Aynı şekilde hadis-i şeriflerin de ilimleri vardır. Bunlar kısaca; hadis-i âhâd, âmm, cibrîl, garîb, hâs, hasen, kavî, kudsî, maktû’, mensûh, merdûd, meşhûr, mevdû, mevkûf, mevsûl, muddarib, muhkem, muallak, munfasıl, müfterâ, mürsel, müsned-i münkatı‘, müsned-i muttasıl, müstefîz (müstefîd), müteşâbîh, mütevâtir, nâsih, sahîh, şâzz, zaîf’tir.
Burada ilimlerin sadece başlıklarını verdik. Kur’ân ve hadis ilimlerine dikkat çekmemizin gayesi; herhangi bir âyetin veya bir hadisin fevkalade mânâları ve derinliği olduğunu ve bizim gibi avâm (normal insan tabakası) kişilerin de o pek derin olan bir kısım âyet ve hadisleri anlamasının çok da kolay olmadığıdır. Bu konuda söz sahibi olan şahsiyetler mütebahhirîn-i ulemâdır.
Burada, hadis-i şeriflerin içinde Müteşâbihat kısmından bir numuneyi Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Sevr ve Hut” a dâir olan risalesinden mütalaa etmeye çalışacağız.
HADİS DERYASINDAN BİR PIRLANTA
Kur’ân’ın müteşâbihatı olduğu gibi hadislerin de müteşâbihatı vardır. Teşbih yani benzetme ve örnekleme suretinde rivâyet edilen bir kısım hadisler, zamanın geçmesiyle beraber insanların bakış açısı maneviyattan maddeye döndüğünden gerçek gibi zannedildiğinden, sanki gerçek ortaya çıkmıyor gibi anlaşılmaya başlanmış. Meselâ, Resûl-i Ekrem (asm) bir hadislerinde buyurmuştur ki: “Her akşamda güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor.” Peygamberimizin burada ifade ettiği güneşin kendisi değil, ona vekâlet eden melektir. Güneşe vekil olan meleğin ismi de şems (güneş) dir. Arşa gidip secde eden sonra Allah’tan izin alıp gelen o melektir. Güneşin maddi cismi değildir.
İbn-i Abbas’tan (ra) rivâyet edilen sahih bir hadis-i şerif var ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan sormuşlar: “Ya Resûlallah, dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: “عَلَي الثَّوْرِ وَالْحُوتِ (Dünya,) öküz ve balığın üzerindedir.” Bir rivâyette bir defa, “عَلَي الثَّوْرِ Öküzün üzerindedir.” demiş, başka bir vakitte “عَلَي الْحُوتِ Balığın üzerindedir.” demiştir.
Bu zamanda felsefenin ruhsuz kanunları ile yetişen bazı ilim ehli olanlar bu hadisi sanki dünyanın altında gerçekten bir öküz ve balık olduğunu zannederek İslâmiyet’in bu hakîkatine karşı çıkmışlar.
Günümüzde de bir kısım cesur ve ukala insanlar manalarını anlayamadığı ve izah etmekte zorlandığı daha doğrusu izah edemedikleri müteşâbihattan olan hadis-i şerifleri, bunlar zayıftır, mevzu‘dur, hâşâ uydurmadır diyebilmektedirler. Ne yapalım “Anlamayana gerçek bir pırlanta, cam gibi gelir!” deyip onları kendi hallerine bırakalım. Biz Peygamberimizin şu zamana kadar anlaşılamayan bir mûcizesi olan “sevr (öküz) ve hut (balık)” ile alakalı hadisini inceleyip ondaki harikulade manaları anlayıp Hz. Muhammed Mustafa’nın fevkalade ilminin derinlikleri inelim ve bilelim ki, o; boş, manasız, ilimden, gerçekten, akıldan uzak söz söylemez.
Bu hadisi üç farklı mana ile inceleyeceğiz.
Birinci mânâ: Dünyanın, müekkel (vekâlet eden) Melekler olarak öküz ve balığın üzerinde olması. Cenâb-ı Hak yarattığı mahlûkatın her bir çeşidi için ona mahsus ve ona uygun bir şekilde vekil olacak nezaret edecek ve onu temsil edecek bir melek yaratmış ve vazifelendirmiştir. Bu meleklerin isimleri de İslâm literatürüne girmiş ve âlimler tarafından da kullanılmıştır. Bunlardan birkaçı şunlardır; Melek-i Cibal (Dağlar Meleği), Melek-i Bihar (Denizler Meleği), Melek-i Emtar (Yağmurlar Meleği), Melek-i Berk (Yıldırım Meleği).
Arşa, semavata ve dünyaya vekil ve nezaretçi olan melekler olduğu gibi güneşe, aya, gezegenlere belki bütün yıldızlara belki galaksilere de müekkel (vekil) melekler vardır.
