Günahların mâhiyetinde, eğer devam ederse, küfür yani inkâr tohumu vardır.
Çünki günaha devam eden, ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtela olur.
Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o günahının ceza gerektirici bir fiil olmadığını temenniye başlar. Bu hâl böylece devam ettikçe, inkâr tohumu yeşillenmeye başlar. En nihâyet, gerek cezayı gerek cehennemi inkâra sebeb olur.
Günahlar; Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı, fıtratı bozup tahrib ederek gerçek vazifelerimizden bizleri uzaklaştırıcı fiillerdir. Günahlar, âhirette olduğu gibi dünya hayatını dahi insana cehennem yaparlar.Bu nedenle Cenâb-ı Hakk bizlerin hem dünyada hem de âhirette huzur bulabilmemiz için rahmetinden bu çirkin fiillere yasak damgasını koymuştur.
Diğer taraftan ise insan ibâdet için yaratılmış ve o ulvî vazifeye uygun maddî ve manevî cihazlarla Allah, kulunu techiz etmiştir. Yani ibâdet, fıtrîdir. Fâtır-ı Hakîm yaratmış olduğu her bir mahlûkun fıtrî amellerinin içine onun fıtrî, yani helâl lezzetlerini koymuştur. Tâ ki o ibâdet o fıtrî vazife şevk ile aşk ile yapılsın. Bu nazarla baktığımızda biz insanların fıtrî vazifelerimiz olan başta namaz ve diğer ibâdetlere severek büyük bir şevk ile gitmemiz gerekirken (çünki fıtrî vazifelerde bir lezzet vardır) ibâdet vakti geldiğinde bir isteksizlik bir soğukluk ve yapmamaya bir arzu oluştuğunu görüyor, hissediyoruz. Acaba bu hâle sebebiyet veren nedir? Nasıl bizlerde böyle bir durum ortaya çıkıyor? Demek fıtratımız, günahlar ve haramlarla iştigal neticesinde bozulmuş, şevk ile yapmamız gereken vazifelere karşı bir isteksizlik hâli bizde oluşmuş. Burada önemli olan bizim nasıl bu hâle geldiğimizdir.
HER GÜNAHTA KÜFRE GİDEN BİR YOL VAR
Evet bu hâlin mühim bir sebebi, günahlardır. Günahların mâhiyetinde, eğer devam ederse, küfür yani inkâr tohumu vardır. Çünki günaha devam eden, ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtela olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o günahının ceza gerektirici bir fiil olmadığını temenniye başlar. Bu hâl böylece devam ettikçe, inkâr tohumu yeşillenmeye başlar. En nihâyet, gerek cezayı gerek cehennemi inkâra sebeb olur.
Hayatımıza baktığımızda hususen bu asırda maalesef mezkür hakîkatın tezâhür ettiğini görürüz. Birçok çirkin hâl, küçük veya büyük az ya da çok sessizce hayatımıza yerleşip yadırganmayıp normallerden, alışkanlıklardan olmuştur. Mesela sigara içmek… Belki insan başlangıçta bir arkadaşının telkini ile başlamış da olabilir. O sigarayı ilk kez içerken bir rahatsızlık duyar insan. Çünki sağlığına zararlı olduğunu bilir (hele böyle tıbbın, fennin oldukça ilerlemiş olduğu bu asırda). Bu nedenle emanete hıyanet ettiğini çok iyi biliyor aslında. Bu fiile devam ettikçe rahatsızlık hissi gittikçe azalır. Alışmıştır, normal gelir kendisine. Devam ettikçe bırakın rahatsızlığı, o fiili sevip ona mübtela ve tiryaki olmaya başlar ve artık onsuz yapamaz. O insan için artık böyle bir fiil vazgeçilmezlerinden olmuştur. Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir insan, başkasının haberdar olmasından çok hicab ettiği zaman, melâike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır gelir. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu eder. Hem meselâ: Cehennem azabını netice veren büyük bir günahı işleyen bir insan, Cehennem’in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennem’in ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare veya şübhe, Cehennem’i inkâr ettirmeye cesaret verir. Böylece büyük bir helâket kapısı kendisine açılmış olur.
