2005 senesinde Denizli’de tanıdığım birisinin Amerikalı bir misyonerle ailece dost olduklarını öğrendim. Bunun üzerine o arkadaşın iş yerine gittim. Kendisiyle şöyle bir görüşmemiz oldu.
“Bir misyonerle dost olduğunuzu duydum, doğru mu?” diye sordum. O da: “Doğru” dedi. Ona: “Eğer uygun görürsen ben de onunla görüşmek ve tanışmak istiyorum.” dedim. “Olur, ağabey, onunla çok samimiyiz. Hemen telefonla arayayım, müsaitse gelir.” dedi ve aradı. Misyoner arkadaşı, o anda müsait olmadığını, müsait olduğunda geleceğini söyledi.
Üç gün sonra bir kitapçı dükkânına girerken telefonum çaldı. O arkadaşım “Ağabey, gelebilirsin” dedi. Kitapçıdan Bedîüzzaman Hazretleri’ne ait Zülfikar mecmuasını sordum. Kitapçı, yalnız bir tane bulunduğunu söyleyerek bana verdi. Ben de Zülfikar mecmuasını misyonerin dikkatini çekmemesi için bir poşete sararak o arkadaşımın dükkânına gittim. Selamlaşmadan sonra, dükkân sahibi, arkadaşının Amerikalı bir misyoner olduğunu ve yaklaşık 17 seneden beri Denizli’de misyonerlik faaliyetinde bulunduğunu söyleyerek benimle tanıştırdı. Ben de kendimi tanıttıktan sonra aramızda müsbet bir sohbet oluşması için misyonere: “Sizi tebrik ediyorum. Çünkü bu maddeperest asırda, ekseriyetle insanların maddiyat için çalıştıkları bir zamanda, siz maneviyat için çalışıyorsunuz.” dedim. Benim bu iltifatım onun hoşuna gitti. Türkçeyi iyi biliyordu.
Kendisine dedim ki: “Biz Müslümanlar bütün peygamberlere inandığımız gibi Hazret-i Îsâ’nın da peygamber olduğuna inanıyoruz. Hatta dinimize göre Hazret-i Îsâ’yı peygamber olarak kabul etmeyen kâfir olur.” O da: “Doğru söylüyorsunuz. Fakat bizim Hazret-i Îsâ’ya inandığımız gibi inanmıyorsunuz.” dedi. Cevaben, “Siz Hazret-i Îsâ’ya nasıl inanıyorsunuz?” diye sordum. O da: “Biz Hazret-i Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğuna inanıyoruz.” dedi. Ben de ona kendisinin oğlu olup olmadığını sordum. Oğlu olduğunu söyledi. Babasının var olup olmadığını sordum. Babasının da var olduğunu söyledi.
Sonra, “Madem oğlu olanın babası da oluyor. Hazret-i Îsâ Allah’ın oğlu ise acaba babası kimdir?” Diye sordum. Sinirlenerek iki elini birden kaldırıp: “Allah’ın babası olmaz!” dedi. Ben de: “Babası olmayanın oğlu da olmaz.” deyince çok bozuldu.
Hem onu yumuşatmak hem de kendisiyle hangi maksatla konuştuğumu bilmesi için dedim ki: “Sizin şu hususu bilmenizi arzu ediyorum: Sizinle konuşurken inandığınız meselelerden hangisini bana ispat ederseniz ben onu kesinlikle kabul edeceğim. Benim söylediklerimden de hangisinin yanlış olduğunu gösterirseniz ondan da vaz geçeceğim. Daha doğrusu hak ve hakikatin ortaya çıkması için sizinle konuşuyorum. Yoksa sizi susturmak ve size karşı üstün gelmek gayesiyle sizinle konuşmuyorum. İnsanlığın ve aklın gereği olarak bunun aynısını da sizden bekliyorum. Yani benim de ispat ettiğim bütün inandıklarımı kabul etmenizi sizin dava ettiklerinden yanlış olduğunu gösterdiklerimden de vazgeçmenizi bekliyorum. Eğer bu doğru ölçülere göre konuşursak doğru neticelere varmamız mümkün olur. Yoksa aklı devreden çıkararak yalnız hissiyatımızla konuşursak bir sonuca varmamız mümkün değildir.” Bu açıklamayı yaptıktan sonra oldukça yumuşadı.
