Bugün size dininizi kemale erdirdim. Üzerinize olan nimetimi tamaladım ve sizin için dîn olarak İslâm’a razı oldum.” (Mâide, 3) meâlindeki âyet-i kerime Cenâb-ı Hakk’ın İslâmiyeti insanların dünya ve âhiretlerini kazandıracak her türlü kanun ve adabları içinde toplamış olarak, tam ve mükemmel bir şekilde gönderdiğini buyurmaktadır. “Bütün bid’atlar dalalettir, sapıklıktır. Bütün dalaletler ateştedir.” meâlindeki hadis-i şerif ise bu İslâmî düsturları beğenmeyip yeni düsturları onların yerine geçirmekle o İslâmî ahkâm ve düsturları değiştirmenin bid’at ve ateş olduğunu açıkça ifade etmektedir.
İslâmî emirlerin mertebeleri vardır. Bir kısmı farz ve vacibdir ki, bunlara muhkemat (temel esaslar) denilir. Bunları yapmaya herkes mecburdur. Yapmayan için şiddetli azab ve ceza vardır. Bir kısmı da nafilelerdir ki, yapılmasında maddî ve manevî olarak çok büyük fayda ve sevap vardır. Bunlar ezan, kamet ve yazı gibi ibâdete tabi sünnetlerdir. Bunların terkinde ceza ve ıkab yoktur. Fakat bu sünnetleri bozmak ve değiştirmek ise bid’at ve dalalet olduğundan cehennem ateşine sebebiyet veren büyük bir hatadır. Diğer bir kısmı da adab-ı muaşeret denilen Peygamberimizin güzel âdet ve fıtri hareketleridir. Şahsi hayat ve toplum hayatı için bunları yapmanın çok hikmet ve faydaları vardır. Bunları yaşamak çok güzel olmakla beraber âdetleri ibâdet hükmüne getirir. Fıtri olarak yapmak mecburiyetinde olduğumuz yemek, içmek, yatmak âdabları gibi. Bunları terk etmek ve bozmak bid’at değildir; ama büyük bir sevaptan mahrum olmak vardır.
KUR’ÂN HARFLERİ KUR’ÂN’IN TEMEL TAŞIDIR
Bu girişi yaptıktan sonra, bu yazıda Bediüzzaman Hazretlerinin ısrarla üzerinde durduğu Kur’ân yazısının ehemmiyetini gösteren çok hakikatlerden birkaçını beyan edeceğiz.
1. Kur’ân-ı azimüşşanı, Kur’ân harfleriyle yazmak hak mezheblerin ittifakıyla farzdır. Hatta “başka hurufatla yazılan Kur’ân veya bir sûre, Kur’ân olarak kabul edilmez.” şeklinde Kuduri ve İanetü’t-Talibin kitablarında tafsilatlı açıklama vardır. Meselâ “Hamd” kelimesi “ha” harfiyle hamd ve şükür mânâsını ifade eder. “he” ile olursa azab mânâsını ifade eder. Hâlbuki “ha” harfi Latincede bulunmuyor. “Ha, hı ve he” harflerini karşılayan “h” harfidir. “alemîn” kelimesi de “ayın” ile yazılır. Latincede ayın olmadığından “alemin” “a” ile yazılır. Ya “elemler” mânâsını ifade eder veya hiçbir mana ifade etmez. Aynı zamanda “yarattı” manasında olan “halaka” kelimesi “hı” ve “kaf” ile yazılır. Latince olursa “h” ve “k” ile yazılacaktır ki , “helak etti, yok etti” mânâsını ifade eder. Veyahut Kur’ân harflerinden bir harfi ifade etmek için birden fazla harf kullanmak icap eder ki, o da Kur’ân harflerini tam olarak karşılayamamaktadır. Bu örneklere kıyasen baştan sona kadar Kur’ân’ın harflerini değiştirmek, onun mânâsını da değiştirdiği için ulema-i İslâm başka harflerle yazılmasına fetva vermemiştir.
