Her baharın nihaî dirilişe şehâdette bulunduğu gibi, benî âdemin nihâî dirilişine manevi şehâdettir tevbe…
Makro âlemin diriliş delilidir; mikro âlemin kalbî diriliş eylemi olan tevbe…
Benî âdemin Hz. Âdem’e uyması, sâlikler yolunun ilk başlangıcı, kurtuluşa ermişlerin ana sermâyesi, mürîdlerin ilk adımları, Cenâb-ı Rahmân’a yaklaşmak isteyenler için tercih ve ihtiyar edilmelerinin kaynağı, mü’minin Nebi-i Zîşan’ına uymasıdır tevbe…
Tevbenin önemi, salt günaha keffâret olması cihetiyle değil, belki nihâyette günahı mahv veya setretmekle birlikte, duâyı, aczi, fakrı, Rahmân’nın şefkatine ilticâyı ve tefekkürü ya da İmam Gazâlî’nin ifâdesiyle ilmi iktiza etmesiyledir.
Zira duâ ile insan doğrudan doğruya Allah Teâlâ’ya başvurmakta ve onunla konuşmaktadır. Böylece birey, Cenâb-ı Hak ile konuşarak kendi geçici veya dâimî bir hâl almış eğreti durumu hakkında bir şuur kazanır. Eksiklik şuuru da denilen bu hâl, insanın bütün rûhî hâllerine bir güç ve canlılık sağlar. Yani acziyetini çaresizliğiyle, fakrını hiçliğiyle, iltica arzusunu şefkatli bir kucağa iştiyâkıyla fehmeden insan, tefekkürü de gerçekleştirerek ilâhi enerjinin etkisiyle, korkularını yatıştırmaya ve bu yolla dış dünyayı değiştirmeye muvaffak, derin varlığının gizli kalmış bölümlerinin, normal şuura yabancı kalan birtakım keyfiyetlerinin kavranmasına ve izhârına vesile olur.
Tevbenin aktarılan niteliği Üstâd Bedîüzzaman tarafından şu şekilde ifâde edilmiştir:
“… duâ ve tevekkül (Allah’a i’timad edip ona sarılmak), meyelân-ı hayra (hayrı arzulamaya) büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfâr ve tevbe dahi meyelân-ı şerri (kötülüğü arzulamayı) keser, tecâvüzâtını (taşkınlıklarını) kırar.
Fakat, Cenâb-ı Hak’kın “Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle (tevbe-i nasûhla) tevbe edin” mu‘ciz beyanındaki hakîkati içeren yukarıda aktarılan durumun vukûbulması bazı şartlara bağlanmıştır.
Ekser ulemanın, günahı terk etmek, günahı işlemekten pişman olmak ve o günahı bir daha yapmamaya karar vermek şeklinde özetlediği bu şartlar, muhâsebeyi her ân yudumlayıp ruhunda yaşayan ve daha sonra Muhâsibî ismini alan ilk dönem mutasavvıfı tarafından daha rikkatli bir şekilde tasnîf edilip, tevbenin efrâdını câmi‘ bir nitelikte vukuu ve her ân gerçekleştirilmesinin gerekliliği şu şekilde açıklanmıştır:
“[Kişi] kalbini sürekli sakındırmalıdır. Yalnız, hiçbir fâsıla vermemelidir. Çünkü ara vermek kararlılığını bozar, Allah için gösterilen azimkârlığa bağlılığı ortadan kaldırır. İşte kalbin sakındırılmasına ara vermekten vazgeçmek, Allah için kararlılığa bağlanmakla sonuçlanır.”
Bu bağlamda, zihnî bir çaba ve tezahürî bir aktivite olan tevbe, ilk olarak Allah’ın yasaklarına düşmekten çekinmek ile alakalı üç hususu, ayrıca farz olan işlerle yani Yüce Allah’ın kula farz kıldığı ameller ile alakalı olup O’na karşı olan vazifelerin yerine getirilmesi hususunda üç noktayı içerdiği söylenebilir:
* Terk etmeyi kararlaştırdığı bir günaha (gafletli bir anda dahi) dönmekten sakınmalıdır.
* Ömrünün geçmiş dönemlerinde işleyip de tevbe ettiği sırada hevâ ve arzusunun saklayıp göstermediği bir günahını daha sonra bilip fark ederse o günahından dolayı da pişman olmalı ve tekrar onu işlememeye kesin karar vermelidir.
* Ömrünün geçmiş döneminde işlememiş olduğu bir günah ile karşı karşıya kalmaktan çekinmelidir.
* Allah’ın, gereğince amel etmeyi farz kıldığı, kendisinin ise daha önce yerine getirmediği ancak Allah için bunu yerine getirmek kararını verdiği, Allah haklarını ömrünün geri kalan kısmında zayi‘ etmekten, onlara riâyet etmemekten sakınmalıdır
* Ömrünün geçmiş döneminde, yerine getirmediği bir Allah hakkı bulunmakla birlikte nefis, o hakkı yerine getirmeyi istemediğinden ve onu terk etmek suretiyle rahat etmeyi arzuladığından bu ihmâlini örtmüş ve tevbe ettiği vakit böyle bir hakkı yerine getirmediğini biliyorsa, nefsin tekrar Rabbinin hakkına dikkat etmeme âdetine döneceğinden sakınmalı ve benzeri bir durum ile karşı karşıya kalacak olursa bunu fark etmek için dâima uyanık olmalıdır.
* Daha önce sınanmadığı ve ona vacip olmayan bir hak ile sınanıp, mübtelâ olmaya karşı da yakaza halinde olmalı.
Belirtilen şartları yerine getiren birey, yaşadığı ânı Rahmân’ıyla soluklayarak ona açılmış olacaktır. Hem de günahını meşrulaştırarak değil, o günahı bir daha hiç gerçekleştirmemek üzere söz vererek. Böylece, Hıristiyanlardaki günah çıkarmanın, ferdi insanlara karşı düşürdüğü yüzsüzlüğe Müslüman fert düşmeyecek ve iffet perdesini de yırtmayacaktır.
Hayatımız nice baharlara şâhit olmakta. Fakat yüreğimiz yine de baharlar aramakta, esma-i ilâhiyeye nazargâh olan hâline muvafık bir bahar bulurum ümidiyle…
Ve hayat, yalancı baharlara iltifat etmeksizin, nihâyeti arzuladığı gibi, bizden de nihâî dirilişe şehadette bulunacak ve fâni hayatı ebedileştirecek tevbeyi, bir kez de olsa beklemekte…
Bir yanıt yazın