Yine ona dedim ki: “Âdem (as)’dan Hz. Muhammed (asm)’a kadar hangi peygamber geldiyse o peygamberin ümmeti önceki peygamberlere de inanmıştır. O peygamber Rabbine kavuştuktan sonra yeni gelen peygamberi de kabul etmişlerdir. Ve bu şekilde imanlarını muhafaza etmişlerdir. Kendi peygamberlerine ve ondan önceki peygamberlere inanıp sonradan gelen peygamberlere inanmayanlar ise küfre gitmişlerdir. Mesela Hz. Mûsâ’ya inanan Yahudilerden, ondan sonra gelen Hz. Îsâ’ya da inananlar, imanlarını muhafaza etmişlerdir. Hz. Îsâ’yı kabul etmeyenler ise küfre sapmışlardır. Hz. Îsâ’dan sonra Hz. Muhammed (asm) peygamber olarak gönderilmiş. Onu kabul eden Hıristiyanlar Müslüman olarak imanlarını muhafaza ettikleri gibi Onu peygamber olarak kabul etmeyenler ise Hz. Îsâ’yı kabul etmeyen Yahudiler gibi küfür ve dalalete düşmüşlerdir. Doğrusu siz Hz. Îsâ’dan sonra Hz. Muhammed’i (asm) kabul etmemekte, Hz. Îsâ’yı kabul etmeyenler gibi hata etmişsiniz. Biz ise Hz. Îsâ’yı kabul ettiğimiz gibi Hz. Muhammed (asm)’ı da kabul etmekte Îsâbet etmişiz.”
Bu izahı dinledikten sonra dedi ki: “Biz Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kabul etmiyoruz ki ona iman edelim.” Ben de ona: “Peygamberlerin peygamberliğini ispat eden delil nedir?” dedim. “Gösterdikleri mûcizelerdir.” dedi. Bunun üzerine, “Acaba her bir peygamberin gösterdiği 15-20 mûcize onların peygamber olduklarını ispat eder de Hz. Muhammed’in gösterdiği binden fazla mûcizeler onun peygamberliğini ispat için yetmiyor mu?” dedim. O da: “Ben o mûcizeleri gösterdiğine inanmıyorum.” dedi.
Bu cevaba karşılık, “Biraz insaflı olmak lazım!” diyerek şu izahı yaptım: “Mesela gündüz ortasında Güneş, ışığıyla bütün yeryüzünü aydınlattığı halde, birisinin gözlerini kapatıp gündüzü kendisi için geceye çevirerek her tarafın karanlıkla dolu olduğunu iddia etmesi, akıl ve mantığa uygun bir iş midir? Hem bu yaptığının insanlıkla bağdaşan bir yönü var mıdır? Şüphesiz ki olamaz. Aynen öyle de Hz. Muhammed’in gösterdiği binden fazla mûcizelerini bütün ümmeti kabul ettiği gibi düşmanları bile kabul etmeye mecbur kaldıklarından kendilerini aldatmak için o mûcizelere sihir diyerek bir cihette kabul etmişler. O mûcizelerden birisi, bin dört yüz seneden beri ışığından istifade ettiğimiz bir güneş olan mûcizelerle dolu Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (asm)’ın peygamberliğini isbat için yeter. Çünki o Kur’ân-ı Kerîm varlıkların yaratılışından, kâinattan ve onun içindeki her şeyden tut tâ bütün âlemin yaratıcısının varlığına ve birliğine kadar anlatıyor. Aynı zamanda, âilenin huzur ve saadet düsturlarından, toplumların mutlu olarak bir arada yaşamalarından dünyadaki bütün olup bitenlerden, ta ahiretin her halinden ve ebedi saadeti kazanmanın bütün şartlarına kadar akla gelen ve gereken ne varsa her şeyi anlatıyor. Öylesine ki “Yaş ve kuru ne varsa Ku’ran’da vardır.” İşte 6666 âyetiyle her şeyi anlatan bu Kur’ân-ı Kerîm’in, şimdiye kadar tek bir âyetinin bile yanlış olduğu ortaya çıkmamış ve o âyet geçerliliğini kaybetmemiştir. Demek Kur’ân her şeyi Yaratanın kelâmıdır ki, onları anlatırken doğru anlatıyor. Hâlbuki dünyanın en zeki, en dâhi insanları kabul edilen Eflâtun, Aristo, Sokrat gibilerin yazdıkları kitapların üzerinden elli-yüz sene geçtikten sonra, bu kitaplardaki bilgilerin birçoğunun geçerliliğini kaybettiği görülüyor. Bundan da anlaşılıyor ki, Hazret-i Muhammed (sav) Allah resûlüdür. O nefsanî arzularıyla konuşmuyor. Kesinlikle onu Allah konuşturuyor; O da konuşuyor. Eğer o Kur’ân bir insan fikrinin neticesi olsaydı, insanların yazdıklarında hata ve yanlışlar olduğu gibi onda da birçok hata ve yanlış bulunacaktı. Madem elli-yüz sene değil, bin dört yüz sene geçtiği halde bu Kur’ân geçerliliğini kaybetmiyor; şüphesiz o Kur’ân Allah tarafından Hazret-i Muhammed (sav) vasıtasıyla bize geliyor ve onun peygamber olduğunu ispat ediyor.”
