Bayezid-i Bistami Hazretleri diyor ki: “Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım has kulları vardır ki, cennette bir saat Cemal-i İlahî’yi görmezlerse, cennet ve cennetin nimetlerinden, cehennem ve cehennem azabından Allah’a sığındıkları gibi Allah’a sığınırlar.” Demek Cemâlûllah’sız bir cennet, bir kısım zatlar için cehennem olur.
“İ hsan edenlere (iman edip güzel amel işleyenlere) daha güzel karşılık (olarak cennet) bir de ziyade (Allah’ın cemaline mazhar olmak ) vardır!” (Yunus, 26)
Bu âyete dair Nesaî’de Süheyb’den (ra) ve bir kısım hadislerde şöyle rivâyet ediliyor: “Rasûlullah (sav)’a şöyle denildi: Bu âyetteki: “İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha fazlası vardır” ne demektir? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra bir münadi şöyle seslenir: Ey cennet ahalisi, size Allah nezdinde verilmiş bir söz vardır. Allah, vermiş olduğu o söz ile sizi mükâfatlandırmak istiyor.’ Onlar (hayretlerinden), şöyle diyecekler: ‘O, yüzlerimizi ak etmedi mi, mizanlarımızın sevap kefesini (iyiliklerimizi) ağırlaştırmadı mı, bizi cehennem ateşinden korumadı mı?’ Hz. Peygamber devamla buyurdu ki: “Bunun üzerine yüce
Allah, meleklere kendisiyle cennet ehli arasındaki bütün perdeleri kaldırmalarını
emreder. Cennet ehli, karşılarında Cenâb-ı Hakk’ın cemalini dolunay gibi görürler. Allah’a yemin ederim, Allah onlara kendisine bakmaktan daha çok sevdikleri ve daha çok gözlerini aydınlatıcı hiçbir şey vermiş değildir.” (Nesai)
Risale-i Nur’da da bu hakikat şöyle ifade edilmektedir: “İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mes’udanesi, bir saatine değmeyen cennet hayatı ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine (görmesine) değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelal’in müşahedesi, rü’yeti (görmesi)dir ki; (Hâşiye) hadîs-i kat’î ile ve Kur’ânın nassıyla sabittir.” (Hâşiye: Hadîsin nassıyla (kesin ifadesiyle) o şuhud, bütün lezaiz-i cennet’in o derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-i cemali o derece fazlalaşır ki; döndükleri vakit, (kendilerinden önce dönen) saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları (onlar da ailelerini) tanıyabilirler, hadîste vârid olmuştur.) (Sözler 311)
Demek, insan için en mühim gaye, cennet ve Cemâlûllah’ı kazanmaktır. Çünkü dünyada verilen memuriyetle gösterilen sadakate mukabil, Rabbimiz bizlere cennet ve cemalini ihsan eder. O cennet ve Cemâlullah’tan istifade ise herkesin iman ve ibâdetine göredir. Kimi var ki, Cuma’dan Cuma’ya; kimi var ki, her gün; kimi de sabah – akşam Cemal-i İlahî’yi görür. Bayezid-i Bistami Hazretleri diyor ki: “Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım has kulları vardır ki, cennette bir saat Cemal-i İlahî’yi görmezlerse, cennet ve cennetin nimetlerinden, cehennem ve cehennem azabından Allah’a sığındıkları gibi Allah’a sığınırlar.” Demek Cemâlûllah’sız bir cennet, bir kısım zatlar için cehennem olur.
