Mezheplerin nasıl ortaya çıktığını anlatmadan önce içtihad ve müçtehidin ne olduğunu izah etmek mecburiyeti vardır. Çünkü mezhepler müçtehidlerin içtihatlarıyla ortaya çıkmıştır.
İslâm’da asıl olan Kur’ân ve sünnettir. “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin” (Hucurat, 1) âyeti ve benzerlerinden yola çıkarak İslâm âlimleri Mecelle’deki “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur.” (yani herhangi bir konuda âyet veya hadis varsa o konuda içtihada izin yoktur.) kaidesini benimsemişler ve bir konuda âyet veya hadis varken içtihad yapmayı dalalet/sapıklık olarak kabul etmişlerdir.
Karşılaşılan bir meselenin açık hükmü Kur’ân ve sünnette yoksa ne olacak?
Elcevap: Konunun uzmanı olan (yani müçtehid olan) âlimler Kur’ân ve sünnete müracaat ederek, benzer olaylardan ve ortak özelliklerden yola çıkarak, içtihad yapacaklar ve konuyu hükme bağlayacaklardır.
İçtihad, lügatte “bir şeye ulaşmak için kişinin bütün gücünü harcaması” demektir. Fıkıh ilminde ise içtihad; müçtehid olan âlimin, “Kur’ân ve sünnette açık hükmü olmayan bir meselenin hükmünü, Kur’ân ve sünnetten çıkarmak için bütün gücünü sarf etmesi” demektir. Çoğu zaman içtihad deyince kıyas akla gelir. Kıyas da şöyle tarif edilmiştir: Hakkında nass [âyet veya hadis] bulunmayanın bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet [sebep] dolayısıyla hakkında nass [âyet veya hadis] bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır .
İçtihadın İslâm dinince makbul olduğuna dair, Kur’ân ve sünnetten pek çok delil vardır. En meşhurlarından bir rivâyet şöyledir:
Resûlullah (sav) sahâbelerden Muaz’ı Yemen’e göndermek istediği zaman ona şöyle sordu: “Önüne bir dava gelirse nasıl hüküm vereceksin?”
Muaz: “Allah’ın kitabıyla hüküm vereceğim.” dedi. Peygamberimiz “Allah’ın kitabında (bir hüküm) bulamazsan?” diye sordu. Muaz “Resûlullah’ın sünnetiyle…” dedi. Peygamberimiz yine “Ya Resûlullah’ın sünnetinde ve Allah’ın kitabında da (bir hüküm) bulamazsan (ne yapacaksın)?” buyurdu. Muaz “Kendi görüşümle içtihad ederim, (hüküm vermekten) geri dönmem.” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (sav) (Muaz’ın) göğsüne vurarak “Allah Resûlü’nün elçisini Allah Resûlü’nün arzusuna (muvafık hareket etmeye) muvaffak kılan Allah’a hamd olsun” dedi. (Ebu Davud, Tirmizi)
Bu hadisten de anlaşılacağı gibi Kur’ân ve sünnette açık hükmü olmayan bir meselede, yine Kur’ân ve sünnete müracaat ederek hüküm çıkarmayı peygamberimiz teşvik etmektedir.
Hz. Muaz’ın bu sözleri içtihaddaki usulü de ortaya koyar mahiyettedir. Peygamberimizden sonra bütün sahâbe ve tabiin bu tarzda içtihad etmişlerdir.
İşte içtihad açık hükmü Kur’ân ve sünnette olmayan bu ve benzeri durumlarda, yine Kur’ân ve sünnete müracaat ederek ve ortak özellikler bularak, Kur’ân ve sünnette hükmü bulunmayan meseleyi, hükmü bulunan bir meseleye kıyas ederek, o meseleyi çözüme kavuşturmaktır.
Tabiat ilimlerinde bilim adamları tabiatta zaten var olan kanunları bulurlar. Yok olan bir şeyi bulmazlar. Örneğin yer çekimi kanunu bulunmadan önce de vardı. Bilim adamının yaptığı yalnızca, onun farkına varmak ve onu açığa çıkarmaktır. Müçtehid âlimler de, Kur’ân ve sünnette var olan fakat gizli olan hükümleri bulur ve ortaya çıkarırlar. Bilim adamları Allah’ın kudret sıfatından gelen kainat kitabının, müçtehid âlimlerde Allah’ın kelam sıfatından gelen kitabının (Kur’ân’ın) gizli nüktelerini ortaya çıkarırlar.
Bazılarının zannettiği şekilde İçtihad, müçtehid olan âlimin, disiplinsiz, gelişi güzel bir görüş ortaya koyması değildir. İçtihad, bir disiplin altında, belli kurallar doğrultusunda, Kur’ân ve sünnetten gizli olan hükümleri çıkarmaktır. Fıkıh usulü ilmi tamamen bu kurallardan bahseden bir ilimdir.