İşlemiş olduğumuz her bir günah kalb ve ruhumuza ilişip mütemadiyen yaralar açar ve imanımızı zedeler. Belki de en mühim bir netice olarak ibâdetten zevk almak özelliğimizi sustururlar ve bizi ibâdetten uzaklaştırırlar. Artık ibâdet bizlere ağır gelmeye külfet görünmeye başlamıştır. Her günah kalbe bir siyah leke olarak yerleşir ve kalbe işledikçe onu katılaştıra katılaştıra imanın nurunu kalbten çıkarır. İnsan, işlemiş olduğu günahlar neticesinde hayra liyakatı kalmaz. İbadete karşı kalbinde bir isteksizlik duymaya ve
ibâdetten soğumaya başlar. Her ne kadar ibâdetin kendisi için fıtrî bir vazife ve hem dünyası ve hem de âhireti için bir saadet vesilesi olduğunu bilse de o günahlar, onu Hakk’a yürümekten alıkoyan bir pranga hükmünde nefsi tarafından ayaklarına vurulmuştur. Çünki gayr-ı meşru dairenin habis lezzetleri olan günahlar, bazen on bazen yüz elem takarlar. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeye sebebdir.
Yani insan, eğer bir türlü bazı hayırlara erişip ulaşamıyorsa, “Acaba işlemiş olduğum hangi günahlarım, Cenâb-ı Hakk’ın razı olmadığı hangi hallerim var ki, bu hayırlar, lütuflar bana nasib olmuyor?” diye kendi nefsine sormalı. Çünki, hakîkat şu ki işlemiş olduğumuz günahlar sebebiyle, rahmetin bize ulaşmasına mani olan, adeta önüne set çeken, yine aslında kendi nefsimizdir.
HELÂL DAİRESİ KEYFE KÂFÎDİR
Hem helal dairesi keyfe kafidir. Bu hal Allah’ın rahmetinden, hikmetinden ve de adaletinden gelir. meşru dairede ki; lezzetler ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine ve safalarına ve keyiflerine kâfi gelir. Eğer böyle olmasaydı, yani helal dairesi keyfe kafi gelmeseydi haşa sümme haşa Allah insana zulm etmiş olurdu. Yani bizleri hem böylesine cihazlarla donatacak hem o cihazlar için helal dairesi ihsan etmeyecek. Böyle bir şeyi kabul etmek için kainattaki bütün rahmet delillerini yok saymak lazım gelir. Asıl olmayan, fani olan beden için bu kadar nimetler verecek de ulvi olan ruh için vermeyecek!
Nefsin, bedenin lezzetleri, nimetleri olduğu gibi aklın, kalbin, ruhun, hissiyatın dahi lezzetleri olacak. Hem daha ulvi olacak. İşte onlar da başta ibâdetlerdir. Her bir ibâdette her uzvun maddî olsun manevî olsun ayrı bir lezzeti ve gıdası vardır. O vazifeler yerine getirilirse, o vazife içerinde bulunan lezzet ve gıdalar alınır. Eğer o vazifeler yapılmazsa, kalb ve ruh gıdasını alamayacağı için elemlere, sıkıntılara düşer. Bu nedenle insan sefâhethanelere, meyhanelere ve hatta hapishanelere düşer.
Peki böylesine haramlara, günahlara düşen bir insan kendisi bu hallerden nasıl uzaklaştıracak? Bu sıkıntılarını ortadan kaldırıp hayattaki ulvi ve fıtrî olan lezzetlere nasıl kavuşacak? Hem dünyasını hem âhiretini nasıl kurtaracak?
Evet, insan önce bunların gerçek ve çirkin yüzünü görüp kurtulmak için ciddi bir niyet kalbinde taşımalı. Çünki niyet öyle bir kuvvet ki insan neye niyet ederse onu yapmak noktasında büyük bir kuvvet elde eder. Yani niyet, bizi hedefimize sevk eder.
Diğer bir nokta ise, mühim bir gaye, bir taraftan hayırları arttırmak, diğer taraftan da günahlardan elimizi çekmek olmalı. Tâ ki hem dünya hem âhiret nimetlerininin kapısı bizlere açılsın. Yani bir elimize dua ve tevekkülü alıp ibâdet ve hayra büyük bir kuvvet vermek, diğer elimize de tevbe ve istiğfarı alıp şerre, günahlara olan arzu ve isteği kalbimizden çıkarmak. Böylece haramlardam gelecek zararın, kaybın önüne set çekmek… Yani bir taraftan hayır havuzumuzun dolması için muslukları açmak, diğer taraftan havuzumuzun dolmasını engelleyip, o hayırlardan istifademize mâni olacak havuzdaki delikleri kapatmak.
Başta bütün ibâdetlerin fihristi olan beş vakit farz namaz olmak üzere ferâizi hayatımıza yerleştirip kebâirden sakınmak şu asırda hususen bizim en büyük bir esasımız olmalı ki kendimizi her türlü sıkıntılardan ve dünyevî ve uhrevî elemlerden mücâzâtlardan uzak tutup bu ulvî cihazları israf etmeden hayatımızın gayesine huzûr-u kalb ile yürüyelim.
Bir yanıt yazın