Kur’ân harfleri hususunda Bediüzzaman Hazretleri bir suale şu şekilde cevap vermiştir:
“Sual: En mühim hakaik-i Kur’âniye ve imaniye ile meşgul olduğun halde neden onu muvakketen bırakıp, en ziyade manadan uzak olan huruf-u hecâiyenin adedlerinden (alfabetik sayılarından) bahsediyorsun?
Elcevap: Çünki bu meş’um (uğursuz) zamanda Kur’ân’ın bir temel taşı olan
hurufuna hücüm ediliyor. Ve onların tebdiline (değişmesine) çalışıyorlar.” (Rumûzât-ı Semâniye)
Bu cevaptan da anlaşılıyor ki Kur’ân harfleri, ilâhi muazzam bir kale hükmünde olan Kur’ân’ın bir temel taşıdır. O taşı değiştirmek, bilerek veya bilmeyerek o kalenin yıkılmasına çalışmak demektir.
2. Kur’ân harflerinin her birisinin cifir hesabıyla da bir rakam karşılığı vardır. O cihette de birçok mânâ ve hikmetleri ifade ediyor. Başka harflerle yazıldığında o manalar ve hikmetler kaybolur.
İSLÂM ŞEÂİRİ UMÛMUN HUKUKUNA BAKAR
3. Şeâir-i İslâmiye cihetinde Kur’ân yazısı büyük bir önem arzetmektedir. Evet, şeâir-i İslâmiye bütün Müslümanların ortak malıdır. Yalnız Araplara mahsus değildir. Çünki milliyeti ve lisanı ne olursa olsun bütün Müslümanlar şeâir-i İslâmiyeyi tanır ve bilir. Meselâ Rusya’da veya Amerika’da veya dünyanın herhangi bir yerinde birisi ezan okusa veya selâm verse veya Kur’ân harfleriyle bir kitap okusa, İslâmî şeâirden birisini yaşamış olsa, onu gören diğer bir Müslüman lisanı veya milliyeti ne olursa olsun o kişinin Müslüman bir kardeşi olduğunu anlar, itimat ederek irtibata geçer. Ve böylece şeâir-i İslâmiye ehl-i imanın mesûdâne hayatının devamına vesile olan birlik ve beraberliğinin teminine ilâhî bir vesiledir. Bu şeâir-i değiştirmeye ve bozmaya çalışmak Müslümanların hayat-ı içtimaiyelerinin bir temel taşı olan birlik ve beraberliğini yok etmeye çalışmak demektir. Bu hususu te’yid eden lâtif bir hikâye anlatılır:
Bir zaman Türkiye’den birisi hacca gider. Arapçayı bilmediğinden arkadaşlarına demiş ki: “Bu Arapların Kur’ân’ları Türkçe, ezanları, kametleri ve namazları Türkçe; ama konuşmaya gelince (onların lisanlarını bilmediği için) sapıtıyorlar (!)” demiş. Demek bu şeâiri değiştirip yerine ikame edilen bid’alar marziyat-ı ilâhîyeye muvâfık olmadığı gibi, herkesin kabulüne mazhar olup umum Müslümanların birliğine de vesile olması mümkün değildir.
“Sünnet-i Seniyenin içinde en mühim olanları İslâmiyet alâmetleri olan şeâire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-ı umumiye nev’inden cem’iyete aid bir ubûdiyettir. Birisinin yapmasıyla o cem’iyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir.” (Lem’alar, 55)
“Nasıl hukuk-ı şahsiye ve bir nevi hukukullah sayılan hukuk-ı umumiye namıyla iki nevi hukuk var; öyle de: Mesail-i şer’iyede (şeriat meselelerinde) bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder (herkesle alakalıdır) ki; onlara Şeâir-i İslâmiye tabir edilir. Bu şeâirin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi sünnet kabilinden bir mes’elesi en büyük bir mes’ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın (İslâm büyüklerinin) bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler…” (Mektûbat, 246)
İSLÂMİYET TERAKKİYE ENGEL DEĞİLDİR
Hem İslâmiyet bütün esasatıyla ve şeâiriyle bir bütündür. Müslümanların onu hayatlarına tatbik etmeleri
nisbetinde terakki ettikleri gibi eksik bıraktıkları nisbette de tedenni edip vahşete düştüklerini Bediüzzaman şu cümleleriyle ifade etmektedir:
“Ehl-i bid’a diyorlar ki: Bu taassub-ı dinî (dini taassub), bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti? (Elcevab) Yanlışsınız ve aldanmışsınız veya aldanıyorsunuz. Çünki Avrupa, dinine mutaassıbdır (bağlıdır). Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın!” denilse, taassubları muktezasınca diyecek: Hapse değil, öldürseniz bile, dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım!
Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salâbeti terk etmişse, tedenni etmiş. Hıristiyanlık ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-ı esasîden(temel bir farktan) neş’et etmiş(ortaya çıkmış). Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenâb-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey’i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. (bozulur) Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyet’çe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin (dinden çıkanın) hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Hâlbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ (toplumsal hayata faydalı) bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebilir.
İşte körükörüne taklidciliğe alışan buradaki hamiyet-füruşlar (fedakârlık taslayanlar) diyorlar ki: Madem Hristiyan dininde böyle bir inkılab oldu; bidâyette (önce) inkılabcılara mürted denildi, sonra Hristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise, İslâmiyette de böyle dinî bir inkılab olabilir?
(Elcevab) Bu kıyasın, Birinci İşaret’teki kıyastan daha ziyade farkı zahirdir. Çünki Din-i İsevî’de yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a’zamı, kütüb-i sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye(toplum hayatı için gerekli olan kanunlara) merci’ olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse, yine Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı inkâr ve tekzib çıkmaz.
Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm’ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal (en az) bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş (kaynaşmış); kabil-i tefrik değildir (birbirinden ayrılmaz). Onları tebdil etmek (değiştirmek), doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar. Mezahibin (mezheblerin) ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden (anlayış tarzından) ileri gelmiştir. Zaruriyat-ı Diniye denilen ve kabil-i tevil olmayan ve Muhkemat denilen düsturları (farz ve vacipler) ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir (değiştirilmez). Ve medar-ı içtihad olamaz (onlara ictihad giremez). Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor; يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.”
İSLÂMİYET FÜRUÂTI SONRADAN GİYDİRİLEN BİR ELBİSE DEĞİLDİR
Netice olarak İslâmiyet başka dinlere benzemiyor. Diğer semavi dinlerin esasatı o dinlerin peygamberleri tarafından getirilmiş; Fakat füruatı ise o dinlerin mensubları tarafından ve önceki
kitaplardan giydirilmiş bir elbise hükmündedir. O füruatın değişmesiyle esasata zarar gelmez. Fakat İslâmiyet en son din olarak kıyamete kadar devam edecek gâyet mükemmel bir hayat nizamıdır.
İslâmiyet bir bütün olarak bütün teferruatıyla Peygamberimiz (asm) tarafından tesis edilmiştir. O da Cenâb-ı Hakk’tan almıştır. Füruatı sonradan giydirilen bir elbise değildir. Belki o füruat değişmesi mümkün olmayan İslâmiyet’in cildi ve derisidir. “Muhakkak ki o zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz.” (Hicr, 9) âyet-i kerimesi de Kur’ân’ın bir hakîkati olan İslâmiyetin bütün teferruatıyla Allah’tan geldiğini ve onu muhafaza edecek olanın O olduğunu ifade etmektedir. Özellikle şeâir-i İslâmiye daha büyük bir önem arz etmektedir. Herhangi birisinin değişmesi, yaşanmaması ehemmiyeti nisbetinde bir zarar getirdiği gibi terk ve tağyiri bid’at olduğundan vücud-u İslâmiyeyi tahrip etmektir. Büyük bir cinâyet hükmüne geçer. İşte şeâir-i İslâmiyeden olan, Kur’ân’ın bir temel taşı kabul edilen yazısının terk ve tağyirinin Kur’ân’a ve İslâmiyete karşı ne kadar büyük bir cinâyet olduğunu edna bir şuura sahip olan dahi anlar.
Rabbimiz bizleri ve bütün ehl-i imanı bu gibi hata ve seyyiatlardan muhafaza edip sünneti seniyeyi kendine rehber eden kullarından eylesin.
Bir yanıt yazın