Hazret-i Enes (ra) rivâyet ediyor: “Resûlullah ferman etmiş: “Şübhesiz cennette bir çarşı var. Her Cuma günü cennet ehli ona gelir. Kuzeyden esen rüzgâr, onların yüzlerine ve elbiselerine her çeşit kokuları serper. (Allah onlara görünmek ile tecelli eder) Böylelikle artan hüsün ve cemalleriyle onlardan önce (saraylarına) dönen ailelerine dönerler. Onların ehli onlara der ki: Allah’a yemin olsun ki, bizden sonra hüsün ve cemaliniz artmıştır. Onlar da: Allah’a yemin ederiz ki sizin de bizden sonra hüsün ve cemaliniz artmıştır, derler.” (Müslim)
Cennette Cenâb-ı Hakk’ı görmenin derecesi farklı farklı olacaktır. Bazıları sadece gözleriyle, bazıları bütün yüzleriyle ve bazıları da bütün cisimleriyle Cenâb-ı Hakk’ı görecektir. Bu ise en tatlı, en şerefli ve en yüce olandır. Rabbim bizi bunlardan eylesin. (Âmin)
Cennette Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görmek hususu sadece erkeklere mahsus olmadığı, hadislerin erkek – kadın ayırt etmeden umumî bir şekildeki ifadelerinden, yukarıdaki hadisin bizzat ifadesinden ve Rahmet-i İlahîye’nin genişliğinden anlaşılmaktadır. (Tacu’l-usûl)
Eğer denilse dünya hayatı da yaşamaktır, âhiret hayatı ve Cemâlûllah’ı görmek de yaşamaktır, nasıl oluyor da Cemalullah’ı görmenin bir saati cennet hayatının bin senesinden ve cennetin de bir saati dünya hayatının bin senesinden daha üstün olabiliyor? Birbirinden bu kadar farklı iki çeşit hayat olabilir mi?
Evet olabilir. Anne rahminde yaşamak ile dünyadaki yaşamanın birbirinden ne kadar farklı olduğu herkesçe malumdur. Hatta anne rahminde veya uykuda bin sene yaşamak dünyada bilerek bir saat yaşamaya mukabil gelmez. Çünkü anne karnında veya uykuda iken gözleri var görmüyor, kulakları var işitmiyor vs.. Buna binaen denilebilir ki ruhlar âleminde yaşamanın da bin senesi anne rahmindeki yaşamanın bir saatine mukabil gelmiyor. Çünkü ruh, anne rahminde ceset giydiğinden ruhlar âleminde yaşamaktan çok farklı istifade eder. Şüphesiz bu mukayesenin dünya hayatı ile ahiret hayatı, ahiret hayatı ile Cenâb-ı Hakk’ı görmenin arasında da geçerli olduğunu, hikmet-i İlahî iktiza ettiği gibi akıl da kabul eder.
Bir Pazar günü, Erzurum’da beraber kaldığımız kardeşlerle Karayolları semtine doğru tenezzüh ve geziye çıktık. Oturacağımız yere yakın, yolumuzun üstünde oyun oynayan 4-5 çocukla karşılaştık. Selam verdik. Yanımızdaki bir kardeş onlara şeker ikram etti. Bu sayede kendileriyle bir samimiyetimiz oluştu. Hep beraber bir yeşil alanda oturduk. Vahdâniyete dair bir sohbet yapmaya başladım. Sonra kendi kendime dedim ki: “Bu ders bunlara ağır gelir.” Anlarlar ve hoşlarına gider diye yukarıdaki hakikatleri ifade eder tarzda cennetten bahsettim.
Bu hakikatleri o çocukların anlayabileceği şekilde anlatırken, beni dinleyenlerden tahminen beşinci sınıfa giden zeki bir çocuk:
“Ağabey bir soru sorabilir miyim?” diyerek müsaade istedi.
“Buyur.” dedim.
“Siz kaç defa cennete gidip geldiniz de orayı görmüş gibi bize anlatıyorsunuz?”
Hem hayret ettim hem de çok zeki olduğundan çocuğu takdir ettim. Ve dedim ki:
“Bu kadar güzel, hârika olan cennete gitseydim hiç geri gelir miydim? Hatta bir rivâyete göre peygamber olduğu halde İdris (as) cennete girmiş, kalmak için Cenâb-ı Hak’tan müsaade istemiş. Allah da ona müsaade etmiş. Fakat inanmak mecburiyetinde olduğumuz cennetin böyle harika olduğunu aklımız kabul ettiği için size anlatıyoruz. Cennetin varlığını isbat eden delilleri ben izah edeyim. Aklınız kabul ederse siz de inanısınız.” diyerek anlatmaya başladım.
“Kardeşlerim bir iğne hiç ustasız olur mu? Bir köyün muhtarsız, bir vilâyetin valisiz bir memleketin padişahsız olması hiç mümkün müdür?”
Böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyledi. Ona:
“Bu Erzurum vilâyetini gördüğün halde, inkâr edebilir misin?”dedim.
