Er-Rabb
Mesela ev sahibine “rabbü’d-dar=ev sahibi”, bir sermayenin sahibine “rabbü’l-mal=sermaye sahibi” denilir. Bu terimde de yalnızca sahip ve malik manalarından daha fazla manalar vardır. Rabbü’l-mal terimi ile kâr ortaklığı ve peşin para ile veresiye mal alma gibi ticaret muameleleri açısından sermaye sahibine “rabbü’l-mal” denilir. Bundan dolayı kayıtsız Rabb denildiği zaman, yalnızca sahip veya yalnızca terbiye manaları değil; ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan, tükenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır. Bunun için Allahu Teâlâ’dan başkasına ait olduğu belirtilen bir izâfet tamlaması yapılmadan başkaları için tek kelime olarak Rabb denilemez ve tam tanınmışlığı ifade eden “er-Rabb” ve genel mânâ ifade eden “Rabbü’l-âlemîn” gibi izâfetle Allah’tan başkası için asla kullanılamaz. Şu halde “Rabb”, “Rubûbiyet” denince anlayacağımız mânâ, sonsuz kuvveti ile idaresi altına alan tedbir ve terbiye mânâlarıdır. Yani bunları yapabilecek sonsuz bir güce sahip olmaktır. (Elmalılı)
Terbiye edici ve yetiştirici anlamlarına gelen Rabb, mutasarrıf ve mâlik anlamına da gelir. Lügatte ise efendi demektir. Bir şeyi düzeltmekle görevlendirilen kimseye de Rabb denir. Allah hakkında bütün bunlar sahihtir. Rabb Allah’tan başkası için kullanılamaz. Sadece izâfet yapılarak kullanılır. (İbn-i Kesir)
TERBİYE
Terbiye bir şeyi basamak basamak, yavaş yavaş olgunluğuna ulaştırmaktır ki, bunun alameti, seçme ve olgunlaşma olur. Âlemlerin her kısmında ise terbiye ve olgunlaşma kanunlarının hareketi her an ve her saniye görünüyor. Ve bundan dolayı böyle sonsuz bir gücün Allah’a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz şüphesiz okunmaktadır. (Elmalılı)
İki türlü terbiye vardır.
Birincisi: Üzerinde kazanç sağlamak için bir şeyi terbiye eden.
İkincisi: Terbiye edilen kazanç sağlasın diye onu yetiştiren.
Bütün mahlûkâtın yaptığı terbiye birinci kısma dâhildir. Çünkü insanlar, başkalarını, onların üzerinden ya mükâfat ya övgü cinsinden bir kazanç elde etmek için başkasını yetiştirirler.
İkinci kısım terbiye eden ise sadece Cenâb-ı Allah’tır. Nitekim Cenâb-ı Allah bir kudsî hadiste şöyle buyuruyor: “Ben, benden kazanç sağlayasınız diye sizi yarattım; yoksa sizin üzerinizden kazanç sağlayayım diye değil.” Bu demektir ki, Cenâb-ı Hakk hem terbiye ediyor hem de ihsanda bulunuyor. O’nun terbiye etmesi ve ihsanı başka eğiticilerin terbiye ve ihsanına benzemez. Allah’ın terbiye etmesi O’nun dışındaki varlıkların terbiyesinden farklıdır. Bunu birçok yönden izah edebiliriz.
Birincisi: Hak Teâlâ’nın kullarını, kendisi için değil, kullar için terbiye ettiğini; O’nun dışındakilerin ise hem kendileri için hem başkaları için terbiye etmeye uğraştıklarını açıklamıştık.
İkincisi: Allah’ın dışındakiler terbiye ettikleri zaman, bu terbiye nisbetinde hazine ve mallarından noksanlaşma olur. Hâlbuki Cenâb-ı Allah noksanlık ve zarara uğramaktan münezzehtir.
Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk’ın dışında ihsanda bulunan kimselere, fakir ısrar ettiğinde, fakire kızar ve onu mahrum eder, istediğini de vermez. Hâlbuki Allah böyle değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), “Cenâb-ı Hakk, duâsında ısrar edenleri sever” buyurmuştur.
Dördüncüsü: Cenâb-ı Allah’ın dışında ihsanda bulunanlardan ihsan etmeleri istenmediği sürece kimseye bir şey vermezler. Ama Allah, istemeden de verir.