Sonra yine o misyonere dedim ki: “Önceki semavi kitaplarda ve İncil’de, tahrif edildikleri halde birçok âyet peygamberimizin geleceğini müjdeliyor.”
Yanımda bulunan Bediüzzaman Hazretlerinin eseri olan Zülfikar mecmuasında, İncil’den naklettiği âyetleri açıp okudum. O da yanında getirdiği İncil’den takip etti.
“Türkçe Yuhanna incilinin 14. Bab ve 20. âyeti şudur: ‘Artık sizinle çok söyleşmeyeceğim. Zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur.’ İşte âlemin reisi tabiri Fahr-ı Âlem demektir. Fahr-ı Âlem ismi ise Muhammed-i Arabî (asm)’ın en meşhur ismidir. Yine 16. Bab ve 7. âyeti şudur: ‘ama ben size hakkı söylüyorum benim gittiğim size faydalıdır. Zira ben gitmedikçe tesellîci size gelmez.’ İşte bakınız reis-i âlem ve insanlara hakîkî tesellî veren Muhammed-i Arabî (asm)’dan başka kimdir. Evet, Fahr-ı Âlem odur. Ve fânî insanları idam-ı ebedîden (ölümle yok olmaktan) kurtarıp (cennet ve ebedî hayatla) tesellî veren odur.”
Bu bölümü okuduktan sonra dedim ki: “Hz. Îsâ’nın söylediği bu tesellî veren kimdir? Hz. Muhammed (asm)’dan başka birisi var mıdır?” O da: “O tesellîci bir melektir.” dedi.
“Sizden soruyorum, acaba Hz. Îsâ (as)’dan evvel, peygamber olarak insanlara tesellî vermek için hiçbir melek gelmiş midir.” dedim. “Hayır” dedi. Bunun üzerine şu cevabı verdim: “Öyle ise Allah’ın âdet kanunlarına uygun olarak Hz. Îsâ (as)’dan sonra gelen tesellîci de meleklerden olmayacaktır. Ancak insanlar arasından peygamber olarak onlara gönderilen bir insan olacaktır. Madem peygamber olarak Hz. Îsâ (as)’dan sonra onun tarif ettiği özelliklere sahip Hz. Muhammed (asm)’dan başkası gelmemiştir. Şüphesiz ki Hz. Îsâ’nın geleceğini müjdelediği tesellîci ve alemin reisi Hz. Muhammed (asm)’dır. Madem Hz. Îsâ’ya inanıyorsunuz, öyle ise onun dediklerine de uymanız icab eder.”
Ve Zülfikar mecmuasında İncil, Tevrat ve Zebur’dan nakledilen başka birçok âyetleri beraber okuduk. Cenab-ı Hakk hidâyet versin, bunlara karşı bir itirazda bulunamamakla beraber, çok müspet bir hale geldi, ikna oldu ve şunu itiraf etti: “Şimdiye kadar görüştüğüm Müslümanlardan hiç birisi, aklın kabul edeceği, ilmî delillerle sizin konuştuğunuz gibi benimle konuşmadı. Hep ‘sen kâfirsin’ diyerek susturmaya çalıştılar.”
Ben de ona dedim ki: “Birbirimizden istifade için bundan sonra haftada bir gün bir araya gelelim, konuşalım.” O da kabul etti ve: “ Sizin için duâ edeyim” dedi. “Tamam, olur” dedim. Ardından: “İstersiziz ben duâ edeyim siz de âmin deyiniz” dedim.
Rabbimizden, hak dinine hidâyet ve hakîkati bize de ona da göstermesi için duâ ve niyaz ettik. O da dualarımıza “âmîn” dedi. Maalesef, uzun zamandan beri misyoner olarak Denizli’de görev yaptığı halde, her halde arkadaşlarıyla görüşmüş olmalı ki, durumunu fark ettiklerinden, yaklaşık bir hafta sonra bir daha dönememek üzere onu Amerika’ya gönderdiler. Cenâb-ı Hakk ona da bize de hidâyet nasip etsin. Âmin…
Bir yanıt yazın