“Hayır, inkâr edemem” dedi.
“Bu il valisiz olabilir mi?”
“Valisiz olamaz.” dedi.
“Hem bu vilâyette çalışan, devlete itaat eden memurlar için mükâfat ve maaş veren daireler, zevk ve sefa yerleri bulunmaması hiç mümkün müdür? Hem devlete karşı gelen, insanlara zulmeden her türlü isyan ve fenalığı yapan âsi ve zalimler için bu vilâyette bir cezaevinin bulunması gerekli değil midir?”
“Evet, gereklidir” dedi.
“Bütün bu saydıklarımızın var olduklarına inanıyor musun?”
“Evet, inanıyorum” dedi.
“Peki, bunların hepsini gördün mü?”
“Hayır, hepsini görmedim.” diye cevap verdi.
“Bunlardan görmediklerine neden inanıyorsun?”
“Aklım kabul ettiği için inanıyorum.”
“Aynen misaldeki vilâyet gibi, bu âlemin de kâinatın da var olduğunu inkâr edebilir misin? Hem bu âlem o kadar büyük ve geniştir ki târifi mümkün değildir. Zira bugünkü astronomi ilmine göre, uzay dediğimiz fezada yaklaşık iki yüz milyar kadar galaksi varmış. Onların içinde normal büyüklükte bulunan Samanyolu galaksimizin çapı yüz bin ışık yılıdır. Işık ise saniyede üç yüz bin kilometre mesafe gidiyor. Demek ışık hızı ile yüz bin senede Samanyolu galaksisinin çapı ancak kat edilebilecekmiş. Âlimlerin çoğuna göre bu uzay birinci tabaka sema kabul ediliyor. Birinci sema ise ikinci semanın içinde, bir ovanın içinde bulunan yüzük halkası kadar ancak olabilirmiş. Bu ölçüye göre her bir sema diğerinin içinde bu kadar büyüklük ifade eder. Yedi tabaka semanın damı ise Arş-ı Â’la’dır. Arş ise bütün semavatı ihata edip kuşatıyor. Acaba bu kadar büyük ve muazzam âlem memleketi de sahipsiz, padişahsız olabilir mi?” dedim. Cevaben:
“Olamaz.” dedi.
“Acaba o padişah kimdir?” diye sordum. O da bu memleketin padişahının
“Allah”(cc) olduğunu söyledi.
“Acaba, kendi azametine ve büyüklüğüne münasip ve bu geniş âleme göre, O başlangıçsız ve sonsuz Sultanın emir ve yasaklarına uyarak itaat edenlere, iman edip ibâdet edenlere, bir safa ve mükâfat yeri bulunmaz mı?” dedim. O da:
“Bulunur.” diye cevap verdi.
“O mükâfat yeri neresi olabilir.” dedim. Cevaben:
“Cennet.” dedi.
“O cennete kaç defa gidip geldin ki var olduğuna inanıyorsun?” diye söyleyince, tebessüm ederek:
“O cennetin varlığını aklım kabul ettiği için inanıyorum.” dedi.
“İşte bizim de aklımız böylece cennetin varlığını kabul ettiği için size anlattım.
Hem Cenâb-ı Hakk’ın bu memleketinde kendine isyan eden iman edip amel-i salih işlemeyen, her türlü fenalık ve zulmü yapan insanlar için de bu kâinatın genişliğine ve Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametine münasip bir cezaevi yok mudur?” dedim. O da şüphesiz var olduğunu, onun da cehennem olduğunu söyledi. Öyleyse:
“Madem kâinat var, elbette Allah da var, cennet ve cehennem de var. Herkesin hak ettiği mükâfat ve ceza da vardır.” dedim.
Risale-i Nurlar’da geçtiği gibi “Hiç mümkün müdür ki bir saltanat (devlet), bâhusus (özellikle) böyle muhteşem (âlem gibi büyük ve güzel) bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mûtı’lere (cennet ile) mükâfatı ve isyan edenlere (cehennem ile) mücazatı (cezası) bulunmasın. Burada (dünyada, ceza ve mükâfat) yok hükmündedir. Demek başka yerde (ahirette) bir mahkeme-i Kübra (büyük mahkeme) vardır. (herkese mükâfat ve ceza verilecektir)”
Bir yanıt yazın