalışmanın mahsulü değildir. Kur’an’ın nâzil olduğu yirmi üç sene gibi çok kısa bir süre içerisinde bütün hukuk çeşitlerini adâletle ortaya koyması onun bir insan sözü değil, Allah sözü olduğunu açıkça ispat eder.
Hem Kur’an cennet ve cehennemden öyle bahseder ki, insan okuyunca gerçekten çok etkileniyor. Cennetle alâkalı âyetleri okurken sanki yaşıyor gibi lezzet alıyor ve oraya olan şevki artıyor. Cehennemle ilgili âyetleri okurken de ciddi şekilde korkuyor ve endişeleniyor. Bir insanın hiç görmediği âhiret âlemlerini bu şekilde bilmesi ve anlatması mümkün değildir.
Hem ancak fenlerin gelişmesi ile ortaya çıkan; denizlerde tatlı ve tuzlu suyun birleşmemesi, ana rahminde ceninin üç karanlık içinde yaratılması, göklerin devamlı genişletilmesi ve dünya semasının koruyucu bir tavan olması gibi Kur’ân’ın bin beş yüz sene evvelden bahsettiği öyle fennî konular var ki, o dönemdeki bir insanın kendi başına onları bilmesi imkânsızdır. Demek Kur’ân Yüce Yaratıcının kelamıdır.
İşte Kur’ân, bunlar gibi daha pek çok öyle yüksek ilim ve hakîkatlerden ve o kadar çok çeşit meselelerden bahsediyor ki, bir insanın onları kendiliğinden bilmesi ve bu şekilde ifade etmesi imkânsızdır. Hem bu kadar farklı meseleler bulunmasına rağmen içinde hiçbir çelişki bulunmaması gösteriyor ki Kur’ân insan kelamı değil, Allah kelamıdır.
5. GERÇEKLEŞTİRDİĞİ BÜYÜK İNKILAB
Kur’ân’ın nâzil olmasından önce başta Arab Yarımadası olmak üzere dünyada koyu bir cehâlet ve zulüm hüküm sürüyordu. Zayıf insanlar, kuvvetlilerin zulmü altında azab çekiyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi son derece çirkin âdetler ve ahlâksızlıklar almış başını gidiyordu.
Kur’ân’ın nâzil olmasından sonra bütün bu insanlık dışı çirkinlikler mucizâne bir şekilde sona erdi. Teşbihte hata olmasın, sanki Kur’ân’ın sihirli değneğinin dokunduğu toplumların üzerindeki karanlıklar birden bire dağılıyor ve güneş doğuyordu. Çok kısa zamanda, önce Arab toplumu bütün kötü âdetlerinden arındı. Câhiliyet devri asr-ı saâdete dönmüştü. Ardından bir asır geçmeden Kur’ân’ın nuru bütün Ortadoğu, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Orta Asya gibi hâkim olduğu çok geniş topraklarda ve toplumlarda aynı büyük inkılabı gerçekleştirdi. Üstelik bu değişim yalnız siyasî-sosyal hayatta değil, insanların akılları, kalb ve ruhları dahi tamamen değişiyor, Hz. Ömer gibi kendi kızlarını acımasızca gömen o katı kalpli insanlar, karıncayı incitmeyecek derecede merhamet sâhibi oluyor ve eşsiz adâletleri ile dünyaya nam salıyordu.
Bir toplumdan sigara gibi bir âdeti dahi tamamen kaldırmaktan günümüz yönetimleri âciz kaldığı hale Kur’ân’ın pek çok büyük kötü ahlakları kaldırıp onların yerine en güzel ahlâkları, kan ve damarlarına işleyecek şekilde insanların ruhlarına nakşetmesi katiyen ispat eder ki Kur’ân insan sözü olamaz, ancak insanların Rabbi’nin sözüdür ki böyle büyük bir inkılabı gerçekleştirmiştir.
6. BAŞTA HZ. MUHAMMED (sav) OLARAK YETİŞTİRDİĞİ İNSANLAR
Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunun en büyük bir delili Hz. Muhammed (asm)’dır. Çünkü O zat (asm)’ın hak peygamber olduğunu gösteren bine ulaşan mucizeleri ve bütün güzel huylarda insanların en üstünü olması gibi o kadar sağlam ve sarsılmaz delilleri vardır ki saymakla bitmez. Onun peygamberliğini ispat eden bütün bu deliller, aynı zamanda elindeki kitabın da Allah kelamı olduğunun delilleridir.
