Karıncayı emirsiz, arıları ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, beşeri de sahipsiz bırakmamış. Her biri insanlığın bir yıldızı, bir taifenin gözü ve bir milletin azizi olan 124 bin peygamberi insanlığa rehber olarak göndermiş. Bu peygamberler silsilesinin son halkası olarak da, kâinatın efendisi ve sebeb-i vücudu olan Peygamberimiz (a.s.v)’mı âlemlere rahmet olarak göndermiş.
Kalplerimizin sevgilisi, akıllarımızın muallimi, nefislerin terbiyecisi olan, Peygamberimiz (a.s.v)’dan sonra bir peygamber gelmeyecek. Fakat Cenab-ı Hak yine kemal-i kereminden beşeri sahipsiz bırakmamış. Peygamberimiz (a.s.v)’in : “Benim âlimlerim benî İsraillin peygamberleri gibidirler.” Dediği, Kur’ân mektebinde, Peygamberimiz (a.s.v)’in terbiyesinde yetişen mübarek şahsiyetleri, ümmetin imdadına göndermiş.
Sevgili Peygamberimiz bu hakîkati şu hadisleriyle müjde veriyor: “Allah her yüz sene başında bu dini tecdid etmek ( yenilemek) için bir müceddidi gönderir( insanlar içinden çıkarır)” (Ebû Dâvud, Beyhakî, Hâkim, Taberânî, İbn-i Adiy)
Hz. Ali Efendimiz de, Peygamberimiz (a.s.v)’in bu nurlu müjdesini şu cümleleriyle teyit etmiş: “Biz Al-i Beyt’ten birer Gavs çıkıp her kürbet ve şiddet zamanında imdat ediyoruz.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 134)
Müceddid, kitap ve sünnetin ve onların iktiza ettiği şeylerin terk edildiği, unutulduğu, bid’at ve dalaletlerin her yeri istila ettiği bir zamanda, kitap ve sünnetin hükümlerini ihya etmeye, bid’atları ve bid’at ehlini sözle, kitap telif etmekle, ders vermekle veya başka şekillerle yok etmeye çalışan asrın vazifeli şahsıdır.
İşte bu nurani mücedditlik silsilenin 13. asırdaki halkası, yüzlerce büyük velî yetiştiren, Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri’dir.
Soyu baba tarafından Hz. Osman (r.a)’a, anne tarafından ise, Hazret-i Ali (r.a)’ye dayanan Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri, 1193’te (M. 1779) Irak’ta, Süleymaniye’ye bağlı Karadağ kasabasında doğmuştur. Zamanın ünlü âlimlerinden ders almış. Özellikle Kadiri Şeyhleri Abdürrahim ve Abdülkerim Berzenci kardeşlerden ders okumuş ve onlardan icâzet (diploma) almıştır. Küçük yaşta aklî ve naklî ilimleri, yani tefsir, hadîs, fıkıh, tasavvuf, akâid, nahiv, sarf, meânî, beyân, bedî, vad, âdâb, arûz, edeb, lügat, usûl, mantık, hikmet (fen), hey’et (astronomi) geometri, hesab ve diğer ilimleri öğrenmiş hattâ Firûzâbâdî’nin Kâmûs’unu ezberlemişti. Asrındaki bütün âlimlerden daha üstün bir ilme sâhip ve Kur’ân-ı Kerîmin esrârına vâkıf olmuştu.
1799 yılında üstâdı Seyyid Abdülkerîm Berzencî vebâdan vefât edince çok genç olmasına rağmen Süleymaniye’deki medresenin müderrisliğini deruhte etmiş. Böylece yirmi bir yaşındayken binlerce âlim ve talebeye üstâd olmuş ve yedi sene ders okutmuştur.
Mevlânâ Hâlid Hazretleri 1805’te hacca gittiği zaman, Medîne’de Yemenli bir âlimden nasihat istemiş. O zât; “Mekke’de dîne uymayan birini görürsen, hemen reddetme!” demiş. Mekke’de, bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı salevât kitabı olan Delâil-i Hayrât okurken, düşkün kılıklı, siyah sakallı birinin Kâbe’ye arka çevirip kendine baktığını görmüş. “Utanmadan, Kâbe’ye arkasını çevirmiş!” diye düşünürken, o zât; “Mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne’deki zâtın nasîhatını unuttun mu?” diye cevap verince, Mevlânâ Hâlid Hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anlamış ve af dilemiş. “Beni irşâd et!” diye yalvarınca; o zat: “Sen burada olgunlaşamazsın!” (Eli ile Hindistan’ı gösterip) Senin işin orada tamam olur.” demiş.
Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri, Mekke’deki hadiseden sonra, Hicri 1224 yılında Hindistan’ın Payitahtı olan Cihanabad şehrine giderek, orada Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretleri’nin mürşidliğinde Nakşibendi tarikatının eğitimine girer. Bağdadî Hazretlerinin, beş ay süren Hindistan’daki tahsili, irşad ve tecdid hizmetinde büyük hizmete haizdir. Abdullah Dihlevi’den aldığı ilimle o zaman “Hindistan’dan İran’a kadar yayılmış olan te’vilat-ı fâsideyi ve şübehâtı dağıtarak, elli milyondan ziyade insanın irşadlarına ve imanlarının kurtulmasına vesile oldu.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 72)
Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri, Hindistan dönüşünde önce isfahana, oradan da Hemedan ve Senedüc’e gelir. Senedüc’de kaldığı süre içinde, matematik, geometri, astronomi ve coğrafya gibi ilimleri tahsil eder. Hicri 1226’da, Süleymaniye’ye ulaşır. Burada iki yıl kaldıktan sonra, Hicri 1228 yılında Bağdat’a gelir. Başlangıçta, Bağdat’ta muvaffakiyetli bir hizmet yapamaz. Fakat kısa bir zaman sonra birden parlar. Bu sırrı Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde izah eder:
“Hazret-i Mevlânâ Hindistan’dan Tarîk-ı Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi, Şâh-ı Geylânî’nin ba’delmemat, hayatta olduğu gibi tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlânâ manen bu tasarrufu cây-ı kabûl göremedi. Şâh-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdad’a gelip, Şâh-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: Mevlânâ Hâlid senin evlâdındır, kabûl et. Şâh-ı Geylânî onların iltimasını kabûl ederek Mevlânâ Hâlid’i kabûl etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid birden parlamış. Bu vâkıa ehl-i keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, Bazıları da rü’ya ile görmüşler.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 11)
Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri, Bağdat’ta 10 sene kalır. Bu zaman zarfında yüzlerce talebe yetiştirir. Dört bin talebesine ilimde ve tasavvufta icâzet vermiştir.
Bunların içinde en kıymetlileri; büyük âlim ve velî Seyyid Abdullah-ı Geylânî Şemdînî, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, Şeyh Muhammed Hâfız, Urfalı Ahmed Agribozî, Feyzullah Erzurûmî, İbn-i Âbidîn, Abdülfettâh-ı Akrî, Yahyâ Mezurî, Muhammed Hânî idi.
Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri’nin fevkalâde şöhretinden Ehl-i siyaset tevehhüm etmiş ve bölge valisinden tahkikat istemiştir. Bundan rahatsız olan Halid-i Zülcenaheyn Hazretleri, hicri 1238 yılında, müridleri, “etraf-ı iyali” ve halifeleriyle birlikte Şam’a geçerek Ümeyye (Emevi) Camii civarına yerleşmiş (1823) ve vefatına kadar burada kalmıştır.
Kudüs, Halep ve Irak’ın tamamı, özellikle Bağdat, Basra, Kerkük, Erbil, İmadiye ve Cezire bölgeleri; Güneydoğu Anadolu, özellikle Mardin, Gaziantep, Urfa ve Diyarbakır bölgeleri; ayrıca, Hindistan, Afganistan, Maveraünnehir, Mısır, Amman ve Mağrip (Batı ülkeleri) halkından pek çok kimse onun müridi olmuştur.
Sünnet-i seniyyeye bağlılığı, derin ilmi ve siyasi otoriteden uzak tavırlarıyla dikkati çeken Halid-i Bağdadî Hazretleri, tanınan ve takdir edilen ilmi kişiliğinin yanısıra, üstün ahlak ve takvası ile de her zaman dikkati çeken bir özelliğe sahipti. “Ledunni” (kaynağı Kur’ân’da gizli) bilimlere son derece vakıf olup, bu konularda o zamanın ileri gelen üstadlarından da, daha ileri bir derecede bulunmaktaydı. Üstün bir zekâya, güçlü bir hafızaya ve derin bir anlayışa sahipti. Herkes tarafından sevilen, pek sabırlı, kanaatkâr ve pek muhterem bir kişiydi. Her müşkili çözmeye, her derde devâ olmaya çalışırdı. Dünyâya düşkün değildi. Dünyâ malına ve bununla ilgili şeylere ehemmiyet vermeyip, gece gündüz ibâdet ederdi. Dâima nefis muhâsebesi yapar, hep ağlardı.
Arkasında 11 eser ve yüz binlerce talebe bırakan, 12. Asr-ı Muhammedi’nin müceddidi Mevlânâ Eşşehîr, Kutb-ül-Ârifîn, Gavs-ül-Vâsılîn, Vâris-i Muhammedî, Kâmil-üt-Tarîkat-ül Aliyeti Vel-müceddidiyeti Hâlid-i Zülcenaheyn Hazretleri, Hicri 1242 (Miladi 1827) yılında, Zilkade ayının 14. Cuma gecesi, Taun hastalığından vefat etmiştir.
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDADÎ HAZRETLERİ İLE BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİ’NİN HAYATLARINDAKİ TEVÂFUKLAR
[Birincisi] Hazret-i Mevlânâ, binyüz doksanüçde (1193) dünyaya gelmiş. Üstadım ise, arabî bin ikiyüz doksanüçte, tam Mevlânâ Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.