Hamele-i Arş olarak, yani arşı taşıyan nezaret eden dört melaikeyi (İsrâfil, Cebrâil, Mikâil, Azrâil) ve Hamele-i Semavat (semayı taşıyanlar) olarak da “nesir” ve “sevr” meleklerini Cenâb-ı Hak yaratmış ve kudretinin hâkimiyeti altında olan arş ve semavata nezaret etmek için vazifelendirmiştir. İşte bunlar gibi semanın bir küçük kardeşi ve gezegenlerin bir arkadaşı olan dünyaya da iki meleği, nezaretçi ve hamele (taşıyıcı) olarak vazifelendirmiştir. O meleklerin birisinin ismi “sevr” (öküz) ve birinin ismi “hut” (balık) tur.
Burada şunu unutmamalıyız ki bu melekler sadece müekkel (vekil) ve nezaretçidirler hiçbir şekilde icraatçı ve tasarruf sahibi değillerdir. Hakiki tasarruf ve icraat sahibi Kâdir-i Ezelî olan Allah Azze ve Celle Hazretleridir.
Cenâb-ı Hakk’ın bu meleklere “sevr (öküz) ve hut (balık)” ismini vermesinin sırrı şudur ki: Dünya iki kısımdır: Biri, su; biri topraktır. Su kısmını şenlendiren, canlandıran balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanlardır. İnsanların, geçim kaynağı ziraattır ve bu da öküz iledir ve öküzün omzundadır.
Belki bu ifade de bize biraz tuhaf gelebilir. Burada şunu hemen hatırlatalım ki, her ne kadar şu zamanda çoğu yerlerde traktör ziraatın simgesi durumunda olsa da ziraatın simgesi yine öküzdür. Çünkü peygamber nazarı çok geniş alanlara ve zaman dilimlerine bakmaktadır. Traktör, dünyada daha 50 yıl öncesinde kullanılmaya başlandı. Şu anda bile Anadolu’da ve dünyanın fakir olan çok yerlerinde hâlâ ziraat için öküz kullanılmaktadır.
Dünyaya vekil olarak vazifelendirilen iki melek, hem kumandan hem nezaretçi olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nevine bir ilgileri, bağlantıları olması lâzımdır. Belki, (en iyisini Allah bilir) o iki meleğin melekût âleminde ve misal âleminde “sevr ve hut” suretinde görüntüleri var.
İşte bu yönlere işaret eden Resûl-i Ekrem (asm) o harikulade mûcize olan ifadesiyle “اَلْأَرْضُ عَلَي الثَّوْرِ وَالْحُوتِ (Dünya,) öküz ve balığın üzerindedir.” demiştir. Son derece derin ve geniş olan ve bir sahife kadar olan meseleleri içine alan bir hakîkati, gâyet güzel ve kısacık bir tek cümle ile ifade etmiştir.
İkinci mânâ: En büyük geçim kaynakları ve ticaret olarak Dünya’nın öküz ve balığın üzerinde olması. Meselâ nasıl ki denilse: “Bu devlet ve saltanat hangi şey üstünde duruyor?” Cevabında, “عَلَي السَّيْفِ وَالْقَلَمِ Kılıç ve kalem üzerindedir.” denilir. Yani asker kılıcının kahramanlığına ve kuvvetine ve me’mur kaleminin zekasına ve adaletine dayanır.
Veyahut “Medeniyet neyin üzerindedir?” diye sorulsa, cevabında “ İlim-fen, sanat ve ticaret ile” cevab verilir. Veyahut “İnsanlık, hangi şey üzerinde beka (ebedilik) bulur?” denilse cevabında: “İlim ve amel üstünde beka bulur, ebedileşir.
İnsanların yaşadığı yer elbette dünyadır. İnsanların sâhil kenarında yaşayanlarının geçim kaynağı ve ticareti balıkçılıktır. Sâhil kenarında yaşamayan insanların da geçim kaynağı ziraattır. Sadece son iki asırda dünya ticaretinde, sanayi devrimi ile birlikte farklı ve yeni ticaret alanları oluşmuştur. Burada Resûl-i Ekremimizin (asm) ifade ettiği mana, insanlığın ekserisinin ve bütün zaman dilimleri içindeki geçim kaynakları ve rızıklarıdır.
Burada kısaca bir tefekkür edelim; Çukurova, Konya, Iğdır ovaları, Trakya, Akdeniz havzasının en büyük geçimi ziraat ile olmaktadır. Peki ya Karadeniz’in en mühim geçim kaynağı hangisidir acaba? Ya Türkiye nüfusunun, 20 milyonunun yaşadığı yaklaşık 40 bin köydeki insanların en mühim geçim kaynağı nedir acaba? Elbette ziraattır ve onu da öküz simgeler.
Sonsuz kâinat denizi içinde, dünyamızı bir gemi gibi gezdiren Cenâb-ı Hak, “Sevr” ve “hut” namlarında iki meleği de o gemiye kaptan yapmıştır. Gayet güzel ve muhteşem kâinat memleketinde, Rabbimizin mahlûkat ve misafirlerini keyiflendirmek için gezdiriyor.
İşte, kâinat denizinde gezen dünya gemisine kaptanlık eden bir meleğe Allahü Teala’nın “hut” (balık) ismini, suretini ve görüntüsünü vermesi ne kadar harikuladedir.
Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz “Dünya âhiretin tarlasıdır.” buyurmaktadır. Bu dünya tarlamıza da nezaret eden diğer meleğin isminin de “sevr” (öküz) olmasında ne kadar geniş manalar vardır…
İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mûcize olarak ve gâyet yüksek ve gâyet hikmetli bir cevap ile: “اَلْأَرْضُ عَلَي الثَّوْرِ وَالْحُوتِ (Dünya,) öküz ve balığın üzerindedir.” demiş. İnsan hayatının, ne kadar çeşit çeşit hayvanların hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakîkati, iki kelime ile bizlere ders vermiş.
Üçüncü mânâ: Dünyanın öküz (boğa) ve balık burçları üzerinde olması. Eski astronomi bilginleri dünyanın sabit durduğunu güneşin gezdiğini söylemişler. Güneş’in dolaştığı yerdeki alanın her otuz derecesini, bir burç tabir etmişler. O burçların içindeki yıldızların aralarında birbirine bağlı olarak çizgiler çekilmiş. İşte bu çekilen çizgiler neticesinde bazen aslan şekli, bazen terazi şekli, bazen öküz, bazen de balık şeklini göstermişler. İşte bu şekilde burçlar ortaya çıkmış ve onlara bu isimler verilmiş. Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın kudretine ve büyüklüğüne işaret olarak Bürûc ve Furkan sûrelerinde burçlara, insanların akıl ve gözlerini çevirmiş. Onlardaki azameti ve büyüklüğü göstermiştir.
Bu zamanın astronomi bilginlerinin nazarında ise güneş gezmiyor. Dünya ve diğer gezegenler güneşin etrafında dolaşıyor. İşte eski bilginlerin bir kabule göre ortaya çıkardıkları, o burçlar şimdi boş ve işsiz kalmışlar. Şu anda müneccimlerin, falcıların oyuncağı olmuşlar. Öyle ise o boş ve işsiz burçlar yerine, dünyanın bir sene içinde dolaştığı yerlerde o semavi burçlar görünecek. O halde “dünya her bir ayda burçların birisinin gölgesinde ve içindedir.” denilebilir.
Gökyüzündeki burçların o değişik görüntüleri her şeyden önce, yaratılışlar üzerinde hâkim olan yüce yaratıcının, yaratıcılığına bir delildir. Aynı zamanda burçlar yani yüksek köşkler, kandillerle gökyüzünün tamamında, yüksek ve büyük bir şehrin ve medeniyetin olduğunu ve sınırına ulaşılmaz bir kudretin yaratışındaki büyüklüğünü anlatır.
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri de burçlarla olarak şu izahatı yapar. “Bu burçlar, sulu, havalı, topraklı, ateşli unsurlardan oluşur. Bunlar tıpkı dünya ehlinin unsurları gibidir. Her bir burçta cennet ehlinden bir melek görevlidir. Bu burçlarda da cennette oluşan şeyler oluşur. Bütün değişimler bu burçlardaki değişimler sonucunda oluşur. Bütün âlemin öncülüğünü bu on iki burçtaki on iki melek yapmaktadır. Böylece, bu 12 burç, âlemlerin imamlığını yapmaktadır. Bu on iki melek hiç değişmezler, yerlerinde sabittir.”
“Allah Azze ve Celle yıldızları, gezegenleri, galaksileri bir nizam ile yerleştirmiş ve sabitlemiştir. Bütün âlemde geçerli olan ve cazibe-i umumiye (çekme ve itme kanunu) ile adlandırılan adetullah (allah’ın kanunları), burçlar üzerinde yani burçlar kuşağında (Zodyak’ta) yoğunlaşmıştır. Onun için “Dünya burçlar üzerindedir.” demek son derece hikmetlidir.
İşte bu cihetle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, yukarıda izah edildiği gibi bir defa “عَلَي الثَّوْرِ (Dünya) öküzün üzerindedir”, bir defa da “عَلَي الْحُوتِ (Dünya) balığın üzerindedir.” demiş. Evet ifadeleri mu‘cize olan ve peygamberlik lisanına yakışır bir tarzda gâyet derin ve çok asırlar sonra anlaşılacak bir hakîkata işareten bir defa “عَلَي الثَّوْرِ (Dünya) Öküzün üzerindedir.” demiş. Çünki dünya, o suâlin zamanında sevr (boğa) burcunda imiş. Bir ay sonra yine sorulmuş, “عَلَي الْحُوتِ (Dünya) balığın üzerindedir.” demiş. Çünkü o vakit dünya, hut (balık) burcunun gölgesinde imiş.
İşte Hz. Muhammed Mustafa (asm) istikbalde anlaşılacak bu yüksek hakîkate işaret olarak eski astronomi bilginlerin dünya gezmiyor sabit yerinde duruyor, güneş geziyor demeleri nazara alınarak oluşturulan burçların işsiz ve misafirsiz olduklarını ve hakikî işleyen burçlar ise, dünyanın güneşin etrafında dolaştığı yerde bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden dünya olduğuna açıkça “عَلَي الثَّوْرِ وَالْحُوتِ (Dünya,) öküz ve balığın üzerindedir.” demiştir. Bu te’vil yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammun eder.
Bir yanıt yazın