MÜÇTEHİD
Her işte o konunun uzmanı olan kimselere müracaat edilir. Hastalıklarda doktora, inşaatta mühendislere müracaat edildiği gibi, dini konularda da bu işin uzmanı olan müçtehid âlimlere müracaat etme zarureti vardır. İçtihad yapmak da basit bir olay değildir. Uzmanlık ister. İçtihad yapacak müçtehid âlimin 8 konuda uzman olması gerekir. Bu alanlarda uzman olmayanlar (hastalıkta doktora itimad edilip onun söylediği kabul edildiği gibi) müçtehid âlimlerin sözlerini kabul edip ona göre hareket etmek zorundadırlar. Bunlar da kısaca şunlardır:
1. Arapçayı bilmek.
2. Kur’ân ilmine sahip olmak.
3. Sünneti bilmek.
4. Üzerinde icma veya görüş ayrılığı olan konuları bilmek.
5. Kıyası bilmek.
6. Hükümlerin amaçlarını bilmek.
7. Doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak.
8. İyi niyetli ve sağlam inanç sahibi olmak.
İçtihad ve müçtehid hakkındaki anlattıklarımız konuyu merak edenler için oldukça kısa izahlardır. Bu konularda İslâm tarihinde usulü fıkıh adıyla ciltlerle kitaplar yazılmıştır. Merak edenler bu kitaplara müracaat edebilirler.
MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞI
Günümüzde halk arasında “Kur’ân ve sünnet varken içtihada, mezheplere ne lüzum var? Peygamberimiz zamanında mezhep mi vardı?” gibi sözler yaygınlaşmıştır. Bu sözleri söyleyenler çoğunlukla içtihadın, müçtehidin, mezhebin ne olduğunu bilmeyen kimselerdir. Bunlardan insaflı olanlara bu konuların ne olduğu, hikmetleri anlatıldığında, meseleyi çabukça anlıyor ve kabul ediyorlar. Ama ikna olmamaya şartlanmış, ön yargılı insanlar muhatabımız olunca -tabii ki- iş değişiyor.
Peygamberimiz (sav) döneminde toplum hayatını, Kur’ân ve sünnet şekillendiriyordu. Peygamberimiz kendi zamanında meydana gelen olaylara vahiy veya Allah’ın kendisine olan ilhamına dayanarak veya kendi içtihadıyla hükmediyordu. Sahâbeler, Peygamberimizin vefatını müteakip, toplumda meydana gelen olaylara Kur’ân ve sünnete göre hüküm verdiler. Şâyet olayların açık hükmü Kur’ân ve sünnette yoksa kendi içtihadlarıyla hükmettiler. (Genelde içtihadın, müçtehid imamlar tarafından yapıldığı zannedilirse de tarihi kaynaklar bize hem peygamberimizin hem de sahâbelerin içtihad yaptıklarını göstermektedir.) Başta 4dört halife olmak üzere sahâbelerin önde gelenleri gelişen olaylara hep içtihadla çözüm bulma yoluna gittiler.
Sahâbe döneminden sonra gelen Tabiun döneminde ise; tabiin, Kur’ân, sünnet, sahâbe fetvası ve kendi içtihadlarınca hüküm verdiler. O dönemde denilebilir ki, her şehirde müçtehid veya müçtehid derecesinde âlimler vardı. Müçtehidler İslâmın ilk döneminde dört müçtehid imamla sınırlı değildi. Her müçtehid kendi anlayışıyla Kur’ân ve sünnetten hüküm çıkarıyor, fetva veriyordu. Fakat ilerleyen zaman içinde, ümmetin ekseriyeti diğer müçtehidlerin fetvalarını bırakarak dört mezhep imamının etrafında toplandı.
Tabiin döneminden itibaren İmam A’zam’ın fetvalarıyla amel edenlere Hanefi, İmam Malik’in fetvalarıyla amel edenlere Maliki denmeye başlandı. Bu fetvalar etrafında insanların toplanması fıtri (doğal) bir şekilde tezahür ediyordu ve suni, zorlama bir durum da değildi. Hiçbir müçtehid “Ben mezhep kuruyorum, bana uyunuz.” dememişti. Onlar yalnızca kendilerine müracaat eden insanlara Kur’ân ve sünnetten yola çıkarak fetva veriyorlardı. Neticede onların fetvalarıyla amel eden insanların çoğalmasıyla mezhep dediğimiz hadise ortaya çıktı. Tabiin veya Tebe-i Tabiin dönemindeki diğer müçtehidlerin içtihadları zamanla unutuldu ve terk edildi.
Bu gün ümmetin % 90’lık bir bölümünü bu dört mezhep oluşturmaktadır.
Bir yanıt yazın