Peygamberimizden sonra başta sahâbeler olmak üzere âlimler, evliyalar, asfiyalar ve sâlih insanlar Kur’ân’a uyarak bu vasıfları almışlardır. Sahâbelere peygamberlerden sonra en büyük makamı kazandıran Kur’ân’dır. Âlimler ilimlerini Kur’ân’dan almışlar. Evliyalar Kur’ân’a uyarak Allah’ın dostu olmuşlar. Hatta fen âlimleri dahi bazı buluşlarını Kur’ân’dan istifadeyle yapmışlardır. Kur’ân, bütün insan tabakalarının ihtiyaçlarını karşılamış, onlar için ilim, hikmet ve hakîkat kaynağı olmuştur. Böylece yetiştirdiği insanlar cihetiyle de Kur’ân’ın hak kelamullah olduğu ortaya çıkar.
7. USANDIRMAMASI
İnsan, çok sevdiği bir yemeği her gün yese belli bir zaman sonra bıkar. Onun için “Bal yiyen baldan usanır” denilmiştir. Bunun gibi çok sevdiği bir müziği devamlı dinlese belli bir zaman sonra o müzikten usanır. Çok güzel ve sevdiği bir kitabı birkaç defa okur. Daha okumaz. Fakat Kur’ân böyle değildir. Kur’ân’ı ne zaman açıp okusak bıkmıyoruz. Başkalarından dinliyoruz. Yine usandırmıyor. Belki lezzeti artıyor. Hatta radyolarda, televizyonlarda, câmilerde okunuyor ve insanlar bıkmadan dinlemeye devam ediyor. Bu kadar zaman geçtiği halde asırlardan beri tazeliğini ve tatlılığını koruyor. Mesela, bir Müslüman sâdece namazlarında, günde 40 defa Fâtiha Sûresini okur. Bir yılda aynı sûreyi 14.600 defa, bir ömürde ise 1.000.000 küsur defa okur, ama bıkmaz ve usanmaz. Her okuyuşta, sanki yeni nâzil olmuş ve ilk defa okuyormuş gibi heyecanla okur.
Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta bu özellik yoktur. Eğer Kur’ân, beşer sözü olsaydı, insanlar ondan belli bir zaman sonra usanır ve bu kadar lezzet almazdı. Bu da Kur’ân’ın hak olduğuna bir delil oluyor.
8. ÇABUK EZBERLENMESİ
Öyle bir kitap düşünelim ki, bizim lisanımızda olmayıp başka bir dilde olsun. Hem karıştırmaya sebep olabilecek, birbirine benzeyen çok ibâreleri olsun. Hem 600 sayfadan fazla olsun. Elbette böyle bir kitabı ezberlemek çok zordur. Küçük çocukların ezberlemesi ise daha da zordur. Çünkü bazen kolay ezberlenecek bir sayfayı ezberleyemiyoruz. Ezberlesek bile her kelimesine kadar sağlıklı bir ezber olmuyor. Sonra hemen unutuyoruz. Fakat binlerce kişinin, husûsen çocukların bazen altı ayda, birbirine karıştırmadan, kelime kelime Kur’ân’ı ezberleyip hâfız olması ve baştan sona kadar ezberden okuması gerçekten çok dikkat çekicidir. Dünyada bu büyüklükte ve bu kadar çok ezberlenen başka bir kitap yoktur. İşte küçücük çocukların başka kitapları değil; sâdece Kur’ân’ı bu şekilde kolayca ezberlemesi, Kur’ân’ın mucizeliğine ve kelamullah olmasına ayrı bir delildir.
9. HASTALARA ŞİFA OLMASI
Şu âyetlerde Kur’ân’ın şifa olduğuna işâret edilmiştir. “Hem Kur’ân’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, O mü’minler için bir şifa ve bir rahmettir.” (İsrâ, 82), “Ey insanlar! Muhakkak ki, size Rabbinizden bir nasihat, gönüllerde olana bir şifa ve mü’minler için bir hidâyet ve bir rahmet (olan Kur’ân) gelmiştir.” (Yunus, 57), “De ki O (Kur’ân) iman edenler için bir hidâyet ve şifadır.” (Fussilet, 44)
Peygamberimizin hem kendisine hem de bazı rahatsız ve hasta olan kimselere Kur’ân’dan Âyete’l-Kürsî, Felak, Nâs, Fâtiha gibi bazı sûre ve âyetleri şifa için okuduğuna dâir rivâyetler vardır. Ayrıca buna dâir pek çok kıssa ve hâtıralar anlatılır. Bir hadiste, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Muavvizateyn’i (Felak ve Nâs sûreleri) ve Kul hüvallahu Ehad’i okur ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi”. (Buharî, Fedâilu’l-Kur’ân, 14; Müslim, Selâm, 50)
Bedîüzzaman Hazretleri buna işâreten 28. Lem’a’da: “Demek o hurufların (harflerin) okunmasıyla ve yazılmasıyla maddî ilaç gibi şifa ve başka maksatlar hâsıl olabilir.” diyor.