Beşincisi: Allah dışında ihsanda bulunanların ihsanları, fakir olmaları, orada olmamaları veya ölmeleri halinde sona erer. Allah’ın ihsanı ise kesinlikle sona ermez.
Altıncısı: Allah’ın dışında ihsanda bulunanların ihsanları umumî olmaz, belli bir topluluğa has olur. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesi ve ihsanı herkese ulaşır. Nitekim Cenâb-ı Allah, “Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’raf, 156) buyurmuştur. Böylece O’nun âlemlerin Rabbi olduğu ve bütün mahlûkata ihsanda bulunduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu nedenle Allah kendisi hakkında, “Bütün hamdler âlemlerin Rabbi (sahibi ve terbiye edicisi, maliki ve ihsan edip geliştiricisi) Allah’a aittir” buyurmuştur. (Razî)
NOKTA-İ KEMAL VE RABB
Rabb: Yani her bir cüz’ü bir âlem mesabesinde bulunan şu âlemi bütün eczasıyla (cüzleriyle) terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz’lerin zerratını (zerrelerini) kemal-i intizamla (mükemmel bir düzenle) tahrik eder. Evet, Cenâb-ı Hakk, her şey için bir nokta-i kemal (olgunluk noktası) tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki manevî bir emir almış gibi muntazaman (düzenli olarak) o noktaya müteveccihen (yönelerek) hareket etmektedir. Esna-yı harekette (hareket esnasında) onlara yardım eden ve mânilerini def eden, şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesidir. Evet, kâinata dikkatle bakıldığı zaman, insanların taife ve kabileleri gibi, kâinatın zerratı (zerreleri) münferiden (tek tek) ve müctemian (toplu olarak) Hâlıklarının (yaratıcılarının) kanununa imtisalen (uyarak), muayyen (belli) olan vazifelerine koşmakta oldukları hissedilir.” Yalnız bedbaht insanlar müstesna!” (Bedîüzzaman)
Yani Allah, canlı cansız her varlığa kendisine münasip bir kemal, mükemmellik ve olgunlaşma noktası tayin etmiş ve ona göre kabiliyet vermiştir. Kemal noktası diye tabir olunan bu mükemmelliğe ulaşmak için, her varlığa bir hareket ve meyil vermiş. Kemal noktasına ulaşana kadar varlıklara yardım eden ve manileri de def eden âlemlerin Rabbi olan Allah’ın terbiyesidir. Mesela, bir kayısı çekirdeğinin nokta-i kemali, filizlenip güzel bir ağaç olması ve meyve vermesidir. Bu kemal noktasına ulaşıncaya kadar bütün hareketlerinde ve meyillerinde ona yardımcı olan ve neticeye ulaştıran Allah’ın Rabb ismi ile terbiyesidir. Mesela, insanın kemal noktası, Kur’ân ve sünnet dairesinde hareket ederek kendisine verilen kabiliyetleri geliştirip, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerine güzel bir ayna olarak, ahsen-i takvim diye tabir edilen en güzel kıvama ulaşmasıdır. İnsanın bu mükemmelliğe ve olgunluğa ulaşması için ona birçok meyiller ve ihtiyaçlar, belalar ve musibetler, kabiliyetler ve beceriler veren, kitaplar ve peygamberler göndererek yardım eden Rabbimizdir ve O’nun terbiyesidir. Bu noktada en mükemmel örnek ve en mükemmel insan hiç şüphe yok ki, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü vesselamdır. İnsanoğlu ne kadar Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü vesselama benzerse, o kadar kâmil bir insan olabilir.
İşte insanın, zaman geçtikçe ve yaşı ilerledikçe başına gelen belalardan, sıkıntılardan ve tecrübelerden ders alması beklenir. Yani yanlışlarını, hatalarını, noksanlarını fark ederek terk etmesi, bununla birlikte Kur’ân ve sünnet dairesinde iyiyi ve güzeli tercih ederek olgunlaşması beklenir ki, bahsi geçen ve kendisi için belirlenen kemal noktasına ulaşsın ve kâmil bir insan olsun. Yoksa nasıl ki, ham meyve lezzet ve tat vermediği için tercih edilmez ve olgunlaşmışı aranılır. Öylede, hatalarından ders çıkarıp olgunlaşmayan insan da yaşı ne kadar ilerlese de ham veya toy bir insan olarak kalmaya mahkûmdur.
Bir yanıt yazın