[İkincisi] Hazret-i Mevlânâ’nın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddimesi olan Hindistanın payitahtına bin ikiyüz yirmidörtte1224 girmiş. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra bin üçyüz yirmidörtte1324 Osmanlı saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine hazırlanmış.
[Üçüncüsü] Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlânanın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek Hazret-i Mevlânâ’nın diyar-ı Şam’a nakletmesi bin ikiyüz otuzsekizde1238 vâki olmuştur. Üstad ise, aynen yüz sene sonra bin üçyüz otuzsekizde Ankara’ya gitmiş, onlarla uyuşamayıp, onları reddetmiş, küserek tekrar Van’a gitmiş. Van’da bir dağda inziva ederken, bin üçyüz otuzsekiz1338 senesini müteâkip Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş, ondan korkarak Burdur, Isparta, Kastamonu, Afyon vilâyetlerinde dokuz sene, şimdi yirmi sene ikamet ettirilmiş.
[Dördüncüsü] Hazret-i Mevlânâ, yaşı yirmiye bâliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde fuhul-i ulemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise, tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki: Ondört yaşında icazet almış a’lem-i ulema-i zamana karşı muarazaya girişmiş. Ondört yaşında iken, icazet almağa yakın talebeleri tedris etmiştir. Hem Hazret-i Mevlânâ, neslen Hazret-i Osman’dan(R.A) olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, Üstadım, Kur’ân-ı Hakîme hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn’in arkasından gidip Hazret-i Mevlânâ gibi, Risale-i Nur eczalariyle bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniyenin ihyasına çalıştı. İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fâsıla ile, Risale-i Nurun takviye-i din hususundaki te’siratı, Hazret-i Mevlânanın Tarîk-ı Nakşiye vasıtasiyle hizmeti gibi azîm görünüyor. (Hâşiye: Hazret-i Mevlâna (K.S.) milyonlar etbâlarının ittifakiyle müceddittir ve baştaki Hadis-i Şerifin bir mâsadakıdır. Ve mâdem tam yüz sene sonra dört mühim cihetle tevafukla beraber Risale-i Nur ayni vazifeyi görüyor. Demek nass-ı Hadis ile Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.)
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDADÎ HAZRETLERİ İLE BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİ’NİN HAYATLARINDAKİ TEVÂFUKLAR
Üstadım, kendine aid medh ü senayı kabûl etmez, fakat Risale-i Nur Kur’âna aid olup medh ü sena Kur’ânın esrarına aidtir. Yalnız Üstadım ile Hazret-i Mevlânâ’nın (birkaç farkı) var.
[Birincisi] Hazret-i Mevlânâ, zülcenaheyndir. Yâni hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibidir. Fakat, Nakşî Tarîkatı onda daha galibdir. Üstadım da, bil’akis, Kadirî meşrebi ve Şâzelî mesleği daha ziyade hükmediyor.
Ben Üstadımdan işittim ki: “Hazret-i Mevlânâ Hindistan’dan Tarîk-ı Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi, Şâh-ı Geylânî’nin ba’delmemat, hayatta olduğu gibi tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlânâ manen bu tasarrufu cây-ı kabûl göremedi. Şâh-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdad’a gelip, Şâh-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: Mevlânâ Hâlid senin evlâdındır, kabûl et. Şâh-ı Geylânî onların iltimasını kabûl ederek Mevlânâ Hâlid’i kabûl etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid birden parlamış. Bu vâkıa ehl-i keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, Bazıları da rü’ya ile görmüşler.” Üstadımın sözü burada tamam oldu.
[İkinci Fark] Üstadım kendi şahsiyetini merciilikten azletmiştir, yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlânânın şahsiyeti ise; kutb-ül-irşad ve merci-ül-has ve-l-âm olmuştur.
[Üçüncü Fark] Hazret-i Mevlânâ Zül’ecnihadır. Fakat zamanın muktezasiyle, Sünnet-i Seniyeye çok kuvvet vermekle beraber -ilm-i tarîkatı esas tutmak cihetiyle- tarîkatı daha ziyade tutmuş, o noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın muktezasiyle, ilm-i hakikatı ve hakaik-ı imaniye cihetini iltizam ederek tarîkata üçüncü derecede bakmışlardır.
[Elhâsıl] Baştaki Hadîs-i Şerifin “Her yüz sene başında dini tecdit edecek bir müceddid gönderiyor” va’d-i İlâhîsine binaen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatça bin ikiyüz senesinin, yani onikinci asrın müceddididir. Mâdem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüştür, kanaat verir ki, nass-ı Hadîsle Risale-i Nur, tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir. Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yâni: Kıymet bende değildir, Kur’ân-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyorlar.” Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.
Şamlı Hâfız Tevfik
Bir yanıt yazın