Hatta bizler de bazen bunu tecrübe ediyoruz. Ve faydasını müşâhede ediyoruz. Kur’ân, beden ve cisim için şifa olmasıyla birlikte aynı zamanda ruhî ve mânevî şifadır ki, o da, kişinin sağlam bir iman üzere olup ruhî hastalıklardan ve sapkınlıktan uzak istikâmet ve hidâyet üzere olmasıdır.
Ayrıca, hasta olan veya ölüm döşeğinde olan birisinin yanında az bir ses dahi onları rahatsız ettiği halde; Kur’ân okunduğu zaman onlara tatlı gelmesi ve rahatlamaları da başka bir delildir. Hâşâ Kur’ân, insan sözü olsaydı, hastalara böyle tatlı ve hoş gelmezdi. Onlara şifa olmazdı. Ölüm döşeğindeki kişilere okunduğu zaman büyük bir azap gibi olurdu. Demek Kur’ân, beşer kelamı değildir.
10. YAZISINDAKİ MUCİZELER
Kur’ân’ın lafızları, mânâları mucize olduğu gibi yazısında dahi mucizeleri vardır. Bunlardan birisi bütün sayfalarının âyetle başlayıp âyetle bitmesidir. Hâlbuki âyetlerin boyları farklı farklıdır. Tek kelimelik, birkaç kelimelik âyetler olduğu gibi, yarım sayfalık hatta bir sayfalık âyetlere kadar pek çok uzunlukları vardır. Buna rağmen hiçbir sayfanın sonunda bir âyet bölünerek diğer sayfaya geçmez. Muhakkak sayfa ile beraber âyet de sona erer. Kur’ân’ın âyet-berkenar denilen bu özelliği onun bir mucizesidir. Çünkü sayfa ölçüsü Kur’ân’dan alındığı zaman bu hârikalık ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ın en kısa sûresi olan İhlâs Sûresi’nin bir satırlık uzunluğu satır genişliği için, en uzun âyet olan ve bir sayfa tutan Müdayene Âyetinin (sh. 47) boyu sayfa boyu için ölçü alındığında bütün sayfalar âyetle başlayıp âyetle bitmektedir. Günümüzde Mushaflar bu ölçü ile yazılmaktadır.
Yazısındaki diğer bir hârikası ise Tevâfuk mucizesidir. Tevâfuk, birbirine denk gelme veya uygun olma mânâsındadır. Bedîüzzaman Hazretleri’nin emriyle talebelerinden Ahmet Hüsrev Altınbaşak Efendinin yazdığı Kur’ân’da bu ortaya çıkmıştır. Mesela, başta Allah ve Rab isimleri olmak üzerek aynı kökten gelen kelimelerinin alt alta, karşı karşıya veya sayfalar arasında sırt sırta gelerek güzel ve mânidar şekilde diziler oluştururlar. Tüm Kur’ân’da bulunan 2806 âdet Allah lafzı ve 846 âdet Rab lafzı ile aynı kökten gelen kelimeler bütün sayfalarda çok kesretli bir şekilde tevâfuk ediyorlar. Bu da bu işin tesâdüf olmadığını gösteren ve Kur’ân’ın hak olduğuna başka bir delildir.
Bedîüzzaman Hazretleri 25. Söz Mucizat-ı Kur’âniye Risâlesi’nde Kur’ân’ın kırk ayrı yönden mucize olduğunu âyetlerden numuneler vererek ispat eder.
Cenâb-ı Hak bizleri Kur’ân’a hizmetkâr eylesin. Ve bütün mü’minlere Kur’ân’ın hidâyet, istikamet ve şefâatini nasip eylesin. Âmîn.
Bir yanıt yazın