Yirmidokuzuncu Söz’ü ilk kez okuduğumda, satır başlarındaki elif harflerinin dizilişinden sonra beni en çok etkileyen güzelliklerden biri de bu yazıya başlık olan cümle olmuştu. Bedîüzzaman Hazretleri, haşir bahsinde âhiret hayatı ile birlikte bir saadet-i ebedîyenin mutlaka geleceğini isbat için kullandığı deliller arasında, bu dünyada şahid olduğumuz ‘rahmet’ hakîkatini göz önüne serip mevzûyu şöyle bağlar:
“…Hâlbuki rahmet güneşten daha parlak bir hakîkat-ı sabitedir. Bak, rahmetin cilvelerinden ve latif âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî ve hicran-ı layezaliye hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen görürsün ki; o latif muhabbet en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat en büyük bir illet olur. O nurani akıl en büyük bir bela olur. Demek rahmet… Çünkü rahmettir. Hicran-ı ebedîyi muhabbet-i hakîkîye karşı çıkaramaz.” (Sözler, 197)
İşte, bu ifadeleri okurken “rahmet çünkü rahmettir”e geldiğimde hissettiğim heyecanı hâlâ hatırlıyorum. Başka yerde okusam ya da işitsem “böyle söz mü olur?” diye itiraz oklarımı yönelteceğim bu cümle, bana bambaşka duygular yaşatmıştı. Çünkü ilk bakışta bir ifadeyi yine aynı ifade ile açıklamak gibi görünen bu cümlede, âdeta Bedîüzzaman Hazretleri’nin bana, “Rahmet öyle bir hakîkattir ki; rahmetten başka bir şeyle açıklanamaz!” dediğini hisseder gibi oldum. Hepimizin hayatında unutamadığımız anlar vardır. İşte benim hayatımda da hep bir hasretle hatırladığım ve bana, “Keşke her mütalaamda o heyecanı yaşayabilsem!” dedirten, bu cümle olmuştu.
Zülfikar’da (sahife, 48) bazı âyet-i kerimelerde, o âyette belirtilen mânâların, birer fezleke olarak, âyetin sonundaki kelime ya da cümlelerde derc edildiğinden bahsedilir ve bunun muhteşem örnekleri sıralanır. İşte sanki buraya da Kur’ân’ın eşsiz güzelliği aks etmiş, İsm-i Rahîm’in tecellisine mazhar olarak kaleme alınan Risale-i Nur’un bir sahifesinde, rahmet nura dönmüştür. Evvelinde bahsettiği mevzuyu en güzel, en net bir ifadeyle noktalamıştır.
Hem bir kelamdaki ulviyet ve güzellik ve kuvvetin kaynağı, yine Zülfikarda (sahife 58-59) şöyle açıklanır: “… öyle ise, sözde; kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma!” Burada bu esaslar, Kur’ân-ı Kerîm’in eşsiz güzelliğini vurgulamak için dile getirilmiştir. Fakat bizler bu esasları, önümüze çıkan her söz için birer mihenk kabul edebiliriz ve muhatap olduğumuz yada sarf ettiğimiz kelamların derecesini, sanırım daha iyi anlarız.
Yukarıdaki ifadeye bu açıdan bakacak olursak: bu sözü söyleyen zat; mecazî bir aşka tutulup firakın acısıyla kıvranan mecnun misal bir âşık değildir. Ömrü hakîkî aşk ve şefkat hislerinden mahrum olanlarla mücadele içinde geçip, yine hakîkî aşk ve şefkati tüm insanlara tattırmayı arzulayan bir kalbin sahibidir. Âhirzaman karanlığında Kur’ân hakîkatlarının sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu isbat için haykıran bir vazifedarın kelamıdır. Davası uğruna çektiği esaret zindanları, sürgünler ve tarasudatlar, kendisine firakın en acı yudumlarını tattırmıştır. Bu manada değerlendirildiğinde, aşkın ve şefkatin kıymetini bilecek bu asrın en mümtaz kişisidir. Muhatap, âhir zamanın karanlık dalgaları içinde çırpınan kıyamete kadar gelecek tüm hasta gönüllerdir. Öyle bir makamda ve maksatla söylenmiştir ki, dünyevi maksatla yazılmış, aşkı-şefkati anlatan hiçbir edebî metin kendisiyle boy ölçüşemez. Zira akıllarda ve dillerde dolaşan şüphe ve tereddütleri gidermek için, Risale-i Nur’un en nadide bir parçasında, âhiret akidesinin gönüllerde kazınması için yazılan bir derste kendine yer bulmuştur. Yani, neresinden bakılırsa bakılsın herşeyiyle nurdur.
Rahmet; güneşten daha parlak bir hakîkattir, girdiği yeri nura gark eder. Hayatımızdaki tüm güzellikler onun latif tecellileridir.
Rahmet… Çünkü rahmettir.
Bir yanıt yazın